11 Aralık 2017 Pazartesi

"İsrail bir terör devletidir”

Kolaj: @_siche
Filistin coğrafyasında Siyonist İsrail devletinin katliamlarını ifşa etmek 'İsrail bir terör devletidir' demek gerici dinci akımlara kolay geliyor. Oysa pratikte emperyalistlerin oyuncağı olmuş AKP’nin hem İsrail politikaları hem de içeride kendisi gibi düşünmeyenlere uyguladığı baskı, zor ve şiddet ortadayken mesele meşru mücadeleyi yürütmeye gelince aralarında pekte bir farkın olmadığını görmek kaçınılmaz. Ödevimiz dini ritüellerle kuyrukçuluk yapmak değil, Filistin mücadelesinde öncülük edecek devrimci bir partiyi hem Filistin özelinde kitlelerin örgütlenmesi için hedef göstermek, yönlendirmek hem de Anadolu topraklarında yaratmak olmalıdır. 

9 Ekim 2017 Pazartesi

Öldüremediler gerillayı

Che, bütün isyanlarıyla geri geldi. Zaten o hiçbir yere gitmemişti ki...
O’nun emperyalizme karşı verdiği gerçek mücadele her yerde yinelendi ve devrimci, özgürlükçü örneği bizler için halen geçerli.

Che'nin ispatladığı bir gerçek bu, en yalın şekilde bizlere gösterdiği devrimcilik bir meslektir gerçekliği. Çünkü o doktor olup insanları iyileştirmekle uğraşacağına gerilla olup insanları iyileştirecek bir devrimci düzen kurmaya girişti. Ve kurduğu düzen o kadar başarılı oldu ki kendisini infaz eden katilini bile iyileştirdi! Kim bilir ilk başlarda annesi, babası belki hayıflanmıştır oğlunun doktorluk yerine devrimciliği seçmesine... Evet, Che aslında katili Mario Teran'ı çoktan affetti. Çünkü o basit ve kandırılmış bir askerdi. Che şu an kendini kandıran başkalarına bakıyor.

Doktorlara... Mühendislere... Avukatlara... Öğretmenlere... Askerlere... Savcılara… Başbakanlara… Cumhurbaşkanlarına bulundukları makamları insanlık için birer velinimet olduğunu düşünerek kendilerini kandıranlara. Çünkü kazanan Che oldu. Devrimci olmayan doktorların, avukatların, mühendislerin, öğretmenlerin, savcıların ülkeleri ve rejimleri insanlara eğitim, sağlık, adalet sunamıyor ama Che'nin ülkesi ve düzeni sunuyor. 

Che gülümsüyor, çünkü gerilla başardı! Mario Teran en fazla utanç içindedir. Ama utancın büyüğünü kandırılmışlar değil, kendilerini kandıranlar ve başkalarını kandırmaya (!) çalışanlar yaşamalıdır.

Öldüremediler gerillayı, çünkü Che'nin düşünceleri, gerilla mücadelesi, direnişi emperyalistlerin düşünemediği kadar yeni, güncel, güçlü ve 1967'den bugüne önderliğini sürdürüyor. Che aynı anda her yerde ve hiçbir yerde. Hepimizin gözlerinde, hepimizin yüreğinde ve yüzlerinde bir Che var, ‘Hasta la victoria, siempre’ diyen...

Che üzerine ilgili yazılar:

14 Haziran 2017 Çarşamba

Che bütün isyanlarıyla geri döndü, zaten o hiçbir yere gitmemişti ki

Che, aşkın daraltılmış tüm tariflerinin reddidir ve tüm devrimciler için bir yüzleşme zeminidir...
Che’yi efsane yapan: Fidel ve O’nun önderliğinde ki Küba devrimi ve daha sonrasında giriştiği diğer Latin Amerika kıtasında ki devrim deneyimleriydi. Kuşkusuz Che’yi bir devrimci olarak olması gerektiği gibi davrandı ve yaşadı. Bir savaşçı, gerilla komutanı, bir teorisyen, bir bakan, bir devlet adamı ve tüm bunların toplamı olarak bir devrimciydi.

