18 Şubat 2010 Perşembe

Erdoğan cübbe giy(in)sin!

HSYK ve iktidar arasında gerginlik sürerken Ağlama Bakanı Bülent Arınç açıklama yapmış; “Bunu hukuk ve özgürlük anlayışımıza vurulmuş bir darbe olarak görüyoruz. Siyaset yapacaksanız cübbenizi çıkartın” demiş. Özgürlük ve hukuku kendisiyle sınırlı tutunca elbette alanlarını açmak gerekir, e özgürlükler deyince (pardon bunlar daha çok demokrasiden söz ediyorlardı değil mi) olsun ha özgürlük ha demokrasi ikisi de bunları tam anlamıyla tarif ediyor. Bundan dolayı bay Arınç haklıdır, Yüksek Yargıda ki o cübbe olsa olsa kendisiyle birlikte Erdoğan’a yakışır. Peki, hangi cübbe (?) artık demokrasiden tiksinen biri olarak bu sorunun cevabını da demokrasi taraftarıymış gibi görünüp özünde demokrasiyi yok edenlere bırakıyorum…

15 Şubat 2010 Pazartesi

Eski TEKEL Fabrikası / Efe Duyan


SUNU
Hatırladığı kadar yaşıyor herkes bu rüzgârlı semtinde Boğaz’ın.
Yok, mu oysa çocuklar sokaklarda?

Entarisiyle kızlar yok mu kaldırımlarda tatlı bir fırtına gibi esen,
Ve tam bu sırada kafasını kaldırıp kitabından
Perdeyi aralayan bir delikanlı?
Ya paşalar ağırlaşmış konakların yüksek taş duvarlarıyla
O duvarın hep biraz ötesinden yürüyen işçiler?

Konağın tekine merakla baktıktan sonra
Dönüp sandallara el sallayacak işçinin biri
O delikanlı ile kız elbet göz göze gelecek
Ve hızla büyüyecek sokakta koşarken çocuklar…

I[…]
Gençti Rüstem Usta
Şişeleme bölümünde volta atmayı
Tüm tesisatı ince ince onarmayı bıraktığı gün,
İhtiyarladı.

II[…]
Şu uzun ince şişeler yok mu, çıktı çıkalı
Acayip bir gürültüyle kapaklarını taktı Orhan.
Nerede açıldıysa bir şişe;
Duman altı bir odada mesela, akşamcıların nasırlı parmaklarına
Sofrayı kurarken yeni evli bir kadın, yumuşak avucunda o kadının
Ve gizlice oturduğu ilk içki sofrasında, bir delikanlının acemi ellerine
Değdi eli Orhan’ın.

Fabrika satıldıktan biraz sonraydı:
Geldi eve; belki içkiliydi belki değil o gece
Belki ay ışığı, belki şakır şakır yağmur
Belki özlemiş karısını, belki dolaşmak istemişti daha sokaklarda
Koltuk kılıfları serili
Bulaşıklar yıkanmış
Çöp kapıya konmuştu ama ev
Boştu.

III
[…]
Ortaokuldan beri direksiyon başındadır Bekir
Radyo sonuna kadar açık
Bir gözü Boğaz’da
Kökledi yıllarca gaz pedalını
Kaç defa uçtu
Uçacaktı Tepeüstü’nden.
Ya haşat bir arabadan sırıtarak inmiş kaç defa
Ya ucuz atlatmıştır kırıklarından birinin ağabeyini. .
TEKEL’in dağıtım bölümündedir.
Gömlek cebinde bir küçük ayna
Sol kolu güneş yanığı
Pekâlâ, yolda görüverdiği bir kıza aynı gün âşık olabilir.

“Ulan her Allah’ın günü jantına kadar” yıkayıp
Her bayide illa bir çay içtiği
Kaç kere kasasında çilingiri donatıp cümbür cemaat
Ana caddelerde “atom karınca” gibi caka sattığı kamyoneti
Eski fabrika depolarından birinde
Süsleri hala üzerinde
Zayıflamış bir hasta gibi
Ağır ağır paslanmaktadır.

Şimdi “Ballı”, arka koltuğunda onlarca insan
Sabahları sarı bir taksiyi sürmekte;
Her tekelin önünde hafiften kornaya dokunup
Ardı ardına binlerce sokak lambası gibi geçen gecelerde
Evinde tek başına, erkenden yatmaktadır.

