28 Aralık 2012 Cuma

ODTÜ'ye selam olsun!

Düne kadar liberallerin elinde çirkinleşen, çarpıtılan, özgürlük kavramı, şimdi Türkiye’nin sosyalist, yurtsever, devrimci aydınlanmanın tekeline geçiyor. Bu kavrama sahip çıkmak, aynı zamanda sorumluluk..

Türkiye’de özgürlük kavramı ona buna ‘duygudaşlık yap’, ‘ötekine saygı’ duy, ‘Türbana özgürlük’ iste, ‘sivil toplumun gelişmesi’ni sağla gibi tuhaflıklardan özgürleşerek, gerçek içeriğine kavuşuyor. Anadolu’da emperyalizm adım atar, başka cephede bunu dengeleyecek formüller geliştirilmiştir. Bu mümkündür, özellikle de 21. yüzyılda.

Ne güzel! ODTÜ’de bunu gördük. Bu bağlamda ODTÜ’yü es geçmek istemiyorum. Direnene, diretene, ödün vermeyene selam olsun!

İşte bu yüzden yukarıdaki bütün olgular bunun yapı tezini oluşturmuştur, onların elinde Kur’an bizim elimizde taş varmış(?!) onlar öyle diyor. Ne güzel!

Ha birde bütün olan bitenlerden sonra AKP'nin kaka diye nitelendirdiği, öğretim üyelerinin Tayyip'e yaranmak adına saçma sapan açıklamalarına karşın, Roboski ve ODTÜ direnişine dair bu ‘kötü çocuklar’ bir eylem gerçekleştirip bildiri kaleme aldılar, şurada!

Sabahattin Ali kitapları üzerine

Şimdi size bir kayboluştan söz etmek istiyorum, yani Sabahattin Ali olayından. 

İlk kez, 1931 yılında, bir ihbar sonucu Türkiye Komünist Partisi (TKP) ile ilişkisi olduğu gerekçesiyle tutuklanmıştı. Neyse ki üç ay sonra beraat etmiş, ertesi yıl Konya’ya tayin olmuştu. Ünlü romanı Kuyucaklı Yusuf’u ilk kez burada, Yeni Anadolu gazetesinde tefrika etmeye başlanmıştı. 1932’de, biri (Cemal Kutay olduğu söylenir) ‘Gazi’ye hakaret eden bir şiiri dost meclisinde birden çok kez okuduğunu’ ihbar etmiştir. Yeniden tutuklanır. Halbuki iki yıl önce yazdığı ‘Memleketten Haber’, bir zamanlar Sivas’ta yaşanmış bir Bektaş-î olayını anlatan şiirin sözcüklerinin değiştirilmesiyle oluşturulmuş bir şiirdi ve içinde Mustafa Kemal adı geçmiyordu. Ama savunması inandırıcı bulunmadı, çünkü ‘sicili’ ortadaydı!


Tarihçi Ayşe Hür böyle der…

“Mahkemede gösterdiği şahitlerin dinlenmesine gerek olmadığına karar verildi. Bir süre sonra dava gizli celsede görülmeye başladı. Cezası 12 ay hapis olarak açıklanmış, temyizden sonra 14 aya çıkarılarak gözdağı verilmişti. Dört ay Konya’da, altı ay Sinop’ta hapis yattı. 29 Ekim 1933’de Cumhuriyet’in 10. yılı şerefine cezasının bitmesine bir ay kala özgürlüğüne kavuştu. Sinop cezaevinin en popüler mirası “Başın öne eğilmesin, aldırma gönül aldırma’ diye başlayan şiiriydi. En ufak bir eleştiriye tahammül edemeyen Tek Parti rejiminin bu ‘damgalı’ adamı, şiir, hikâye ve romanlarıyla, Türk edebiyatının köşe taşlarından biri olan Sabahattin Ali’ydi.”

Benim Sabahattin Ali hakkında elle tutulur bilgim 1992 baskısı olan Çınar Yayınları’ndan Asım Bezirci’nin kitabıyla oldu. Hakikaten etkileyici bir kitaptı(meraklısı için, kitap daha sonra 2013 yılında Evrensel Basım Yayın tarafından da basılmış.) 

İşte yıllar sonra yeniden Sabahattin Ali üzerine okuma isteği duydum, zaten Sabahattin Ali üzerine yukarıda andığım Asım Bezirci’nin yapıtı dışında da bir kitap yok bildiğim, varsa da ben bilmiyorum.

Fakat bu failli meçhul ‘devlet’ cinayetin üzerine duran ve bunu yıllarca araştıran bir kitap yayımlandı. Birinci basım Kemal Bayram imzalı “Sabahattin Ali Olayı” (Derin Devletin Faili Malum Cinayeti) başlıklı Eylül 1978 Ankara’da Yenigün Yayınları tarafından yapıldı. Kemal Bayram 1976 yılında başladığı bu çalışmada gazeteciliğin ötesinde de öte büyük bir özveri göstermiş. İşte bu kitap 2012 baskısıyla Tanyeri Kitap’tan yeniden yayımlandı. Alev Çukurçavaklı babası Kemal Bayram’ın bu yapıtının da devamı niteliğinde olan “Sabahattin Ali Olayı 2” (Derin Devletin Şifresini Gizleyen Cinayet) adıyla ikinci kitabını 2012 Mayıs’ında yayımlamış.

Aslında yazarın kitabı 1978 yılında yayımlanan ve yine kendi emekleriyle 2012 yılında tekrar baskısı yapılan kitabın devamını yapmama düşüncesiyle başlamış olsa da, kitap başlı başına zamanın sorumluluğuna dayanıyor ve buna yöneliyor. Yani olması gerektiği gibi.

Öyle ya tıpkı Osmanlı’nın faili meçhul cinayetleri gibi cumhuriyet döneminin ilk aydın cinayetlerinden biri duruyor karşımızda: Sabahattin Ali olayı.

Yazarında belirttiği gibi Aksoy, Üçok, İpekçi, Mumcu, Hablemitoğlu vb. diğer cinayetler gibi. Hatta Turan Dursun cinayetini de eklememiz gerekir buna, zira bir sır perdesinin yüzümüzde ve yüreğimizde gelecek kuşaklara vurması vardır.

Şimdilik bu kadar, ülkemizin ve insanlığın geleceği uğruna yaşamlarını harcayan bu ‘koca’ yürekleri, hayranlıkla, sevgiyle ve saygıyla bir kez daha anmak bizlere düşüyor.

Ama...

Hepimizin inanın eksiği de var, o da: kavgasını verememek. Bunun bilinmesini istememek.

Kitap bu yüzden ciddi bir iddiayı da kendi içinde barındırıyor. O iddia da Aziz Nesin’in kendisine “Ben gizli teşkilattanım, Milli Emniyet’teyim” dediğini ve arkadaşı, Türkiye Sosyalist Partisi kurucularından Esat Adil’in bu durumdan haber olduğunu iddia etmesi...

Alıp okuyun derim.

Şimdilik Kemal Bayram’ın bütün birikimini feda ederek kaleme aldığı ve oğlu Alev Çukurçavaklı’nın devam etiği Sabahattin Ali Olayı adlı (2. Cilt) yapıtlarını kitaplığıma özenle yerleştirmekle başladım.

21 Aralık 2012 Cuma

AKP: Kinimiz dinimizdir

Tayyip ‘dağa çıkma’ polemiğinden yola çıkarak ‘bende işkence gördüm’ dağa mı çıkayım buyurmuş, oysa bir şiir yüzünden 3,5 ay Metris’te çiftlik hayatı sürdüğü biliniyor. Anlaşılan 26 Eylül 1996’da Abramovitz, Erdoğan’ı bayağı uçurmuş, ne de olsa hocası kuvvetli, onlar Tayip Erdoğan’ı, Tayyip’te ‘din’ üzerinden ‘şeyh uçurmaz’ mürit uçurur örneğinde de olduğu gibi halkların gözüne baka baka yalan söylemeye devam ediyor(lar.) Neyse bir TV kanalına katılıp, kendi hazırlattıkları soruları sorduran AKP, konuyu ne yapıp edip ODTÜ'ye, oradan da Göktürk-2 uydusuna getirdi.. Ee, Erdoğan'ın karşısındakiler biat etmekte üstüne düşeni yaptılar. Göktürk-1 es geçildi, Göktürk-2 üzerinden propagandayı yaptılar.

