27 Nisan 2010 Salı

Köpekleri mi bağlasak, sırtlanları mı?

Açılım, anayasa değişikliği derken Tayyip Erdoğan, 2011 yılındaki seçimlerden sonra başkanlık sistemini yeniden gündeme getireceğini açıklayınca Türkiye kendisini yine bir başkanlık sistemi tartışmasının içinde buldu. Hatırlarsınız! Erdoğan daha önce de 2011'de son kez milletvekili olacağını 2015'te ise Başbakanlığı bırakacağını açıklamıştı. Yalandan kim ölmüş. Ancak Erdoğan'ın Cumhurbaşkanı olmak istediği söylentisi uzun süredir ortalıkta dolaşıyordu derken Erdoğan’ın bilinçaltı yavaş yavaş gün yüzüne de çıkmaya başladı. Bunu 23 Nisan’da da gördük “İster as ister kes…”lerle…

Erdoğan oturacağı koltuğun sıcaklığını düşünürken gayet geniş bir bünyeyle ülke sorunlarının (halkı) hiçbir zaman düşünmediğini bir kez daha bizlere kanıtladı. O ince hesaplar peşindeyken önüne geleni de yargısız ve pervazsız bir şekilde biçiyor. İşte demokrasi bu… Bu zattın demek istediği devlet algılayışı biçimi bile tuhaf, yani devlet iyilik yapar ve bu iyiliğin merkezide bizim gibi üfürükçülerin, imam hatiplilerin, pek mümin ve Suni “Mezhepli” dini bütün insanların iktidarda bulunuşu ve maalesef bu propagandanın güçlü bir şekilde yapılıyor olması ve bununda ülke topraklarında şuan tutuluyor olması oluyor hakikaten üzücü.

Hani devletsindir ama pratiksel anlamda kimin ve kim için devletsindir sorusu burada manidardır? Yani hangi mezhebin, hangi cemaatin, hangi tarikatın ve başı açık ve/ya da hangi örtünme şekliyle örtünen türbanlının devleti mi olacaksın sorusudur burada önemli olan değil mi?

Oysa devletin iyiliği zorunludur eğer bu yoksa devlet burada devlet olgusunu yitirir ki, şuan olanda tam anlamıyla budur ülkede. Yani devletsin yapacaksın tabi ki yoksa ne bok diye oradasın. Değil mi? Çünkü devlet iyiliği temsil eder, iyilik yapmaz.

Nasıl bir devlet sorusuysa Erdoğan’ın şu “Başkanlık sistemi” açıklamasında gizli, biliyoruz ki AKP bugüne kadar önüne çıkan bazı engelleri aşamadığı için devlet yapısını ve devletin fonksiyonlarını istediği gibi şekillendiremedi.

Örneğin: “Devletin vatandaşına sosyal güvenlik hizmeti sunma, vatandaşın sosyal haklarını gözeterek hizmet üretme mecburiyetinin kaldırılması”, “Devletin elinde ne kaldıysa (üretim tesisleri, hastaneler, müzeler, yollar, köprüler, vb.) satılması”, “Devlet sadece güvenlik personeli ve kısıtlı bir bürokrasisi olan bir polis devletine dönüştürülecek”, “AKP döneminde sayıları önceki dönemlerin misli hızıyla artan kameralar, tek elde toplanan ve böylece bu tekeli AKP'ye geçen dinleme faaliyetleriyle devletin gözü ve kulağı her yerde olacak”, “Devlet yönetiminde istenirse ulemaya bile danışılacak”, “Devlet vatandaştan uzaklaştığı oranda, sermayenin, büyük şirketlerin emrine tam anlamıyla girebilecek; emperyalist ülke ve kuruluşların etkisinin artmasıyla zaten zayıf olan ulusal egemenlik ortadan kalkacak.”

Tıpkı Telekom’un özelleştirilmesinde ki Aziz Nesin’i aratmayan hikâyelerde de olduğu gibi. Lübnanlı (karıştırıyor da olabilirim ama Telekom’u alan Libyalı bir şirkette olabilir) bir işadamına satılan, aldığı ihaleyi verdiği fiyatın sözüm ona üstünde alan bu bay şirket sahibi taksite bağlayıp “…Ben bunu 6 ay içinde ve taksitle öderim… … …” dediği zaman ve 6 aya kalmadan bütün borçlarını ilk ayda veren şirket sahibinin kafasında eminim halen soru işaretleri vardır; “Bu kadar kâr yapan bir devlet kuruluşunu bunlar bana neden sattılar?”