Tarih her 14 Haziran 1928’i gösterdiğinde Che’yi böyle anıyoruz… Bende ki yeri de; idolümüz, ikonlaşan ve mitleşen enternasyonalist bir değer. Bu yüzden Che’nin, doğduğu ve katledildiği günün de önemi yok aslında, istenmediği kadar ölümsüz. Yaşı sabit değil bu yüzden, öyle ya tarih 14 Haziran 1928 ve Che’nin doğum günü olunca aklıma 2005-2006 yılları arasında kitaplığımda yer alan Jon Lee Anderson’un İthaki Yayınları’ndan çıkan “Che Guevara, Devrimci Bir Hayat” adlı yapıtı geliyor. Belirtmem gerekir ki Anderson’un Che üzerine yazdığı kitap şimdiye kadar yazılmış en kapsamlı ciddi portreyi ve biyografiyi oluşturuyor.  Şüphesiz eser, yirminci yüzyılın en büyüleyici devrimcilerinden birini, bugüne kadar bilinmeyen pek çok yönüyle aydınlattığına kuşku yok. Che'nin gizemli hayatı bu kitapla biraz daha aydınlanmış oluyor. Fakat en çokta her zamankinden daha belirgin karşımıza çıkıyor.


Kitabın giriş bölümünde Che’nin annesinin yıllardır sakladığı bir sırdan söz ediyor. "Che'nin annesi evlendiğinde üç aylık hamileydi. Doğum belgesi, hamileliğini gizlemek için geçmişe dönüktü." (John Lee Anderson, Che Guevara: Devrimci  Bir Hayat, sf. 17-18, 1997) 

Sır şu:
“…Aslında nüfus kâğıdında yazılı olan tarihten bir ay önce, 14 Mayıs’ta dünyaya gelmişti. O, ikizler değil, dik başlı ve kararlı bir boğa’ydı. Bu kandırmacaya başvurmak zorunda kaldığını, çünkü Che’nin babasıyla evlendiğinde üç aylık hamile olduğunu açıklamış, evlendikten hemen sonra Buenos Aires’ten ayrılmış, Misiones’in uzak ve insan eli değmemiş ormanlarla kaplı bir bölgesine gitmişlerdi. Orada, kocası bir çay plantasyonunda işletmeci olarak çalışırken, kendisi de hamilelik dönemini Buenos Aires sosyetesinin gözlerinden uzak geçirmişti. Hamileliğinin son döneminde, karı koca Parana nehri boyunca seyahat ederek Rosario kentine gitmiş; doğum orada gerçekleşmiş ve bir doktor arkadaşları bebeğin nüfus kâğıdına ana babayı bir skandaldan kurtarmak için bir ay sonrasının tarihini atmıştı.”
Yazarın kitapta da dediği gibi “Çocuk büyüyünce ünlü devrimci Che olmasaydı, ana babasının sırrı onlarla birlikte gidebilirdi”, bu yüzden Che Guevara modern zamanların doğum ve ölüm belgeleri tahrif edilmiş kişilerinden biridir, zira Che hayata küçük bir çelme takarak başladı.

O, hayatını tüm insanlığın kurtuluşuna adamış, hiç durmadan savaş neredeyse orada bulunmuş ve o savaşa öncülük etme derdine girmiş Arjantinli bir doktordu. Sierra'lardan, And Dağları'na ve Kongo'ya kadar devrimci mücadeleyi ilmek ilmek örmüş bir insandı Che!

'İyi kinin' en çok yakıştığı iyi ki doğdun..

Zafere kadar... 


Che üzerine ilgili yazılar:
Che’nin intikamını üç kurşunla alan kadın 
Öldüremediler gerillayı

31 Mayıs 2017 Çarşamba

Aynı gemide değiliz

“Aynı gemideyiz” diye nara atıp duruyorlar. Halk ise geminin altında kürek çekiyor, karşılarında ritmini bulmuş mahkumu davulcusuyla başlarında sürekli esirleri kırbaçlayan, “Canlanın köpekler canlanın” diye bağırıyor gibiler. Yönetenler ve yandaşları güvertede yiyip içip keyif çatıyorlar. Ağızlarından düşürmedikleri gemi, bu gemi işte.

11 Mayıs 2017 Perşembe

'Hayır'ın ötesi 'Boykot'tur

Öncelikle şunu söyleyeyim 15 Nisan referandumunda ‘Hayır’ oyu kullanan milyonların kendini çok özel hissettirdiğini söyleyeyim, hissettirmeli de. Tarih bu onursuz dönemleri elbet yazarak anlatacak. Ve elbette tarih çocuklarınız büyüdüğünde soracak, 'Anne, baba onursuz bir dönem yaşandı, sizin tavrınız neydi’ dendiğinde vicdanı rahat olacaklar var (!) bir de aksi şekilde er ya da geç bu onursuzluğu omuzların da taşıyacaklar mevcut olacak. Tıpkı geçmişte 12 Eylül anayasasının savunulacak bir yanın olmadığı gibi, bu referandum süreçlerinin bugün artık toptan reddetmek gerekliliğinin bir zorunluluk olduğunu kavramak gibi. 