Gelelim konuya yani Göktürk-1 uydusuna:
Not: ODTÜ öğrencilerinin onurlu direnişinden sonra ortalığa çemkirip duruyor Erdoğan kliği. Kimse de sormuyor Göktürk-2 tamam da nerede bu Göktürk-1.. Ben söyleyeyim Göktürk-1’in 15 yıllık ömrü vardı, uçurdular 3 yıl sonra da Karadeniz gibi bir açık denize gömüldü kimsenin ruhu da duymadı. Şimdi de Göktürk-2 uydusu, bu uydunun durumu da mandirar(!) öyle ya neymiş ‘milli’ymiş, ulan kendinize ait bir PC’iniz bile yok, ne uydusu, hepsi toplama parça işi, kaldı ki uydu.. Şöyle diyelim RTE kliğine, senin İmam Hatip bilincin bunları kaldırmaya yeter mi(?) diye sormak da hakkımız: neden mi(?) o kadar ‘milli’ bir projeye adım attılar ki hatti hesabı yok, öyle ya ‘milli uyduyu’ Çin'den uçurdular, biz de yedik ya, TC’den uçmayan Çin’den uçabiliyor.
Not 2: 15 yıllık ömrü olan Göktürk-1'i üç yıl içinde düşürdüler, Göktürk-2'de üç yılla kalmaz topyekun düşerse şaşırmayın. Sonuçta karşımızda naif bir hükümet ve başbakan var. Talanla, zamlarla, satışlarla - özelleştirmelerle ekonomiyi ayakta tutmaya çalışıyorlar. Öyle anlaşılıyor ki düşüşleri Göktür-2 gibi olacak.

15 Aralık 2012 Cumartesi

Kara propagandanın aracı

Ahmet Altan ve Yasemin Çongar Taraf gazetesinden istifa etmiş, bu isimlerden sonra bu listeye Neşe Düzel ile birlikte Pakize Barışta ve Murat Belge’nin istifaları eklenmiş. Bütün bu istifaları demokrasinin kara günü olarak karşılayan liberaller sanırım şuan acı çekiyordur. Hep derim İslamcı (belki de dinci gerici cenahtan çok) liberallerden korkmak gerekir, o yüzden de liberallerin “ileri de yapıcı dahi olsa” hiçbir özelleştiri sözcüğünü ciddiye almıyorum. 

Her neyse deyip eşekte odur deyip geçeyim.


Şüphesiz Taraf, AKP sayesinde kendini güvende hissediyordu. Ta ki, Erdoğan kliğinin “demokratlık oynamayı” bıraktığı ve “yeni Osmanlı rüyalarına daldığı” güne dek. Malumdur o günden itibaren de Ahmet efendi Erdoğan ve onun muktedir iktidarına salvo atışlara başlamıştı. AKP’lilerle liberallerin arasının açılması buna denk düşer. 


Belgelerle patlatılan haberler yerini artık Taraf'ın patlatılmasına gelmişti ve o da oldu. E artık ihtiyacın ortadan kaldırılması söz konusuydu ve Taraf’ın da işlevini yitirmesi söz konusuydu. 


Ne de olsa ikinci cumhuriyetin oluşturulmasında dinamo bir güçtü. Bir nebze de olsa işlerini layıkıyla yerine getirdiler. 


Bu işler böyledir: “AKP ile -arası açılan- bir Taraf’ın ayakta kalması mümkün değildi”, hele ki Ortadoğu’da at koşturma gayretindeki bir Padişah’ın Türkiye’sinde Taraf’a da yer yoktu, onun demokrasi diye mızmızlanan yazarlarına da.


Yeni görev yerleri belirlenmiş ya da seçilmiştir bilinmez ama şuan için, pislik silsilesinin ağı olan bir araçtan kurtulduğumuz bir gerçek…


Şimdilik bu…


Canları cehenneme.

11 Aralık 2012 Salı

Orhan Pamuk'un dili

Orhan Pamuk işi gücü bırakmış ve geçenlerde yabancı burjuva yazar - çizer kalemşor zevatıyla oturup Esad için mektup kaleme almış. Mektup deniyor fakat bana göre sipariş üzerine kaleme alınmış bir yazı.


Neyse soL gazetesi de iki gün sonra (demek ki haber değeri varmış) manşetten bir Orhancık fotoğrafı vererek eline de bir silah tutuşturmuşlar ve başlık olarak da “Orhan Pamuk tetikçiliğe başladı” demişler. Haklıdırlar, aynı şeyleri düşünüyorum, hatta bu haberi görür görmez benim aklıma ilk gelen başlıkta “Kılavuzu emperyalizm olanın” olmuştu.

Zaten o başlıkla da birkaç yerde paylaşıldı. 

Gericiler durur mu? soL’un bu manşetinden sonra sosyal medya denen heyula da emperyalizmin çığırtkanlığını yapan Pamuk’u yermek yerine soL’un manşetine takılı kalmış durumda.

Özetle “Nereden tutsanız elinizde kalır haberciliği” yapmışlar, zaten fazlası da beklenmez bunlardan.. Burada o haber portallarının reklamını yapmak (yapmayacağım) istemiyorum ama hakikaten sınırları zorlayacak derecede paylaşımlar yapıyorlar.

Üçüncü sınıf, omurgasız, ne koku ne de ruh var…

Her şeyi geçelim gelelim konuya, Orhan Pamuk NATO generalleri adına demeç vererek bir nevi tetikçilik görevini üstlenmiş durumda. Emperyalist işgale karşı (beğenirsiniz, beğenmezsiniz) duran bir ülkenin liderine “Eğer çekilmezsen Kaddafi gibi ölünün götüne demir sokarlar”, “Ailenin de sonu kötü olur" diyebilecek kadar ne alçaltabilir, sosyal medya soL'un manşetinden sonra Orhan Pamuk ve “Fan Club”larından geçilmiyor, ki neden bu kadar tutuştular anlamış da değilim, neyse. Zira o mektubu bir de bu yönden okumak gerekiyor. 

Zira yine geçenlerde çarşaf çarşaf el kadar çocukların eline balta, satır, bıçak verip kafa kestirenler hakkında neden gıkları çıkmaz bu “Koyunist” sürüsünün?

Ne yani emperyalistlerle beraber Esad’ın ya da başka bir ülke liderinin (yöneticilerinin) demokrat ve/ya da diktatör olduğuna bunlar mı karar verecek, bu kadar net mi yani. Bu mudur olay?

AKP’nin paralı uşaklığını yapan o dereden beslenen ağızları da dünyanın en pis nehri olan Ergene’den bile kokmuş olan bu aydın zevatının ve onun biricik savunucusu liberallerin, ne kadar gerici eylem varsa Vakit gazetesiyle ortak alan satışına çıkmalarıyla tanınan Devrimci Sosyalist İşçi Partisi’nin kudurmaları nedendir bilinmez. Öyle ya NATO’nun emri, ABD’nin kavliyle göte çubuk sokma meraklısı bu arkadaşlardan başka kim savunacaktı Pamuk’u zaten?

İşte goy goyculuk budur.

Hrant Dink’in tetikçilerine emri veren Ramazan Akyürek (dönemin Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire başkanlığı ve yine Trabzon İl Emniyet Müdürü olarak görev yaptığı dönemlerde İstanbul Valisi Erol Çakır tarafından siciline -Emniyetteki hizipleşme içinde- irticai akımlara (Fethullah) yakın, dikkat edilmelidir, ibaresi düşülmüştür)  denen ve AKP’nin Hrant Dink'in Türklüğe hakaret ettiği gerekçesiyle cezasını onayan Ombudsman diye atadığı eski Yargıtay üyesi Nihat Ömeroğlu’na bi’bakın değil mi? Kendisini aklamak için de, “Dosyanın kapağında Hrant Dink değil Fırat Dink yazıyordu yea" diye komik komik savunmalar yaptığını bi' araştırsınlar da iki çift laf etsinler.

Neyse bu kepazelik ancak bizim dini bütün Müslüman iktidara ve liberallere yakışır.

Orhan Pamuk, Bernard Levy gibi adamlar, emperyalist bir işgal tehdidi halinde, (Irak’ın işgali, Kaddafi’nin tekbirler eşliğinde linç edilmesi, taa Yugoslavya’ya kadar gider bu mesele) Avrupalı orta sınıfın zekası budur, halkları açık işgale ikna etmek ve kamuoyu oluşturmak.