İşte bizim ülkemiz, cennet ülkemiz böylesi garip bir yerdir ve üçüncü sınıftır… Çünkü adı Türkiye’dir! Demokrasiden, halk iradesinden bi’haberdir.

Türkiye’nin patlak frenleri
Yani sürekli tekrarlanan “Millet iradesi” demagojisinin aksine, AKP'nin en son istediği şey halkın taleplerinin ses bulduğu bir meclis oluşması, çünkü bunu son sekiz yıl içerisinde gösterdiler / göstermeye devam ediyorlar. Seçim barajı bu nedenle yüzde 10'da tutuluyor ve belki de bu yüzden Erdoğan “Kargaşa” ve “İstikrarsızlık” olur diyerek kamuoyunu oyalamaya devam ediyor. Zaten “Demokratikleşme” denilerek hazırlanan anayasa değişiklik teklifinde de Meclis’te AKP'nin iktidarını sarsacak bir değişikliğe yer verilmedi. Erdoğan'ın bugüne kadar yaptıklarından ve yapmak istediklerinden çıkan tabloya özellikle de Meclis’te bakıldığında; “Milletvekillerinin dini bütün müteahhit, turizmci, tüccar sınıfından olması; bu kişilerin milletvekilliği dışında iş münasebetleriyle de birbirine bağlanması koşul haline gelecek” ya da “Milletvekillerinin Erdoğan'ın tasvip etmediği herhangi bir düşünceyi dile getirmesi mümkün olmayacak (tıpkı yukarıda ki fotoğraf karesinde de olduğu gibi)”, “Yakın zamanda da örnekleri görüldüğü gibi, genel kurul bile Erdoğan'ın istediği şekilde yönetilecek, (yapmadığı şeymiş gibi) Erdoğan meclis başkanına emir verebilecek”, “Meclis, AKP'nin istediklerini “Milletin emri” diyerek itiraz etmeden yasalaştıran Başkan’ın gölgesinde bir organa dönüşebilecek.”

Anayasa değişiklik teklifiyle AKP şürekâsı ve Erdoğan sözüm ona kuvvetler ayrılığından ve yargının siyasallaştırılma(ma)sından söz ederken bir yandan kuvvetini, bir yandan da yargı nasıl siyasallaştırılırı göstermek istiyor… Buna parti kapatma da dahil. Düşünün bir parti kapatılmanın zorlaştırıldığı ya da kaldırıldığı bir ülke düşünün ve iktidardaki parti bırakın kapatılmayı (ki burada partiler kapatılsın demiyorum ama Erdoğan kliğinin AKP kapatılmayla karşı karşıya kaldığında ki yaygarasını hatırlamanızı ve aynı zamanda da DTP’nin kapatılması döneminde -yargıya müdahale etmeyin- sözlerini bununla birlikte hatırlamanızı öneririm) yani iktidarda ve var olan bir partinin silahlı bir yapıya dönüştüğünü düşünün bütün AKP kadroları ellerinde silahla özel yaka kartlarıyla sokağa dökülmüş ve yollarda yürüyenlere canının istediğini uygulayarak yaptırım gücü uyguluyor ve siz o partinin yöneticisi ve o ülkenin iktidarında olduğunuz için “Kapatılma” gibi bir olguyla karşılaşmıyorsunuz? Canınızın her istediğini yapıp daha sonrada buna demokrasi diyorsunuz.

Ve şimdilerde buna AKP'yi, Erdoğan'ı övmeyen, yapılan yanlışları örtmeyen basın organlarının sektörden silinmesine demokrasi diyoruz.

Hani diyeceksiniz ki işin gücün AKP’ye muhalefetlik, oysa bırakın AKP’yi ne yargının ne de kolluk kuvvetinin (polisin) CHP’de olsa ya da başka bir parti iktidarında kendi ideolojisine yakın bir ismin atanmasını ve o yörüngede görevini ve de siyalaştırılmasını istemiyorum… Söz ettiğim şey direkt olarak başlı başına siyasallaştırma olgusundan söz ederken bunu AKP’nin alenen yapması gerçekten tiksindirici ve bundan 800 yıl önce İslamiyet’in olduğu dönemleri andırıyor.