IV
[…]
Beykoz sahilde içesi yok bu akşam eski TEKEL ekibiyle;
İçecek ama
Yüzünde gençliğinden bir günü
Saklamayacak.

Cengiz kendini bildi bileli yüzünde çilleri, sırtında küfesiyle
Paşabahçe tepelerinde her gece
Aynı pencerenin önünde hafif bir ıslıkla geçti.

Belki daha yıllarca da geçecekti…
Atılınca babası TEKEL’den
Apar topar bir başka şehre taşınmasa mehtap.

Çağrıldı semtin hamalları kahveden
Perdenin ardındaki o ışıktan odaya ilk kez
Sırtında küfesiyle girdi Cengiz.
Nasıl dokunsun eşyalara?

Eteğini düzletip kamyonetin gürültüsüne karışırken Mehtap
Duvarın dibinde silip atletine yüzünü
Çalmaya başladı kendi kendine aynı ıslığı;

Yüklediği son eşyayla birlikte bir kadının yokluğu
Bir hapishane dövmesi gibi hayatına işlediği Cengiz’in
Ve bu yokluk delice kıskandı
Kendini dolduracak herkesi.

V
[…]
Beykoz civarlarında o park senin bu park benim
Hasan Efendi sapasağlam Sümerbank kundurasını
Gururla banklara uzatmış,
Yüzünde şapkası, üzerinde koskoca mavi önlüğü
Günün herhangi bir saati uyuyordur…
O değilmiş gibi üzerine güneş doğurtmamakla övünüp
Eski TEKEL fabrikasında yıllarca koridorları paspaslayan. .

Her hafta hala boyatır ayakkabısını
O ayakkabıyla girmiş muhallebiciye
İlk kez ve son kez bir çiçekle

Ve yağmurda asla dolaşmaz şapkasıyla
O şapkayla çekilmiştir nikâhında tek fotoğrafı

VI
[…]
Şimdi eski arkadaşlar yan yana,
Kahkaha, gürültü, sigara dumanı ve devrilen şişeler derken
Güzelim yıllar çekip gitmiş,
Hüzünlü anılar şimdi komik birer hikâye.
Birden ortaya çıkıyor
Yapayalnız her biri.

Bu akşam Rüstem Usta yok,
Hasan Efendi, sigarasından ikram edecek
Kuşyemlerini silkeleyip paketten.
Cengiz, illa bardaktan içecek birasını, Rüstem olsa sinir olurdu.
Birileri daha gelecekmiş, gelsinler!
Biranın kâğıdını çıkarmaya çalışacak Orhan, sövecek;
Herkes kendi halinde, sızıp kalacaklar her zamanki gibi…
Ama Bekir’in canı nedense rakı çekiyor bu akşam
Usulca bir yudum alıp birasından,
Buruşturuyor yüzünü.

Eylül 2006,
Ereğli, Caddebostan, Beykoz, Ortaköy,
Nisan 2008.
Eski TEKEL Fabrikası, Efe Duyan
Sanat Cephesi Dergisi,
Mayıs 2008.

Not: Efe Duyan’ın “Eski TEKEL Fabrikası” adlı yukarıdaki şiiri “Sunu” hariç “6 Bölüm”den oluşuyor, şiirin bütünü oldukça uzun, bundan dolayı şiirin her bölümünün sadece birer bölümü burada yer almaktadır.

5 Şubat 2010 Cuma

Komünist parti, askerin vesayeti, irtica

Kaan Arslanoğlu’ndan çağrışımla şunu söylemek istiyorum, kutsal kitaplar varken çağdaş medya yoktu şimdi çağdaş medyanın tam anlamıyla bir yalan makinesine çevrildiğine benzer böyle şeyler demişti kendisi hatırladığım kadarıyla “Bok yağıyor üstümüze” başlıklı yazısında. Çok haklı bir serzeniş, sistemin bütün görevlileri iş başında çok acayip bir şekilde demokrasiyi savunuyorlar. O yüzden Kaan Arslanoğlu “Yalan haberden kaçarsanız, magazine yakalanıyorsunuz, ondan kurtulsanız dizilere, en kötüsü reklamlara…” derken duygularıma tercüman olmuş diyebilirim.

Şimdi köşe kapma derdinde olanlar bugün için herkese demokrasi olgusunu pazarlamaya çalışıyorlar, tartışma programlarında bile daha da ileri gidip solun nasıl olması gerektiğine dair yazıp - çizip ahkam kesiyorlar: “Bizi dinleyeceksiniz, önce biz bir konuşalım, siz bir susun bakalım, bizden sonra konuşursunuz” söylevleri gerçekten TV kanallarından yüzümüze çarpıyor.