Bu işlerin parolası ve sloganı bellidir: “Ne Sam ne Saddam”, “Demokrasi yokluğu”, “Kimyasal silah tehdidi”, “Halka zulüm.”

Şimdiyse Orhan Pamuk’la birlikte beş tane herif,  “Linç edilirsin, ailen de bundan nasibini alır” diyorsa, daha çaplısını aramayın.

Öyle ya Erdoğan kliği de her kürsüye çıktığında ya da bir Tv kamerası gördüğünde kaşlarını çatıp BM’lere çemkirerek, NATO’yu göreve çağırıyordu.

NATO’nun himayesinde Almanya'nın göndereceği Patriot füzeleri içinde aynı ağzı kullanıyorlardı. Neymiş efendim: tetik bizim elimizde olacakmış.

Doğrudur: Türkiye bu iktidarla olsa olsa tetikçi bir ülke olur. O ülkenin yazarı da işgalci dili...
Not: Sakın Orhan Pamuk 301’den yargılandı, bu ülkede 30 bin Kürdün ve bir milyon Ermeni’nin öldürüldüğünü dile getirdiği basit beyanına girip Pamuk savunusuna koşmayın. İğrenç bir şey olur, netice de tek bir öznenin bile adını zikredemeden şimdi elli emirliğe bölünmüş (Arap Ligi), siyahilere bayrak yedirilip ulu orta linç edildikleri, kadınların bütün özgürlüğünün yok edildiği devrimin savunucuları, bu ülkenin halkından toplanan vergilerle Kuzey’de besiye çekilen ve bu işin taşıyıcı ve taşeron firması konumundaki parça parça iş alıp kendini kotaran, fason AKP’den para aldığı için bir katliamı savunanların, Özgür Suriye Ordusu adlı ulu orta yerde hırsız ve çapulcu cinayet şebekesinin destekçiliğine düşerler. Bu iş AKP’li yetkililerinin “Patriot füzeleri” konusunda ki açıklamalarına benzer, ibretliktir efendim: tetik bizim elimizde.

28 Kasım 2012 Çarşamba

Muhteşem Hezeyanlar

Kanuni sanki kendi döneminin ilericisiymiş gibi pazarlanıyor, oysa tarih meselesi açısından bay Recep’in bahsettiği gibi durmuyor söz ettiği saray, Kanuni’nin katliamlarından, yolsuzluklarından verdiği rüşvetlerinden, o dönemin baskılarından söz edelim. Evet, doğrudur: Ecdatları mezbaha gibi çalışmıştır.

25 Kasım 2012 Pazar

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi kurulmuş: Bu partideki anlatım bozukluğunu bulunuz?

İklim krizi başta olmak üzere barış, demokrasi ve toplumsal cinsiyete ilişkin sorunlara karşı özgürlükçü ve radikal politikalar geliştirmeyi amaçlayan “Evimiz yanıyor, bu yangını söndüreceğiz” diyerek harekete  geçen Yeşiller Partisi 25 Ekim 2012’de kendini feshederek, 12 Eylül 2010 referandumuna “Yetmez ama evet” diyerek destek veren ve sol kamuoyunda büyük tepki toplayan Eşitlik ve Demokrasi Partisi (EDP), soldan birçok siyasal hareketin solda yeni parti arayışları içerisinde bir araya gelmesi sonucu 13 Mart 2010'da kurulduğunda, YSK tarafından 12 Haziran 2011 seçimlerine girebilmeye hak kazanmış 27 partiden biriydi.

Partinin yeni adı; “Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi” oldu.

Kurucular arasında Sevil Turan ve Arif Ali Cangı eşsözcülüğünde (başkanlığında); Ufuk Uras, Saruhan Oluç, Ahmet İnsel, Murat Belge, Aydın Engin, İlkay Akkaya, Yasemin Göksu, Banu Dalgıç Cangı, Akın Atauz, Esmeray Özadikti, Eylem Tuncaelli gibi isimlerin de yer aldığı 607 kişi tarafından kuruldu. 

22 Kasım 2012 Perşembe

Delikanlım iyi bak yıldızlara

Deniz Gezmiş Nazım Hikmet 'in “Delikanlım iyi bak yıldızlara” adlı şiirini çok sever ve Delikanlım ile özleştirirdi. Bu yüzden Can Dündar belgeselinin ismini Delikanlım iyi bak yıldızlara ismini koydu ve Delikanlı Deniz'i anlattı. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan 40 yıl önce 6 Mayıs'ta idam edildi. Belgesel 40. yılında onları ve 68 Hareketi'ni anlatıyor. Deniz Gezmiş'in hayatından çarpıcı kesitlere yer veriliyor en insani yönlerini romantizmden ve esprilerinden söz ediyorr ve tabi onun sarsılmaz devrimci duruşunu sergiliyor. Belgeselin şiirini ise Tuncel Kurtiz seslendiriyor.

İyi seyirler…

6 Kasım 2012 Salı

Yalnızlık, diyalektik ve aşk üzerine

Bir yanım eksik, şimdi yazılanları okuyorum Bobby Sands biyografisinin yazarı Denis O'Hearn’ın ‘Açlık Grevleri’ ile ilgili bir makalesi(…) bu eksik yanımla (okuduklarım arasında şiirlerde var.) Bir arkadaşım şöyle bir şey demiş yazısının en sonunda “Bir damla su dilenmeyeceğim ne buluttan, ne de senden!”


Gerçekten de öyle, evet dilenmemek gerekiyor bu günü birlik ve nakarat gibi tekrar olan hayatta. İnsanın üretemediği yerde tüketim vardır. Ben ve bizlerde tüketmemek için üretmeye çabalıyoru(z)m. Ne onlar? Onlar, yarın ve bugün için ve bu bağlamda, artık egemen sınıflar için oluşturulanlara karşı olmak gerektiği bizlerin bilincinde yer etmişse bunun yükümlülüklerini yerine getirmeliyiz diye düşünüyorum… Bunu söylüyorum bunu çoğaltıyorum. Tıpkı bilgi gibi… Öyle ya bilgi paylaştıkça çoğalır derler.

Bilgi paylaştıkça anlamlı kılınır. Bilgi paylaştıkça çoğalır insan. Ama son günlerde burjuva ideologlarının ağızlarına doladığı şu “Aşk” masalına geçmeden önce… Halkımızın tıpkı, Bali Adası'nda ki, bir kapitalist ideolojiden henüz etkilenmemiş olan halkın, maddi ve manevi sistemler arasında kendine bir denge kurmayı başarması gibidir. Her köy yılda bir kez topluluk bireylerinin tek tek katılımıyla bir opera yaratır. Böyle bir dengeye, herkesin geçimini sağlamak için çalıştığı, ama aynı zamanda festivallere, dindışı şölenlere ya da dinsel yortulara katıldığı, dünyanın başka yörelerinde de rastlayabiliriz. Bireyin katılımı, örneğin müziği yaratması, dansı yapması, kıyafetleri, oturması, kalkması, ses tonu, sigara içişi bile ve dekoru vb. oluşturması yoluyla gerçekleşir… Bu yüzden önce sorumlu olduğumuz değerlere değinmem gerekiyor.

Sorumluyuz 
Bize hep  “halka” ise artıklarla yetinmek zorunda bırakılmışsız hissi veren bu sistemle cebeleşmek düşüyorsa payımıza onları yerine getirtmeliyiz. Oysa bizlerin-halkın özgün bir kültürü vardır. Ama bu kültür ne yazık ki zayıflamaktadır. Çünkü doymak bilmez egemen sınıflar, çıkarları uğruna halkın son “büyücü”lerine de el koymuştur. Kimdir o büyücüler? O büyücüler Latin Amerika kıtasında Che Guevaralar, o büyücüler onlara göre sefilce yaşamış olan Marx, Engels, Lenin’dir. Üstelik onları yorumlayan-açıklayan ve başkalarının daha yaşanılası bir dünyayı yakıştırmışlardır insanlığa. Ama onlar kan emicidir(?) onları savunanlar teröristtir.