Çünkü demokrasi bu değildir, devlette…

Özetle Erdoğan’ın anayasa ve başkanlık modellerinde Osmanlı temalı sergiler yayılacak, dinen caiz olan sanat faaliyetleri devlet desteği görürken resim ve heykel her türlü desteği yitirecek, Emine Şenlikoğlu uyarlamaları benzerleri devlet ve medya desteğiyle sinema üretimini işgal edecek, Sırlar Kapısı, Kalp Gözü gibi ne i-düğü belli olmayan ruhani dizilerle halk uyuşturulacak ve Sinan Çetin örneği piyasacı, reklamcı, AKP'ci yapımcı modeli tekel oluşturacak.

Daha düne kadar Ahmet Necdet Sezer'in çok geniş yetkilerinden dert yanan AKP bugün ne Cumhurbaşkanı'nın yetkilerinin genişliğinden bahsediyor ne de Deniz Baykal’ın açıkladığı ve 1993 yılında Refah Partisi MKYK üyesi iken söylediğini iddia ettiği ve gazetelerde Erdoğan’ın yer alan şu “Başkanlık sistemi Amerikan emperyalizminin bize tavsiyesidir” sözlerini hatırlıyor.

Kenan Evren 12 Eylül darbesini gerçekleştirip kendi döneminin kuvvet komutanlarını yanına alıp iktidarın biricik sahibinin kendisi olduğundan nasıl söz edip, 12 Eylül anayasasını da halka taşıyıp, 15. madde için “Darbeciler yargılanamaz” dediyse bay Erdoğan’da aynısını yapma arzusunda… Çünkü 12 Eylül’ün hoşgörüsüzlüğü neyse bu anayasa değişikliğinin içeriği de odur, çünkü bu yasanın içerisinde faşizm vardır ve aklınıza gelen her şeyin siyasallaştırılması söz konusudur. .

O yüzden şimdi sırtlanların kendinden bir santim bile boyu kısa olan canlı bir hayvanı parçalamasında olduğu gibi ortalığa saldırabilirler… Çünkü doğalları bunu emrediyor, tıpkı sırtlan örneğinde olduğu gibi sırtlanlarda küçük bir sincabın yerdeyken hedef olması anında bir anda sırtlandan bir santim uzun olabilecek bir kayanın üzerine çıkmasında ki gerçekliğini ve sırtlanın korkaklığını gösteriyor tıpkı Erdoğan’ın gerçekliğiyle birlikte… Bu yüzden Amerikan değnekçilerinin taşları bağladığı köylerde köpekler şuan gezebilirler. Ta ki değnekçileri kovuluncaya kadar.

O değnekçilerde elbet kovulacaktır. Buna inanın.

22 Nisan 2010 Perşembe

Yok edilemeyen yazı: 'Yaşa Lenin!'

(...) Leninist düşünce artık o kadar aramızda ki – devrimciler bir yana – kapitalistler, tekeller onu hesaba katmak zorunda. Hareket ediyor. Yaşıyor. Bolivya’daki madenciye ilham veriyor, Şili’de Lotta madenlerindeki köleye ilham veriyor, Brezilya’da Rio de Janiero’nun ve Sao Paolo’nun korkunç favelalarında yaşayanlara ilham veriyor, Karakas’ın tepelerinde yaşayanlara ilham veriyor, Şili’de Concepcion’un teneke şehrinde yaşayanlara ilham veriyor, bir şairin dediği gibi, “bir elini uzatmış, yol kenarında, ya da bir caddenin köşesinde bir dilenci eliyle sadaka beklemeyi sindiremeyenlere” ilham veriyor. (...) / Alejo Carpentier 1970
Bir hüküm gibi kazıdı kurşun kalemiyle sosyalist bir asker: “Yaşa Lenin!”

18 Nisan 2010 Pazar

Taksim alanında 1 Mayıs talebi basit bir 'iddia', 'ilkel bir inat' sorunu değildir

Önce sokaklarda dövüşülerek elde edilen sonucu, burjuvazi de sonunda tanımak zorunda kaldı. Emek cephesi adına bu, sermaye üzerinde kazanılan küçük ama anlamlı bir zaferdir. Burada aynı zamanda bir ders saklıdır: Devrimci bir irade, inatçı bir kavga eninde sonunda kazanır. Bedelleri ne kadar büyük, süresi ne kadar uzun, çatışma ne kadar sert olursa olsun, hedefine kilitlenen bir iradeyi, inatla sürdürülen bir kavgayı yenilgiye uğratmak zordur. 

Taksim dövüşerek kazanma bilincidir.