Muhteşem bir demokrasi ahengi varmış gibi ülkede bizimkilerde izliyorlar, neymiş efendim AKP sayesinde istikrar geldi, durumlar çok iyi hele şu askerin vesayeti konusu “Planlarını bozduk, darbe yapacaklardı…” pekala inandırıcı. Tayyip demokrasinin simgesi oldu mu burada, bir de bütün çoğunluğu mecliste elinde bulundurmasına rağmen kendi içinde bile fire vererek geçiremediği bütün yasaları “Halk bizi buraya getirdi, halka sormak en iyisi, halk ne derse o. Referanduma gideceğiz…” demesiyse hakikaten iç gıcıklayıcı bir durum.

Ne de olsa en son Özal döneminde yaşandı bu ülkede tek partili dönem (hatırlıyor musunuz kimin adamıydı gerçekten Özal, onu iktidar koltuğuna kim oturttu onu orada oturtanları yani Evren için ‘Darbeciler yargılansın’ derken Gül, Çankaya Köşkü’nde neden ağırladı), üzerinden de epey bir zaman geçti bu dönem kapandı seçeresi bile yok adamın, bir de son sekiz yıldır AKP ile tek başına seçimle iktidara gelinen dönemi yaşıyor şu canım ülkem… Tabii yaşadığımız süreç tek parti dönemi bir nevi, koalisyon olsa bir şekilde her türlü oynanır cambaz misali ip üzerinde... Kahretsin iktidarda tek bir parti var, liderinin de Avrupa Birliği ülkelerine kadar namı gitmiş oralarda da söylenirmiş meğer “Dengesizdir, ani çıkışları olabilir, idare edin” biz yeni duyduk sonuçta üçüncü dünya ülkesi canım ülkem bize her şey geç ulaşır birde öyle kolay değil yazmak - çizmek, atmak - tutmak adamın anasını ağlatırlar, olursun darbeci, demokrasi karşıtı... Cinayet sebebi... Kavgada bile söylenmez! Adamın annesine sövsen bu kadar zoruna gitmez, önemsemez netice de demokrat sayılsın yeter kendisine. .

Demokrasi kimin kuması ya da demokrasi belası?
Şimdi şu ara başlığı atarken düşündüm de, Kenan Evren’e övgüler dizen bir zihniyet ve o zihniyetin bir şekilde piyasaya sürdüğü çocuğu Kur’an’ı 25 kere hatim yapmakla övünüyor yapmış olduğu hırsızlıkları saklayarak (M. Ali Ilıcak’tan söz ediyorum), annesi de piyasaya sürdüğü tohumunu şişiriyor, oysa unutmuş eski kocalarından biri bundan boşanmak için neler çekti (öğrenince insan üzülüyor cidden adamcağıza) illallah çekmiş meğerse bu meymenetsizlerin elinden, adam zor yırttı da ellerinden kurtuldu verilmiş sadakası varmış ne diyelim.

Şu demokrasiyi savunmak işi bu ülkede aynen emperyalist batılı ülkelerin finanse ettiği Komünizme Karşı Mücadele Dernekleri dönemini anımsatıyor… O zaman da pek muhterem şu milliyetçilerimizi palazlandırırmış şu müttefiklerimiz, Türkeş az paralarını yememiştir Dolmabahçe’ye demirlemek isteyen 6. filo askerlerini denize dökerken 68 kuşağı, onlarda Amerikan askerlerini denize döktükleri için devrimcileri taşlıyorlardı.. Ee zor iş marifet ister, bir yandan para yiyeceksin bir yandan da taş atacaksın. Öyle bir milliyetçi ve misafirperverdir ki bu coğrafya Karaköy’de Amerikan askerleri için genelevleri bile boyadılar el birliğiyle…

Neyse işte yukarıda ki aynı kişiden söz ediyoruz, Nitekim paşasına övgüler dizen, 12 Eylül olduğunda 17 Aralık 1978’de, Tercüman gazetesinde “Merhaba asker” diye köşesinden bağıran kadıncığı anarken bir başka yazıda Eleştirel Günlük (EG) şöyle bir tepki göstermiş.