Ve üstüne üstlük köyler giderek boşalmakta, köylüler duygularını dile getiremedikleri koca kentlere yığılmaktadırlar... Hepsini söylediler bize onlar. Köylerin yakılacağını, insanların sırf kendi egoları ve sırt üstü gelip yan yatmak adına rahatları için çıkardıkları paylaşım savaşlarını, bunların hepsini söylediler bize. Kapitalizm yokken Marx kapitalizmi yorumluyordu. Yoksa ne işi var kapitalizmin yoğun yaşandığı, bir su içmenin bile lüks olduğu şu metropolde. Ya da sizlerin, ailelerinizin? Benim ve bizim gibilerinin.

Öyle değil mi? Abidin Dino şöyle bir şey diyor: “Bir tabut getirdiler önümüze Marksizm öldü diye. Açtık bir baktık ki tabut boş”. Bizleri kandırıyorlar tarihten bu yana. Oysa tarihe sahiplenmek gerekiyor eksisiyle-artısıyla. Ama takılıp kalmamakta gerekiyor. 

O yüzdendir ki, günümüzün gerçeği olan kapitalist üretim biçiminin egemenlerinin kültürü, kendine kitlelerle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir yöneliş ve bir işlev bulmuştur. Kitlelere ise kalitesiz romanlar, sıradan şarkılar, yani kültür düzeyi düşük yan ürünler bırakılmıştır.

Senfoni konserlerine, tiyatrolara kimler gider?

Kimler kitap ya da müzik eserleri satın alır?

Resim ya da heykel sergilerini kimler gezer?

Tanımadığı biri için, kim üzülür?

Kim tanımadığı birine bir şeyler anlatır?

Özetle, ülkemizde yaklaşık olarak 70 milyonu bulan nüfustan kaçta kaçı bu sanatsal etkinliklerden yararlanabilmektedir?

Belki beş yüz bin, belki bir milyon kişi. Bence bunun çok altında(?) ya da %81’i ABD emperyalizmine karşı olan bir ülkede kim ne kadar sorguluyor kapitalizmi-emperyalizmi?

Neden sokağa yansımıyor en basitinden bir savaş karşıtı eylemlikte o %81?

Neden insanlar cezaevlerinde direnirken bir yandan da linç edilmeye çalışılır?

Ya da büyük bir gururla “Ben bu ülkede bin tane operasyon yürüttüm” diyen zaat kime güveniyor, gücü nerden geliyor?

Gazi’de, Maraş’ta, Tokat’ta, Erzincan’da, Sivas’ta kim nereden alıyordu gücünü, hunharca katlederken kırmızıçizgilerde…

Kırmızıçizgiler kimin belirlediği çizgilerdir?

Bundan 12 yıl önce Dersim - Erzincan arasında “kimyasal silah”larla öldürülen on yedi kişi, TC’nin hanesine işlenmiş yeni bir cinayettir ama kendi tarihinde de ilk kez kullandığı silah biçimidir. İşte ben bütün böyle şeyleri anlatmak-paylaşmak istediğim için yaşıyorum belki de sorun bu? 

Tanrı'nın eli
O yüzden bu nakaratlaştırılmış hayatta, bize hep “bu halka” ise artıklarla yetinmek zorunda bırakılmışsız hissi veren bu sistemle cebeleşmek düşüyorsa herkes gibi payıma onları yerine getiriyorum. Oysa bizlerin-halkın özgün bir kültürü var. Ama bu kültür ne yazık ki zayıflamakta(dır).

Bizler kendi kalabalıklarımızın içinde kendi yalnızlığımızı yaşıyoruz, her halükarda. Şimdilik yetiyor gibi bu. Ve içlerimizde ki her susuş aslında yalnızlığımızın dışa vurumudur bu yüzden… Bütün insanlar yaşamlarının en az bir döneminde kendilerini yapayalnız bir kişi gibi duyumsarlar, belki de bundan. Ve de gerçekten yalnızdırlar. Yaşamak, gizemli bir gelecekte varacağımız yere gitmek için geçmişte bulunduğumuz yerden yola koyulmak demektir.

Yalnızlık, insan duygusunun en derindeki gerçeğidir. Yalnız olduğunu bilen ve bir başkasını arayan tek varlık insandır. Doğası gereği insan, kendi varlığını bir başkasında gerçekleştirme özlemi içinde ve doğaya “hayır” diyerek yaşar (kendi kendini yaratan insanın bir “doğası”ndan söz etmemiz doğruysa eğer.) İnsan özlemdir, kavuşmak için bir aranıştır. Bu yüzden, kendi varlığını tanır tanımaz kişi, bir eş ya da arkadaştan yoksun olduğunu anlar, yalnızlığının bilincine varır. Hangimiz de olmamıştır ki bu.

Tıpkı, dünyaya gelmekle, bizi ana karnındaki o bilinçsiz yaşama bağlayan zincirden kopuş gibi. Ana karnındaki bebek, kendisini sarıp sarmalayan canlının bir parçasıdır, ilkel bir yaşamdır; kendi bilincinde bile değildir. Bilinçsiz yaşam diyorum, çünkü orada, istek ile doyum bir ve aynı şeydir. Doğumla gelen değişikliği, bir ayrılık, kopma ve yalnız bırakılma, yabancı ve düşmanca bir çevreye düşüş olarak algılarız. Sonraları, bu ilkel duyum yalnızlık duygusuna dönüşür; daha sonra bir bilinç oluşur: Gerçekte yazgımız yalnızlıktır ama bu yalnızlığı aşmak ve bizi geçmişe, cennetteki o mutlu yaşama bağlayan ilişkileri yeniden kurmak zorunda olduğumuz bilinci. Var gücümüzle, yalnızlığımızı aşıp yenmeye çalışırız.

Yalnızlıklar diyalektiktir 
Öyleyse, yalnızlık duygusunun iki ayrı anlamı var: Bir anlamda yalnızlık “kendini bil”mektir; öteki anlamdaysa, kendimizden (yalnızlığımızdan) kaçıp kurtulma özlemidir. Yaşamın temel koşulu olan yalnızlık, kaygıdan ve kararsızlıktan kurtulacağımız bir sınav ve arınmadır. Bu yüzden, yalnızlık dolambacının çıkış kapısında, mutluluğa, tüm dünya ile yeniden denge durumuna erişeceğimizi umarız. Yani yalnızlık derken başka bir “yalnızlıktan” başka bir “duygudan” söz etmeye çalışıyorum ki, onları açığa sermek için devam ediyorum…

Yalnızlıkla acıyı özdeşleyen halk dili işte bu ikilemi yansıtır. Aşk acısı yalnızlığın sancısıdır. Birlikte yalnızlık hem karşıt hem bütünleyici duygulardır. Yalnızlığın kurtarıcı gücü, içimizdeki o gizli suçluluk duygusunu açıklığa kavuşturur; yalnız insan “Tanrı elinin itelediği” kişidir. Yalnızlık duygusu hem bir ceza hem bir arınmadır, bir sürgün cezası olduğu kadar sanki o sürgünden artık kurtulacağımızı duyuran bir durumdur. İnsan yaşamının tümü bu diyalektiğin etkisi altındadır.

Aşktan beklediğimiz de birazcık gerçek yaşam, birazcık gerçek ölüm değil mi? Aşkı mutluluk için değil, olsa olsa, karşıtlıkların duyumsamayacağı, yaşamın ölümle, zamanın sonrasızlıkla bir ve birlik olabileceği o gizemli an için isteriz. Derinden derine sezeriz ki yaşamla ölüm aslında tek bir gerçekliğin (karşıt ama bütünleyici) iki yüzüdür. Aşk eyleminde, yaratma ile yıkma birleşir; çok kısa bir an içinde olsa, insan yetkin bir durumu sanki yakalayıp yaşamış gibi olur.

Bu yüzden olgun bir insan, üretici ve yaratıcı çağları boyunca da yalnızlıktan kurtulamıyorsa hasta bir kişi sayılır. Çağımızda bu türden yalnızların sayısının çoğalması, sorunlarımızın ağırlığını da yansıtır. Çağımızın tek Tanrısı olan iş güç (kazanç tutkusu) artık yaratıcılığını bugün için sürdürebilir ama yarın bu yitirilmiş olacaktır.