Çünkü tarihin en büyük manipülasyonun da sandıklardan 'Hayır'ın çıkmasına rağmen çuvallardan çamur çıktı. Bunu biz biliyoruz, iktidar da, uluslararası kamuoyu da biliyor. Fakat bu meşru ve haklı çıkışa rağmen sokaklarda günlerce yürüyen, referandumun iktidar ve YSK marifetiyle tezgahlanmış, tarihin en büyük hilesiyle gerçekleştirilmesine dikkat çekmeye çalışanlara rağmen bir de kirli siyaset yürütenler söz konusu.

Artık şöyle düşünüyoum (!) 2017-15 Nisan hileli referandumundan sonra hayır %90, evet %10 resmi sonuçlarla açıklansaydı bile Recep Tayyip Erdoğan bunu tanımayacak ve ağzından düşürmediği o milli irade sözcüğünün aslında ne kadar anlamsız, kendilerinin çıkarları söz konusu olmadığındaysa “milli irade”nin ne kadar pespaye bir sözcük olduğunu bizlere kanıtlamak adına tonlarca şey Tv'lerden yine zırvalayacaktı. Üstelikte her zamanki gibi lümpence ve daha da çok çemkirerek..

Gerçeklikte bir yandan panikleyen bir yandan da referandum gecesi dikkat çeken yüz ifadesiyle zaferi kazanmış değil, bu sonuçla şimdi ne yapacağını düşünen ifadelerle objektiflerden korkuyu yüzüne yansıtan bir Recep Tayyip Erdoğan’da gördük.

Hileyle gelen sözde zafer gecesinden sonra iktidarı bırakacağını hiç kimse beklememeliydi ama yine de siyasal İslamcılara ısrarla güvenen (bazen bu hataya düşüyoruz), hâlâ sandığa gidebilmenin demokrasiyi savunmak anlamına geldiğine inan “seçimle gider” diyen iyimser olan aptal bir kesim var. 

Ne olursa olsun iktidarını sonuna kadar “koruma” yönünde çabalarını ve girişimlerini bırakmamak adına belki de “iç savaş”ı körükleyecek (ki 15 Temmuz kalkışması denen şey tam da bunun denenmesiydi) ama işte bu koruma çaba ve girişimlerinin en son noktası olarak, karşıdakini halen “anayasa’ya saygı duymuyorum” diyen kişinin koltuğunu korumak istercesine bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde “yasalara saygılı vatandaş” pozisyonunda temenniler de bulunanlar da var.

Yasa ve kural koyucu, kendi kural ve yasalarına uymuyor ki, yasalarıyla birlikte sana da saygılı olsun?

Bunun için AKP'nin 16 yıllık iktidarına bakmanız yeterli, secereleri kabarık. Örnek mi, 2014 seçimleri (!) öyle ki Ağrı’da belediye seçimlerini kazanamadığı için tam 16 kez itiraz ederek seçime gidildi. Keza Yalova’da da aynı süreç yaşandı. Sonuç o dönem belki de AKP için hakikaten hüsrandı. Sonrası 7 Haziran seçimleri...

Devam edeyim...


8 Mart 2017 Çarşamba

Kadın mücadelesine selam olsun

8 Mart kadınlara çiçek alma günü değildir. 8 Mart, 1857 yılında daha iyi çalışma koşullarıyla greve giden 120 kadının barikatlarda hunharca katledildiği gündür!
 

Hepimiz birisi için mi? #Hayır

'Evet' kendinden olmayan herkesin ahlakıyla çatışma, düşman yaratma. Besin kaynağı abartılmış düşman korkusu. 'Evet' bomba ve şiddet dolu. 'Evet' gelecek projesi 400 yılı geride arayarak sanal gelecek inşa edileni vaat etmek. 'Evet' herkesi teslim alma arzusu çünkü otoriter, öfkeli, kaos ve şantaja meyilli. 'Evet' mutsuzluk demek. 