Yanlış anlamayın yazının içeriğine değil (en azından ben öyle düşünüyorum) aksine yazının başlığına takılmış oda başkaları gibi… Başlık şöyleydi: “Hayat kadınları bile bu kadından daha onurludur…” Burada EG “Hayat kadınlarının onursuz olduğunu söylemek ya da varsaymanın" bana yakışmadığını söylemiş… Haklıdır zaten bende kendime böyle şeyi yakıştırmam… EG devamla: “Hayat kadını olmak başka onurlu olmak başka...” aslında bende farklı bir şey söylemiyordum… Sanırım tepkim yanlış anlaşıldı. Sonuçta bütün hayat kadınlarının onurlu olmasından söz etmekte çok yersiz olur, onurlusu da var onursuzu da değil mi? … Bir de aslında EG söyledikten sonra düşündüm ya da bir anket mi yapmalıydım “Hayat kadını”, “Fahişe” ve “Orospu” arasında nerede duruyor insan, bunun temel farkı nedir böyle mi sormalıydım bilemiyorum. Yani bir fahişe ile orospu arasında hayat kadını nerede durur gerçekten, bunun kıstası nedir? Dedim ya sonuçta biliyoruz ki her hayat kadını onursuz olmuyor ama onurlu da olmuyor…

Ya da şöyle demeliyim Nazlı Ilıcak’ı demokrasinin temsilcisi olarak algılıyorsak ve bu demokrasiyi kuma diye nitelersek her dönem ve zamana göre kocaları erken yaşta mevta olursa bu kumalara nasıl davranmak lazım ya da kuma nasıl davranmalı, bileniniz varsa yazsın bi’zahmet… Kocasına ve aile örf adetlerine göre hareket etmesi mi lazım yoksa kendi ve dünyanın çağı ve de zamanın doğrusunu okuması mı gerekir? Ya da pavyonda müşterisiyle oturan ve bir bira içmek için sırf yine patronu kazansın diye seninle konuşan konsramistti nereye koyarsınız… Rica ediyorum, bi’zahmet biri açıklasın ve aydınlatsın!

Çünkü bu (sahte) demokrasi düşkünlerini artık kaldıramıyorum bu saatten sonra. . Çünkü iktidar her değiştiğinde bunları başkalarının yatağında görüyoruz, dünya cinsellik üzerine kurulmamıştır ama bu da benim ahlakımla maalesef örtüşmüyor. Çünkü Deniz Baykal’ın laikliği ve demokrasisi neyle örtüşüyorsa bunlarınki de onunla örtüşüyor.

Komünist iktidar, askerin vesayeti, irtica
Tayyip Erdoğan’ın referans aldığı Hz. Muhammed’in İslam’ı dönemine bakıldığında görülecektir ki, Ebu Bekir halifeliğini güçlendirdikten sonra kendi döneminde toplattığı 500 hadisi yaktırmıştır. Öyle ki Ebu Bekir’in koyduğu hadis yasağı yaklaşık 90 yıl devam edecektir. 632 yılında konulan yasak 720 yılına kadar sürmüştür. İslamiyet’in 7. yılında Müslüman olan halife Ömer’in Arap ırkçılığına yaptığı hizmetleri de ekleyin buna. O da 10 yıl 6 ay halifelik makamında kalmış, Ebu Bekir’in Kur’an’ın ismini Musaf olarak değiştirmesinden söz etmiyorum daha… Ya da günümüze kadar gelen bilgilere göre, Kur’an’ı Kerim’in 114 Süre ve 6666 Ayet’ten ibaret olan bir kitaptan da söz etmeyenlerden de söz etmiyorum. . Yani eksik olan 437 Ayet’ten hiç söz etmek istemiyorum… Yeri gelince yeni - yeni ısınan şu göstermelik Türban ve halifelerimiz üzerine başka bir yazıda değinmek istiyorum.

Çünkü konumuz demokrasi.

Muhafazakâr duygularıyla da örtüşen ve “Ordu darbe yapacak” diye habire ortalığa atlayanları ve TEKEL işçilerinin hak taleplerine kulaklarını tıkayan, bütün özgürlüğü ve demokrasiyi AKP’yle sınırlı tutanların böyle algılamalarını görünce merak ediyorum… Acaba kazaren Türkiye’de AKP gibi %47’lik gibi bir oranla var olan Komünist Partisi aynı yüzdeyle ve/ya da daha fazla bir oranla iktidar olsa ve TSK söz edilen bu parti içinde böyle girişimlerde ve faaliyetlerde bulunsa avazı çıktığı kadar bağıracaklar mı şu çığırtkanlar sanmıyorum. Olsa olsa o gün köşelerinden dünya üzerinde hiç var olmamış bir sistemin anti-propagandalığını yapmaya devam edip, askeri tıpkı eskiden de olduğu gibi göreve çağırırlardı. Nazlı Ilıcak vb. gibilerin köşesinden atacağı başlığı tahmin edebiliyorum: “Merhaba asker!”