Güvenceler vardır, ama topluluk kargaşaya karşı henüz yeterince bağışıklık kazanmış değildir. Ölüm ve doğum, insanın yalnız başına yaşadığı deneyimlerdir. Yalnız başımıza doğar yalnız başımıza ölürüz. Anamızdan kopup dünyaya geldikten sonra ölümle bitecek olan o sancılı yolculuğa çıkarız. İşin sonunda yine yalnızsızızdır.

Yalnızlığımız da bir karşı koyuştur hayat içinde, kadında Hıristiyanlıkta ve Kur-an’a bakacak olursak İslamiyet’tin doğuşundan bu yana (ilahiyatta da halen mal görüşü egemen kılınıyor) hep mal olarak görülmüş ama O’da bir karşı koyuşla ayakta durmasını hep becermiş direnmiş, karşı koymuştur, aşk’ta öyle.. Âdem ile Havva’yı hatırlatmakta fayda var sanırım ne kadar mistik olsa da…

Âdem vurdumduymaz bir adam, Havva ise ilk başlarda onun gibi davranmış ama kıskançlıktan olacak ki, Âdem’e kur yapmaya başlamış, fesat bir kadın. Özetle ne Âdem ne de Havva aşkı becerememiş iki insan. Zorunlu birliktelik desem daha doğru olur. Aşk bahis konusu olunca Âdem ile Havva örnek verilir (komik gerçekten de) ama aşkı yaratamayan iki kişi yüceltilir durulur hala. Uzatmayayım aşk insanın yarattığı bulduğu bi’şey… Burada sadece vesaireler kalıyor geriye, o vesaireler içinde de ben bu hayat hızlı akıp giderken en umursamaz bir karşı koyuş tavrıyla direniyorum bu burjuva toplumda.

Kapitalist toplumda 
Louis Aragon’la noktayı koyayım, bakın ne diyor Aragon “Mutlu Aşk Yoktur” adlı yapıtı için: "Kendimle uzlaşmak gibi bir arzum yok, olmadı da hiç. George Brassens'in bestelediği ve yaygınlaştırdığı Mutlu Aşk Yoktur, 1943'de yazdığım bir şiirin dizesidir. Söz konusu mutsuzluk, işgal yıllarının mutsuzluğu. Fransa'nın içinde bulunduğu o acıklı durumda mutlu bir aşk olabilir miydi? Ortak bir mutsuzlukta bireysel mutlulukların olamayacağı teması, o zamanlar işlediğim bu tema, aslında, hemen yazdığım tüm yapıtlarda da var. Gerçekten, bu şiirde ortaya çıkan sorun, mutlu aşkın olup olmayacağı değil, mutlu çiftin olup olmayacağıdır. Kadın-erkek çiftini, erkeğin ve kadının en yüce şekli olarak düşündüğümü söylemiştim. Umarım gelecek günler kadın-erkek çiftine mutluluk taşır."

Evet, Aragon’a katılmamak mümkün değil ama öncelikle bugün için bu 21. yüzyılda burjuvazinin gök kubbeleri arasında aşk ya da mutluluktan söz etmek II. dünya savaşından da daha da çok kayıp veren günümüz kapitalist çağında şuandaki insanlık. Ve bugün kalkıp aşk ya da mutluluktan söz etmek karşımıza bir duvar gibidir. Emperyalizm içimizdedir ve kapitalizm emperyalizmdir şimdi.

İşte bunları düşününce; çevremden ve yanı başımdan geçen insanları düşünüyorum ve hepsi içlerinden bir Dua’yı mırıldanıyormuş gibi: Hayat güzeldir… Hayat güzeldir diye… Peki, hayat güzel midir gerçekten diye sorası geliyor insanın (?) şu gök kubbe arasında ki akıp giden  insanlara.

(?)

28 Ekim 2012 Pazar

AKP’nin barışı

AKP “barışçı”, PKK’yi silah bırakmaya ve herkesi Erdoğan’ı desteklemeye çağıracak bir Apo arayışında. BDP’nin tezi ise, “Kürtlerin meşru temsilcisi, sözcüsü bir Apo.” Oysa kıstas şu olmalı: emperyalizme kim boyun eğmiyorsa, Kürtleri onlar temsil etmeli!

Cumhuriyet üzerine perde açıklama

On yıldır AKP’yle muhatap oluyoruz, olmak zorundayız. Böylesi bir zorunluluğumuz var. Bir değil, sözüm ona bin ton reform yaptılar, özelleştirdiler, sattılar, peşkeş çektiler, ekmeğimize karıştılar, aşımızdan çalıp masalarına koydular. Ermeni Sorunu diyerek kendi dönemlerinde Hrant Dink’i Fethullahçı (eski istihbarat daire başkanı) Ramazan Akyürek’e kurban ettiler, çakma Hizbullahçıları salıverip, Sivas Katliamı’nın sanıklarına yol açıp, salıverdiler, Alevi, Roman, Kürt açılımı derken Kürt Sorunu’nu süresiz ve dönüşümsüz ‘Açlık Grevi’ne dönüştürdüler. 

Şimdi de Cumhuriyet Sorunu’muz var, AKP hakikaten pis işler yapıyor, bundan da gocunmuyor. Öyle ya ikinci cumhuriyet döneminde ‘Cumhuriyet’i korumaya ihtiyaç duyanlar tasfiye edildiklerinden bi’haberler. Cumhuriyetin korunmaya ihtiyacı yok, yeni bir cumhuriyeti kurmaya ihtiyaç var. Kurulacak olan üçüncü ‘Cumhuriyet’ mutlaka ‘Sosyalist Cumhuriyet’ olacaktır. Anadolu toprakları başta olmak üzere trafik polislerini, askeri bölükleri ‘işgal’den kurtaracağız! İttihat ve Terakkicilere duyurulur!

8 Ekim 2012 Pazartesi

Ölümsüzlüğünün 45. yılında anısı mücadelemize rehber olsun!

"Her yerdesin / Kızılderililerin bakırdan rüyalarında / Dalga dalga isyanında karaderilinin / petrol kuyularındaki, tuzlalardaki ömürde / Korkunç çaresizliğinde muz bahçelerinin / Kesimhanelere yetiştirilen sürülerin yayıldığı pampada / Ve şekerde ve tuzda ve kahvede / Öldürüp yok etmek istedilerse de seni / Dökülen kanda yaşıyorsun / Kumandanımızsın / Dostumuz..." (Nicolas Guillen)

25 Eylül 2012 Salı

Arkadaş Zekai Özger'e saygıyla

Arkadaş Zekai Özger ve şiirleri hep ilgimi çekmiştir, bir giz var bana göre Zekai Özger’de. Kısa bir biyografi bilgisi geçeyim: Kaldığı yurt faşistlerin baskınına uğradığı zaman aldığı darbelerden dolayı bir gün sonra beyin kanamasından ölen güzel adam. Öldürüldüğü baskını anlattığı bir şiir de sığdırmıştır o kısacık güne. 1948 Bursa doğumludur. Basın Yayın Yüksekokulu’nu bitirmiştir.
İlk şiiri 1968’de Soyut Dergisi’nin 28. sayısında çıkar; “Sakalsız bir oğlanın tragedyası” bu ilk şiirinde ikinci yeni etkisini gösterir. Bir 5 Mayıs 1973 sabahı sokakta ölü bulunur. Beyin kanaması raporu verilir. Henüz 25 yaşındadır.
Politik şiirlerinin yanında, “Zeki Müren’i seviniz”de deme cesaretini gösteren şair. Bir de, “Kendime kendimden başka kendim yok”da der…
Arkadaş Zekai Özger şiirlerini okumak için tıklayınız!

16 Eylül 2012 Pazar

Ortadoğu’da ki Müslüman kediler

Emperyalizm tarafından “Arap Baharı” olarak adlandırılan heyula üzerinden uzun bir zaman geçti. Suriye’yi abluka altına alalım derken birden bire İslam karşıtı bir filmin internet de dolaşıma çıkmasının ardından yine Mısır’la başlayıp Libya’ya oradan da Yemen’e, Lübnan ve birçok Arap ülkesine yayılan protesto eylemleri başladı.

Bu konuya başka bir yazı da değineceğim.

Ortadoğu’da Tunus’la başlayan ve Mısır, Libya’yı da içine alan süreçte görüldük ki, devrilenlerin yerine seçimlerle gelenlerin bir belirleyiciliği yok, orada inisiyatifin başlı başına emperyalizmin elinde olduğunu bir kez daha gördük. Ancak bugün bunu görmek istemeyen solcular, sosyalistler var. Öyle ya bunlar, emperyalizmin Suriye’ye müdahalesini de meşru görüyorlar.