'Hayır' ise bizim tılsımımız herkesin kendine göre farklı yorumladığı bir şey. İşçiler, kadınlar, çocuklar ve öğrenciler için bir umut uygulaması. Sevecenlik, komşusunu sevme, saygı, uzlaşma, barış, affetme, her insanın değeri ve iyi ahlakın üstünlüğü. 'Hayır' en temel şey; çünkü insani. 'Hayır' kaossuzluk, korkuyu yenebilecek güç. Birliktelik, sabah çayı, dost muhabbeti. Kızlı erkekli banklarda oturabilmenin keyfi. 'Hayır' sinema, tiyatro, çocuklar için oyun parkı, gericiliğin, yabancılaşmanın karşıtı. 'Hayır' hepimizin umudu, karanlığı aydınlığa çevirecek yegane güç. 'Hayır' kız çocuklarının okuma umudu, kadınların sokakta özgürlüğü. 'Hayır' herkesin eğlenceli bir yaşam sürmesinin ilk adımı, alternatifi, birlikte yaşamanın dinamosu. 


'Evet' bir kişi 'Hayır' hepimiz için! Hayır!

Hayır! Ya herkes dans edecek, ya hiç kimse

Ülke bir eşikte, bu yüzdende bu topraklarda ülke siyasi tarihinde son referandum olacak diye tabir ettiğim bir referanduma doğru gidiyoruz. Tam anlamıyla saçmalık, kuralları onlar belirliyor, onların belirlediği bir şekilde bir dayatmayla karşı karşıyayız. Saçmalığın daniskası ‘Evet’ ya da ‘Hayır’ın belirleyeceği bir karanlık. Değiştirilmiş haliyle 1982 anayasasına göre her türlü meşruiyetini kaybetmiş bir iktidar koşullarında yaşıyoruz. Ortaçağ’ın biat kültürüyle yetişenler kendilerine biat edilmesini istiyor.

Bu Ortaçağ karanlığına karşı sokakta, fabrikalarda, alanlarda direnen bağımsız inisiyatifler var. Bunun dışındakileri de artık fazla ciddiye almıyorum zaten. Toplumsal onayla oluşmamış bir anayasayla meşruiyet geri kazanılır mı bu da ayrı bir tartışma konusu. Daha doğrusu toplumsal onayla oluşmamış bir anayasayla meşruiyet geri kazanılır mı bunu zaman gösterecek. Bana kalırsa bugün gayrı-meşru iktidara karşı “bir şeyler yapılmasının gerektiği” düşüncesinde olan herkes yeni baştan konumunu ve tutumunu değerlendirmek zorunda. Olması gereken de bu. Hiç kimse kendisini yapılacak bir anayasa referandumunda ‘Hayır’larda konumlandırarak bir çıkış arayışına kapılmamak zorunda da değil ama maalesef gündemimiz bu.

Örneğin ‘Evet’çi cenahın koca medya orduları var, başkanlık sisteminin neye yarayacağına dair 'reis istiyor' dışında tek argümanları yok, çıkaramadılar. Gerçi buna karşılık muhalefetin de 'tek adamlık kötü'den başka argümanı yok. Öyle gereksiz bir sistem. Şimdi başkanlıkta demiyorlar, yine kafalarından sikintirik bir tanım buldular; ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümeti’, zaten ne kadar gereksiz bir şey varsa bunun pazarlamacısı da bilindiği gibi siyasal İslamcı pezevenkler oluyor. Ticareti seviyorlar!  

24 Şubat 2017 Cuma

Sıfırla

"Eski Türkiye" de önceden para üstüyle bakkaldan kibrit bilemedin çiklet alırdın, "Yeni Türkiye" öyle mi? Pazar yerinde çöp toplarken birileri, diğer yanda villalarda çelik kasalı devasa mahzenler, para üstüyle New York'ta gökdelen inşattı, denizaşırı ülkelerde off-shore hesabın, Michigan'da 2 milyon 895 bin 37 dolara Muhammed Ali’nin çiftliğindesin.

10 Ocak 2017 Salı

Sabahattin Ali: Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer

Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer! Bir gün Almanların pabucunu yalayan ertesi gün İngilizlere takla atan, daha ertesi gün de Amerika’ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik.

Yalnız ve yalnız bir tek milletin önünde secdeye vardık. O da kendi cefakeş milletimizdir.

Meğer ne büyük günah işlemişiz! Kanunlu, kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük.

Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmadık, han, apartıman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için hiçbir şey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik.

Bu ne affedilmez suçmuş meğer! Neredeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar: “Görüyor musun şu haini! İlle de namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor…”

Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hattâ bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?

Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer! Bereket, zora katlanmasını bilen bu millet de namuslu.

Sabahattin Ali – Ne zor şeymiş
Ali Baba, 25 Kasım 1947
Markopaşa Yazıları ve Ötekiler