Ya da artık Türban ve Kürt Sorunu’da dahil bunları geride bırakan ve artık asal sorunumuz olan şu “Demokrasi” sorununu Anayasa değişikliğini gündeme getirmeden önce bay Erdoğan, demokrasinin kaldırılması için de bir referanduma neden gitmiyor?

Sözde Muhammed’in İslamiyet’ini içselleştirdiğinden dem vuran Amerika Birleşik Devletleri’nden ve Avrupa Birliği’nden feyiz alarak, kendisiyle birlikte milyon dolarlık Eminesinin Türban’ını üzerinden kaybedeceği oyları kazanmak adına başörtüsünü kullanan bu kişi 1400 yıl önce Hz. Muhammed’in köleliği kaldıran ve kadını özgürleştiren öğretisini yok sayıp tarihinde 100 yıllık bir tarihe sahip olmayan köleliği yeni kaldırmış olan ve renginden dolayı bay Obama’nın başkanlığını bile daha üzerinden atamayan Amerikalıların o muhteşem özgürlüğünü mü kendine rehber alır Erdoğan?

Hazır bu vesileyle AB’ni rehber alanlara Hollanda Adalet Bakanı’nı referans göstermek istiyorum… Hollanda’nın üçte ikisi bugün şeriatı istesin şeriatı getiririz diyen Ballin’i örnek almalıdırlar. Hazır Ballin burada demokrasinin kaldırılmasından söz ediyor, bir AB üyesi olarak demokrasi pespayeliği yapıyor, bende bir Doğu'lu ama yüzü Batı'ya dönük biri olarak Türkiye’de de demokrasinin kaldırılmasını talep ediyorum.

Bizim neyimiz eksik Allah’ın Hollandalısından?

Çünkü temel sorunumuz Türkiye’de demokrasinin algılanış biçimi, bu sorunun kaldırılmasını peygamber olarak şimdiden yeri ısıtılan Erdoğan’la birlikte Genel Kurmay Başkanı’nın da şimdiden halife seçilmesini talep ediyorum. Olmadı 8 ay var emekliliğine onursal halifede seçilebilir. Şu demokrasi belasından kurtulalım da benim için hiç bir sakıncası yok, yeter ki ülkeye huzur, güven, barış ve istikrar gelsin şeriata bile razıyım.

3 Şubat 2010 Çarşamba

Kızıl Ordu'yu inşa edin

Orijinal ismi 'Die Rote Armee aufbauen' (Kızıl Ordu'yu inşa edin) 5 Haziran 1970 tarihli mektup hareketin ilk başladığını ilan eder. RAF'ın ilk kamuoyu açıklaması, sol görüşlü Berlin merkezli mektup Agit 883  adlı anarşizan bir dergide Gudrun Ensslin imzasıyla yayımlandı. Mektup, RAF'ın (Kızıl Ordu Fraksiyonu) neden kurulması gerektiğini anlatmasının yanında RAF'ın ilk bildirisidir ve kısaltılmış çevirisi şu şekildedir.

Kızıl Ordu'yu inşa edin
“883’teki yoldaşlar, yanlış insanlara doğruyu anlatmaya çalışmanın anlamı yok. Biz bunu daha önce uzun süre yaptık. Baader’in hapisten kurtuluşu eylemini biz entelektüel gevezelere, korkudan altına edenlere, her şeyin en iyisini bilenlere anlatmaya kalkmadık, aksine halkın potansiyel devrimci kesimine anlattık. Bu eylemi, bunu hemen kavrayabileceklere anlattık, çünkü onlar da zaten hapiste. Eylemsiz sol gevezelik halkın bu kesimlerine hiçbir şey veremez. Halkın buna karnı tok.