Oysa Ortadoğu’da Müslümanların emperyalistler tarafından galeyana (genelde bunu çok sık yapıyorlar) gelerek gerçekleştirdikleri katliamlarına da dini motifler ekliyorlar, örnek mi (?) sık sık tekbir getirip huşu içinde saçma sapan - dengesiz hareketler içine giriyorlar. Hayır, söylemek lazım bunlara, moda oldu ya şimdi ünlü ünsüz bütün Twitter kullanıcıları da buna benzer şeyler yapıyorlar, tuvalete gitmelerini, içtikleri meyve sularını, kullandığı su firmasını ve içtiği suyu ve yediği her haltı nasıl orada paylaşıp, twit atmaya benziyorsa, ABD’nin koçbaşı Müslümanları da yedikleri her halt ve boku pislikleriyle yaparken tekbir getiriyorlar.

Halbuki Ortadoğu’daki iktidarların değişmesi halkın kendi özgür ve bağımsız iradesiyle olmadıktan sonra bir anlam teşkil etmiyor. Daha önce de söylemiştim, Ortadoğu’da bugün için değişen tek şey, eski sahiplerle yeni sahiplerin yer değiştirilmesi olayıdır, çünkü Amerika Birleşik Devletleri ve diğer Batı’lı emperyalist ülkeler böyle istiyor.

Öyle ya Mübarek kim, Müslüman Kardeşler kim?

Bir bakalım: Mısır’da cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde de bu böyleydi. 2011 Ocak ayındaki Tahrir eylemlerinde ismi duyulmaya başlanan Mısır’daki Troçkist bir örgüt, Devrimci Sosyalistler (DS), şunu savunuyordu: “Bazen İslamcıların yanında yer alabiliriz ama devletin yanında asla”, “Devrimci Sosyalistlere göre Müslüman Kardeşler ikiyüzlü ve karşı-devrimci olabilir, bunları da gerektiğinde teşhir etmek gerekir. Ancak eski rejim, askerler ve İslamcılar arasında bir seçim yapmak gerekirse ikincisini tercih edilmelidir. Hem (Müslüman Kardeşler ve Selefiler) Mübarek’e karşı gerçekleştirilen “devrim”de yer almışlardır hem de bunlar homojen bir bütün değildir, Müslüman Kardeşler ve Selefilerin saflarındakilerinin bir kısmı sosyalistler tarafından örgütlenebilir.”

E, onlara göre Mübarek’i grevlerle protesto eden işçi sınıfı içerisinde “Sakalı beline de uzanan” işçiler de mevcuttur…

Sonra şöyle diyor Devrimci Sosyalistler, “Müslüman Kardeşler’e ne kadar kızsak da seçimlerden sonra devrimci hareketi güçlendirebilmek için Mursi’yi desteklemekle de kalmayıp oy vermeliyiz” demiştir. Tanıdık geliyor değil mi? Bizde her seçimlerde AKP’yi devrimci bir parti olarak gören sol züppeler var, bunlar sabah akşam Tv’lere çıkıp stratejik- stratejik analizler yapıp boy gösterirler, bugünlerde pek yoklar ama ya seçim dönemlerinde ya da AKP’nin başı derde girdiğinde genelde inlerinden çıkarlar.

Bir de Ortadoğu uzmanlarımız var, mesela Haber Türk kanalı bunu çok yapıyor, denk geliyor bakıyorum valla. Bütün programcılarının zoraki kafalarına monte edilmiş gözlükler, bir elinde kalem düşünüyorum kardeşim pozları ve makyaj kazanına düşmüş allak bullak bir görüntü ve bir gece düzenlenmişte partiye katılıyormuş hissi veren gece elbiseleri, bu silsile içerisinde ahkam kesiyorlar. Söyledikleri hiçbir şeyin de inanın gerçeklikle alakası yok, dezenformasyon habercilik nasıl yapılır ya da bir haberi nasıl maniple edersiniz konusunda belki izlenebilinir ama bunun dışında hakikaten bir bok öğrenemezsiniz bunlardan.

Öğrenen varsa bi’zahmet bilgi versin: Efendim ben şöyle şöyle şunu öğrendim diye.

Onlara bakınca öğreneceğimiz tek şey belki de bu olabilir: “AKP’yi siktir et ama Ortadoğu’yu siktir etme” toplumsal ve iktidar şuursuzluğundan öğrendiğim tek şey.

Bu yüzden TV kutularından çıkıp biraz okumak ve sorgulamak gerekiyor. Tabii okumak deyince de başka bir sorunsalla karşı karşıya kalabiliriz. Mesela her konuda bildiğimizi okuyoruz, onun bunun canına okuyoruz (bunu genelde AKP yapıyor), dua okuyoruz, sürekli göbek möbek atarak şarkılı markılı bir şeyler okuyoruz.

Ama kendimize de bir yol bulmak zorundayız, özellikle de bugünlerde medyanın içinde bulunduğu içler açısı durumunda bunu da okuyarak yapabiliriz.

Neyse konuyu toparlayayım.

Amerika bugünün koşullarında ve bugün için emperyalist bir devlet olarak dünyanın tepesinde istediği her haltı yiyebileceğini sanıyor, Tayyip’te zaten o güce güvenerek Suriye’ye karşı çemkiriyor, dış politikada da yalnız kaldıklarını söylememin bir gereği var mı bilmiyorum ama Amerikan ağzıyla konuşup Clinton’la el şaklatan Davutoğlu denen küçük BOP hergelesi Suriye’de Esad ne zaman yıkılacak diye gün veriyor, ama Esad nedense bir türlü yıkılmıyor, Özgür Suriye Ordusu diye lanse ettikleri hırsızlar ve çapulcu ordusuna akıttıkları tonlarca para da çabası.

Dedik ya mırıldanıyorlar normaldir, netice de Tayyip kliğine Ortadoğu’da biçilen ve verilen misyon bellidir, Müslüman ülkelere zabıtalılık görevi. Görevini yapamadığında da, bas bas bağırıyor ağa babasına: “Sayın Obama size bir çift sözüm var: Mi yaww, mi yaww.”

Her haltı yedikten sonra tekbir getiren Müslüman kedilerin bu mırıldanmaları kesilmeyecek gibi görünüyor.

Şimdilik geçelim, bunlardan duygudaşlık sözcükleri zaten beklemiyoruz.

Sadece not ediyoruz: bilinsin isteriz yazılan her şey onların aleyhine bizim de hanemize yazılmaktadır.

6 Eylül 2012 Perşembe

Bu şarkı halkın şarkısıdır


Suavi, son aylarda yaptıkları eylemlerle gündemden düşmeyen sosyalist hacker grubu RedHack için bir şarkı yaptı.

İşte Suavi'nin şarkısı ve sözleri:

Anlamadan olmaz
bizi önce bir an anla
bizim işimiz olmaz yalanla dolanla
ula yine karıştı sapla samanla
biz ayıklayacağız bekle zamanla
RedHack RedHack

Red kırmızı demektir
az değil çok emektir
jilet sırtı yollardan korkmadan yürümektir
anla yalnızca anla
destek at çözülsün pazıl
direndikçe haksızlığa olalım daha da kızıl
RedHack Redhack

Derdimiz kişisel değil
derdimize sen de eğil
çığlık atan belli ama
çığda kalan belli değil
kurda kuşa yem olmadan
Temmuz'da ayaz vurmadan
vazgeçmeyiz davamızdan biz deşifre olmadan
RedHack RedHack

Madem illegal bir oyun
hadi ismini siz koyun
sanmayın ki bu halk koyun
hackler bir gün çobanını
halka kazık attınız
tek tek her şeyi sattınız
adalet terazisine yalnızca hile kattınız
RedHack RedHack

Sanat kadar estetik
devrim kadar saygın olalım yeter dedik
hadi gözümüz aydın
bütün sırlara karşı sınırsız sır savaşı
bilinmeyen kalmasın
RedHack yaptı işbaşı
RedHack RedHack

Bunlar ne yapmış kardaşım ya
bunlar terörist yapmış
olum ne alakası var ya
hack diyorlar hack
RedHack bunlar da
bizim uşaklar

Hadi bize eyvallah
mahşerde buluşuruz
engel bize vız gelir
haklıyız konuşuruz
RedHack RedHack

Ha bunlar bizim uşaklar da
Ha bakayım uşağım dikkatli olun ha

3 Eylül 2012 Pazartesi

Kur'an kavramından karşımıza çıkan geri zekalılar

Erdoğan’ın 5.5 yaşındaki çocuklarının okula gitmemesi için rapor alan ailelere saldırarak, “66 ay ile ilgili rapor alanlar benim evladım geri zekalı diyor” sözleri üzerine yani bilim dışında (kendisinin saçma sapan metafizik görüşleri de dahildir) her şeye inan Erdoğan kliğine cevaben yazıyorum.