Baader’in kurtuluşu eylemini Märkischer semtinin gençliğine anlatmalısınız, Eichenhof, Ollenhauer, Heiligensee’deki kızlara anlatmalısınız, yetiştirme yurtlarındaki delikanlılara anlatmalısınız. Çok çocuklu yoksul ailelere, genç işçilere ve çıraklara, ortaokul öğrencilerine, yoksul semtlerdeki ailelere, Siemens, AEG-Telefunken, Sel ve Osram işçilerine, hem ev işi yapıp çocuğa bakmak hem de akord çalışma zorunda kalan evli kadın işçilere anlatmalısınız, lanet olsun!

Bu eylemi, yaşadıkları sömürü karşılığında yaşam standartlarının yükselmesi ve tüketim artışı gibi tazminat alamayanlara, ev kredisi anlaşması, küçük kredi, orta sınıf otomobili olmayanlara anlatmalısınız. Bütün bu ıvır zıvırlara sahip olmayacaklarını bilenlere ve bunun peşinde koşmayanlara!

Öğretmenlerinin ve eğitimcilerinin, kurum yöneticilerinin ve bakım kurumlarının, usta ve ustabaşılarının ve sendika temsilcilerinin ve de semt belediye başkanlarının gelecek vaatlerinin yalan olduğunu bilen ama sadece polisten korkusu kalmış bütün insanlara! Bunların tümüne -ama küçük burjuva entelektüellerine değil- artık sona gelindiğini, bundan sonra başka bir şeyin başladığını ve Baader’in kurtuluşu eyleminin sadece bir başlangıç olduğunu anlatmalısınız! Ki, aynasızlar düzeninin sonu görülüyor.

Onlara Kızıl Ordu Fraksiyonu inşa ettiğimizi ve bunun onların ordusu olduğunu söyleyin. Ve şimdi her şeyin başladığını da söyleyin. Onlar “neden şimdi” diye aptalca sorular sormayacaktır. Çünkü onlar, devlet daireleri ve makamlarla binlerce yolu arkada bıraktı, süreçlerle dansları, bekleme süresi ve bekleme odalarını, tarihleri, kesin hallolanları ve hiçbir şeyin hallolmadığını geride bıraktı. Ve sempatik öğretmenle konuşmayı başarıp buna rağmen sonunda sınıfta kalmayı engelleyemeyenler ya da çocuğunun anaokulu için hiçbir yer kalmadığını söyleyen çaresiz anaokulu öğretmenini de arkada bırakanlar… Size “neden şimdi” sorusunu sormayacaklar lanet olsun!

Tabii ki gazetelerinizi polis el koymadan önce dağıtacak durumda olmamanızın nedenleri konusunda söylediğiniz hiçbir söze de inanmayacaklardır. Çünkü yalaka solun ajitasyonuna gelmeyip, domuzların yaklaşamayacağı bir dağıtım ağı kurmak zorunda olan gerçekçi sol olmalısınız. “Bu çok zor” diye saçmalamayı bırakın. (...)

Çelişkileri doruğa çıkarmak ne demek? Kafanı kesmeleri için uzatmamak demek. Bunun için Kızıl Ordu’yu kuruyoruz. Ebeveynlerin arkasında öğretmen, gençlik dairesi ve polis duruyor. Ustabaşının arkasında usta, personel bürosu, fabrika koruması, sigorta ve polis duruyor. Kapıcının arkasında apartman yönetimi, ev sahibi, mahkeme icracısı, tahliye davaları ve polis duruyor. Domuzlar notlarla, işten atmayla, kovmayla ve bir sürü hokus pokusla işlerini görüyor. (…)

Şunu açıkça kavramalısınız ki, emperyalizmin sosyal demokrat pisliği, senatodan gençlik dairesine kadar her yere sızmış olabilir ve sizi elinde oynatmak, aldatmak, gafil avlamak, tuzağa düşürmek, korkutmak, savaşmadan ortadan kaldırmak gibi her türlü domuzluğu yapmaya hazırdır.

Şunu açıkça kavramalısınız ki, devrim bir paskalya yürüyüşü olmayacak. Ki domuzlar, bütün araçları sonuna kadar kullansa da ama hepsi bu kadar, daha ileri gidemeyecekler. Çelişkileri sivriltmek için Kızıl Ordu’yu inşa ediyoruz. Kızıl Ordu’yu inşa etmeden bütün çelişkiler ve fabrikalardaki, mahallelerdeki siyasi çalışmalar boşa çıkacaktır ve reformizmin yargısıyla mahkum edilecektir. (…) Bu sadece halkı mahveder, ama halkı mahvedeni mahvetmez!