Katıldığı davetlerde “En az üç çocuk” diye fink atıp, bütün çocukların kendisi gibi olmasını isteyen, herkes üç çocuk yaparsa başının göğe ereceğini sanan biriyle karşı karşıyayız. Bilinsin istiyorum, bizlerin üç çocuğu yok, ama bir, bilemediniz iki çocuğumuz elbette var. Erdoğan kliğinin çocuklarına karşı duracak, durabilecek çocuklar bunlar. Yani meydan boş değil. . Doğuyorlar, doğacaklar, kural bu. Bazıları yeni emekliyor, bazıları konuşmayı öğrendi ve artık parmağıyla gösteriyor hedefi: “İşbirlikçi”, “satılmış”, "şekilci", “dini ağızlarına pelesenk etmiş...” diye açık açık bizi yönlendirip, düşmanı gösterecekler..

Bilinsin ve duyulsun istiyoruz, emperyalizmin eşbaşkanı olan baş klik, geri zekalı olan o raporları alan değil, geri zekalı olan senin sapık ve ezik sistemin, geri zekalı olan senin telaşa düşmüş ve şişen damarların, yüzünün allı morlu rengi, sesini çatallandırıp, kaşını gözünü oynattırman.

Öyle ki 4+4+4 modeline, eğitim olarak ders müfredatı gibi bir bölüm ekleyerek peygamber şakaları diyerek, yaşam tarzı koyuyor Milli Eğitim Bakanlığı'nın modeliyle ortaya çıkan, bu karar kurum olarak kendisini tasfiye etmek anlamında açıklanabilir yalnızca ve bu şekilde yorumlanmalıdır. Böylesi modeller netice itibariyle, bir ülkede okulları denetleyen, takip eden, öğretmen yetiştiren, eğitim sistemini oluşturan bir devlet kurumunun (aygıtının) olmasa da olabileceği bir modeldir. Yani başıbozukların istemeyipte, kendiliğinden kurulabilecek bir durum ve model. Öyle ya Hz. Muhammed’in hayatını öğretirken bizlere, Feto'nun Muhammed’inin şakalarını çocuklarımıza öğreteceklermiş, hakikaten şaka gibi.

Zorluyorsun: şansını ve ülkeyi zorluyorsun! Halkı zorluyorsun, tabanını zorluyorsun bütün şakalar arasında kendini zorluyorsun. İşte en kötüsü de bu!

En büyük şaka da Erdoğan gibi (yaşı da bayağı var) çocukça hareketler yapıyor olması, artık gerisine siz karar verin.

“Geri zekalı kim” diye?

24 Ağustos 2012 Cuma

Devrim haklıdır

III. Alexander'ın heykelinin yıkılması, Moskova 1918.
Gerçekten de pek az imaj bu kadar etkili olabilir. Kışlık sarayın önünde devrime koşan Bolşeviklerin görüntüsü yok ama Çar'ın yıkılan heykeli 1917'yi tekrar edebiliriz diyor. Kimse yenilmez değildir. Burjuvaziyi mülksüzleştirecek yegane güç devrimdir. Devrim haklıdır. 

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Mahir: 'Tarih yazmıştır'

Mahir, (On’ların Öyküsü) kitabını bundan 6 yıl önce almıştım, kitaplığımda Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya kitaplarının tam da ortasında yer alması gereken bir isim ve hayat olduğu için özenle edinmiştim.. O zaman ki baskısı Ozan Yayıncılık tarafından yine Turhan Feyizoğlu’nun kaleminden yansımıştı, objektif resimler, yana yatmayan doğru cümlelerle.

Bu yeterliydi de, ta ki Ozan Yayıncılık tarafından ilk baskısı olan kitabı kuzenime isteyip verinceye kadar, kitap önemlidir bende, yerinde durması gerekir düşüncesini taşıdığım için, kuzenim kitabı okumak isteyip - alınca bir daha geri istememe ihtiyacı duydum. Duymamanın sebebiyse utanma duygusundadır. Netice istemedim… Okusun evine gelenler görsün, çocukları öğrensin Mahir’i.. Hediyemdir, bilmiyor kendisi, hatıram olsun!

Kitaplığımda yer alsın diye gidip yenisini aldım. Öyle öğrendim Turhan Feyizoğlu (yanılmıyorsam) telif haklarını Alfa’ya vermiş, eski yeni bütün yapıtları şuan Alfa kitap tarafından yayımlanıyor. Ne diyeyim hayırlı olsun, zira yeni kitap görsellik açısından da daha yalın, net ve sade olmuş. Mahir’i bilmeyen adam için al benisi de var. Bence öyle…

Turhan Feyizoğlu’nun Alfa Yayınları’ndan çıkan kitabını yeni alırken not etmişim: Ağustos 2011 diye, sevdiğim bir yapıt. Sağ olsun, yazarın emeğine sağlık. Alın okuyun derim. Mahir’i tanıyın. Hani şu hepimizin siper yoldaşı olan, kimsenin üzerine basmadan yükselen ismi.

Öğreticidir, anlamlıdır…

Şimdiden söyleyeyim: Mahir (!) Deniz’dir, İbrahim’dir…

Okuyunca göreceksiniz. .

3 Ağustos 2012 Cuma

Sopa diplomasisi

Geçenlerde ABD başkanı Obama’nın Oval Ofis’te telefonla görüşürken çekilen bir fotoğrafı Beyaz Saray’ın resmi sitesinde yayınlandı. İşin ilginç tarafı ve benim ilgimi çeken ve de yazmaya iten şeyin fotoğrafın tam da Obama’nın Erdoğan’la görüşmesi sırasında çekildiğinin Amerikalılarca belirtilmesi.

Bazıları (hani şu yandaş ve yalaka diye tabir edilen medya ve başkalarının) bunu görmemesi görenlerinde Obama’nın kendisi, ahizenin rengi, Obama’nın tuttuğu telefon bölümünün yansıttığı mesaj: peki ya kadrajın altında gözdağı gibi duran asıl görüntünün mesajını nasıl algılayacağız?

Erdoğan’la telefonla görüşüldüğü sırada çekilen fotoğrafta, Obama’nın diğer elinde oldukça da sıkı tuttuğu anlaşılan beyzbol sopası da görülüyor.

Obama’nın üzerinde takım elbise olduğuna göre, herhalde beyzbol maçını yarıda bırakıp telefon başına koşmadı ya da Beyaz Saray’daki danışmanlarını hizaya sokmaktan da ara verip gelmemişti?

Peki, nedir bu boynundan sıkıca tutulup sert biçimde tabana indirilmiş sopa görüntüsü?

Öyleyse soruları sıralayalım: 1) ajanslara yansıyan habere göre, Obama ve Erdoğan telefon görüşmesinin olduğu anda “Suriye’de demokratik bir geçiş sürecini desteklemek için ABD ve Türkiye’nin birlikte çalışması konusunda yakın temas kararı”nı almış olması, 2) yine o anda, yani Obama’nın elindeki sopayı ritmik bir şekilde yere vurduğu sırada “Esad’ın yönetiminden ayrılmasını ve Suriye’deki siyasi geçiş sürecinin hızlandırılmaya yönelik çabaların koordinasyonun” ele alınmış olması…

Konuşmanın içeriği ve Beyaz Saray sitesine konulan fotoğrafta dikkat çeken ana unsur, diplomasinin geldiği yer. Öyle ya Erdoğan’la görüşürken elinde sopa olduğunu dünya aleme duyuran Obama ne demek istedi, buradaki mesajı nasıl algılayabiliriz.

Yoksa emperyalist kuşatmaya rağmen Esad’a destek çıkan Rusya, Çin ve İran mı ve/ya da “Suriye ile ilgili sana verilen görevi yapamıyorsun” demek istediği Erdoğan mı? Bunun yanıtını veremeyiz ama o anda, başkan Obama’nın konuştuğu telefonun diğer ucunda kim vardıysa, yanıtı en iyi o bilir ve verebilir!

Ee, ne diyelim Allah’ın sopası yok, ama Obama’nın var!

29 Temmuz 2012 Pazar

Katliamlar, saldırılar AKP ile sürüyor…


Padişah bozuntusunun 'kindar' ve 'dindar' gençliği katliamlar yapmak istiyor. Malatya Doğanşehir’de saldıran yobazların ipleri emperyalizmin ellerindedir. Bu köhnemiş faşist İslamcı zihniyetin karanlığına ve yobazlarına karşı duracağız!

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Ters yüz...

Konu şu, Pepe ve Keloğlan çizgi filmlerinde Alevilik ve modernlik propagandası (anlamadığım modernciliğin neresi kötüyse(?) yapıldığını iddia eden İsmailağa Cemaati, bu çizgi filmlerle küçük çocukların zihinlerinin kirletildiğini iddia etmiş. Ortaya böyle saçma bi’şey çıkınca da konu ister istemez başka yönlere doğru seyir (ediyor) eğliyor. Malum, İsmailağa Cemaati taraftarları ile bir dönemler şu Karaköy’de çay satan Cüppeli Ahmet Efendi’nin paraşütle İsmailağa’ya yerleştirilmesinden sonra, taraftarlarının gizli entrika ve çekişmesi ivme kazandı, malum Cüppeli daha popüler, daha magazinsel, kimilerince şirin, kimilerince de orospuçocuğunun önde gideni, yine kimilerine göre de Fethullah kliği Türkiye’de bütün güç odaklarını, (Yargı, HSYK, Danıştay, Anayasa, TSK, Emniyet gibi kurumları eline geçirip, Erdoğan kliğinin elinde de sadece kurum olarak bir MİT kalınca, sağı ve solu da bir potada eritince, gözünü irili – ufaklı diğer cemaatlere dikti) bu bir iddiayı şuan geçmiyor ama en zengin cemaatin İsmailağa olduğu iddia ediliyor ve trilyonlarca mal varlığından söz ediliyor.

Zaten bütün bu pratiklikler bunu gösteriyor…

Şimdi diyeceksiniz ki, iki gün önce Fethullah Gülen cemaatine sarıyordunuz n’oldu da yörüngeniz değişti. Söyleyelim, bu ülkede çeşitli AKP’li milletvekilleri çeşitli açıklamalar yaptılar, (hakikaten de çeşitler) örneğin biri kalkıp Erdoğan’a dokunmak ibatedir, bir diğeri de kalkıp Erdoğan ve şürekâsı peygamber soyundandır dediği gün ses çıkarmadık da hata yapmışız diyeceğim ama ses çıkarmıştım kendi adıma, şükür “Yetmez ama evetçi”lerden değiliz, öyle ya örnek sunmak gerekiyor, öyleyse örnek vereyim…

Şunu söylemiştim “Erdoğan’a dokunmak ibatedir” diyen milletvekilinin açıklamasına karşın: “Yiyorsa kaldırın dokunmazlıkları da, dokunalım. Millet ibadet görsün” diye belirtmiştim, bunun üzerinden bayağı bi’zaman geçti, bu’gün ve birkaç gündür de çizgi film karakterlerini konuşuyoruz, anlayacağınız her şey bize özgü, Müslüman ve Türk’üz ya, şu dünyanın bütün saçmalıkları, gariplikleri bizi bulmak zorunda.

Evet, kabulümdür: İsmailağa cemaatine sarıyorum, dünde - bugünde Fethullah efendiye sarmaya devam edeceğim… Şükür etmekten söz ettim ya, bir de “Şüphesiz” ki cümlesini ekleyelim, şüphesiz onlar kadar dindar değilim ve buna şükür ediyorum… AKP gibi partilerin iktidar olduğu yerde ve özellikle de Tayyip gibi niteliksiz devlet yöneticilerinin olduğu yerde görevimiz başlıyor diyorum.

Doğamız gereğidir: bizim işimiz gericilikle, dinselleşmenin karşısında (ilericilikten, aydınlamadan, çağdaşlıktan ve özgürlüklerden) sosyalizmden söz etmek. Etkin konu şuan bu, Türkiye’yi AKP gibi ne i-düğü belirsiz ve aşırı emperyal tutkular ve de tutkalla Batı’ya bağlı şekilde emperyalizmin işbirlikçisi bir iktidar yönetiyor, onlar var(lar), biliniyor bu iktidar gücünü din üzerinden üreterek, günü kurtarıp riyakârlıkla oy kazanarak çoğunluk kazanıyor. O yüzden İMKB’de Pepee’nin ya da Keloğlan’ın mezhepsel tartışmaları konusu bir yana, bu tür kısır tartışmalar üzerinden güç kazanmaya çalışan İsmailağa cemaati gibi silah kaçakçılığı yapan bir örgüt değer kaybettikçe, güç kazanmak adına (kanımca) bu tür sığ ve siyasal magazinsel yollara başvuruyorlar ki, bütün bu tartışmalar sığlığını asal olarak, cemaatler arası kavgadan dolayı kazanmakta ve birinci (Kemalist) cumhuriyetin sınıfsal olarak burjuvazinin gerici bir fraksiyonun değil, bütününün tarihsel tercihi olarak karşımıza, bize, tarafımıza sunuluyor. Bu yüzden ne de Fethullah gibi uluslararası fason bir cemaat değerini kaybedebiliyor ne de bu tür sistemlerde neoliberal, piyasacı yaklaşımlarla aslında birbirini tamamlamaya çalışırken, kendilerini de bilmeden eritiyorlar.

Meseleye bakın: sen mi ben mi?

Öyle ya bazen düşünmüşümdür: “Acaba bir tarikat mı kursam (?)”, eğer bi’gün bu tür saçma işlere girersem iddia ediyorum altı ay bilemediniz son bir yıl içerisinde Türkiye’nin sayılı zenginleri arasına girerim (?), diyorum.

Jiyan.org’da Veli Bayrak demiş ya katlıyorum: “Ne diyelim keşke herkes zalimin karşısında Alevi’ye benzese, keşke herkes zulmün karşısında Ali’ye benzese de kimse size benzemese!”

Dedik ya: Türkiye’de yetersiz, göstermelik, biçimsel, şekilci ve halka kapalı yüzeysel gericiliğin göstergesini, aşağılayıcı bir tarzda egemen güçlerin inanç ve vicdan söylemini, özgürlük yaygarasını AKP iktidarının (devletinin) demokrasi olgusunu kullanarak, gericiliğin örtüsü olarak kullanmakta.

Netice de Kur’an’a “Press” baskı uyguluyor bu iktidar, üstelik bunu son on yıldır yapıyor, birileri bu “press” uygulamaya bugün uyandı, bazıları da daha önceden. Sonuç olarak yiyen yedi bu demokrasi hikâyesini ve kendince Polyanacılık oynadı. .

Doğrudur, Polyana’da, Pinokya’da çizgi film karakteridir, biri mutlu olur, diğeri yalan söyler ve sonuç olarak gerçekle tanışırlar.

Aklınızın bi’tarafına yazın: bu ülkede herkes (sağcılar, demokratlar -ki işleri budur- liberaller) teslim olup çeşitli bayraklar tepelerinde dalgalandırabilirler.

Bu ülkenin dinamosu, can alıcı noktası olanları yani Alevileri ve ne de Türk-Kürt halkının ilerici kesimini yabana atmamalı Tayyip öğrenecek, herkes teslim olabilir ama bu iki zümre kesinlikle bu biat kültürüne biat etmez. Tarihte de görülmemiştir, doğasına aykırıdır, ne Yavuz Sultan Selim ne de diğer Osmanlı kalıntıları, ne de 800 yıl önce Yezid’e denk düşen şavşatalı yaşamı arzu eden ibneler, akılarının (kıçlarının) bir kenarına yazsınlar, Pepee bilmem ne vesile oldu belirtelim istiyorum: yağma yok, demokrasi aristokrasisinin evlatlığını yapıp orospuçocukluğunun anlamı yok.