(…) Çelişkileri doruğa tırmandırmak demek, onların her istediklerini yapmaları değil, tam aksine biz ne istersek onu yapmak zorunda kalmaları demek. Üçüncü dünyanın sömürülmesinden, pers petrollerinden, Bolivya’nın muzundan, Güney Afrika’nın altınından pay alamayanların, sömürücülerle birlikte olmasının hiçbir temeli olmadığını onlara açıkça anlatın. Onlar şimdi burada neler döndüğünü ve Filistin, Vietnam, Guatemala, Küba ve Çin’de daha önce neler olduğunu anlar. Baader’in kurtuluşu eyleminin tek bir eylem olmadığını, ama bundan önce Almanya’da hiç gerçekleşmemiş bir eylemin ilki olduğunu eğer anlatırsanız, onlar anlar.

Lanet olsun! Aranan evlerde divanlarda oturup küçük hesaplı kuş beyinliler gibi aşklarınızı anlatmaktan vazgeçin. Gerçek bir dağıtım ağı kurun. Herkesi ayak takımı yapmaya çalışan sosyal çalışmacıları, lahana kemiricilerini, korkudan altına edenleri bırakın oldukları yerde.

Hak edenlerin suratına tokat atmak için bekleyen proleter kadınları ve lümpen proletaryayı bulun. Yetiştirme ve işçi yurtları nerede, nerede çok çocuklu aileler onları bulun.

Onlar liderliği üstleneceklerdir.

Yakalanmayın, yakalanmamayı bilenlerden -ki bunu sizden daha iyi biliyorlar- yakalanmamayı öğrenin.

Sınıf savaşını yükseltin. Proletaryayı örgütleyin. (…)

Kızıl Ordu’yu inşa edin!
Gudrun Ensslin

✱ Almanya’yı ve bütün Avrupa’yı yıllarca meşgul edecek bir hareketin başladığını ilan eden o mektubu yayınlayan Agit 883 ya da Agit 883 56 51 liberter - anarşizan bir dergiydi, Agit açılım olarak “ajitasyon” anlamına, 883 56 51'li rakamlar ise derginin hazırlandığı komünün telefon numarasıydı. Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF - Rote Armee Fraktion) kavramının kamuoyuna ilk kez açıklandığı mektubu haftalık olarak yayımlayan dergide “Kızıl Ordu'yu inşa edin - Die Rote Armee aufbauen” adlı mektubu RAF’ın ilk metni sayılır. 5 Haziran 1970’te Gudrun Ensslin imzasıyla yayınlanan metnin, RAF kurucuları Andreas Baader, Ulrike Meinhof ve Ensslin tarafından onaylanan ilk metindir. Agit 883, 1969’dan 1972’ye kadar Almanya’da özellikle de Batı Berlin’de sol çevrelerin yayın organı işlevi görüyordu. Derginin çıkışı, 2 Haziran 1967’de İran Şahı’nın Berlin ziyareti sırasında kendisini protesto eden öğrencilere ateş açılması sonucu Benno Ohnesorgs’un vurulmasının ardından başlayan “alternatif medya - alternatif savunma” tartışmalarına dayanıyor. 

5 Haziran 1970 tarihli 62. sayıda, RAF metninin son editörleri, eylemci çizgi ve RAF'a karşı tutum sorunu üzerinde tartışmaların ardından Nisan / Mayıs 1971'de bir grup ayrıldı ve o andan itibaren Fizz gazetesini yayınladı. Sonradan basımlara tekrar tekrar el konulması, her iki projenin de sona ermesine katkıda bulundu. Ancak, Agit 883'ün halefleri, kısa ömürlü 883 Hannover, 883 Bremen ve yerel dergiler Bambule, Berliner Anglüher ve Hundert Blumen'di.

Kızıl Ordu’yu kurmak başlıklı makale, yeni doğmakta olan ve hâlâ adı verilmeyen Kızıl Ordu Fraksiyonu, RAF’ın ilk gerçek bildirisiydi. Makale yayınlandığında, Gudrun Ensslin, Meinhof, Andreas Baader, Horst Mahler ve yaklaşık 9 kişi, Ürdün çölündeki bir Filistin eğitim kampına çoktan gitmişti.

(Kaynak: FKBC  

» Benzer yazılar: Tüm geleneksel devrimci şemaların dışında bir hareket: Kızıl Ordu Fraksiyonu