31 Ocak 2009 Cumartesi

Burjuva kalemşor liberallistlerin bilinçlere attığı bir taş: ‘Taraf’

Selahattin Erdem, Gündem Online‘nde “Hangi Taraf” başlığıyla bir yazı kaleme almış, işin açıkçası yazıyı okurken gerçeği görmeleri ve Taraf gazetesinin Amerikan Birleşik Devletleri’nin bir nevi resmi sözcülüğü konumunda olmasını anlamış olmaları sevindirici. Taraf’ı ilginç konuları gündeme getirmesini de cesur ve Türkiye basın-yayını için bir zenginlik olarak görmesi de işin diğer bir tarafı. Bu tartışılır elbette.

15 Kasım itibariyle medya dünyasının bir çocuğu oldu bilindiği gibi. Çocuğun adı da Taraf'tı ve gazetenin yazar kadrosu oldukça tanıdıktı. Altangil familyasının büyük oğlu, "Büyük" roman yazarı Ahmet Altan ve Star gazetesi eski Genel Yayın Yönetmeni Alev Er. Bir diğer isim ise Milliyet’in Washington eski temsilcisi ve “Amerika’nın Sesi” Yasemin Çongar. Bu isimlerden dikkatleri en çok çekenlerin başında hiç kuşkusuz Alper Görmüş geliyor. Hepinizin bildiği gibi birkaç ay önce haftalık Nokta dergisinin Genel Yayın Yönetmenliğini yapan eskinin solcusu şimdinin Fethullahçısı Görmüş.

Hatırlarsınız, Nokta Dergisi ‘Darbe Günlükleri’ni yayınlayıp kapatılınca (aslında kapatılmamıştı ama “kapatıldık” süsüyle aldığı devrimci-demokrat desteği kaybetmemek adına böyle bir hava verdi ve sanırım halende böyle bilinmekte) devrimci-demokrat güçler ellerine alıp Nokta dergisini Taksim’de bir o yana bir bu yana gidip gelerek destek verdiler. Ne acı bir durumdur ki, Nokta dergisinin içerik olarak yer verdiği haberler ve yazılar deyim yerindeyse “Devrimci lügat” benzeri bir içerik taşımaktaydı ve bu durum devrimci-demokrat güçlerin Taksim’de Nokta’ya sahip çıkma “Noktası”na kadar getirmişti. Sonradan foyaları ortaya çıktı: Nokta, Fethullah Gülen finansmanıyla çıkan bir dergiydi, tıpkı şuanda da çıkan Aksiyon dergisi gibi.

Nokta ve Taraf gibi neo-liberal yayınlar, bana Kanal 7’nin ilk dönemlerini hatırlattı, Kanal 7 yayına başladığında Yılmaz Güney filmleri, sosyalist içerikli (konulu) belgeseller yayınlamaktaydı. Sonrası malum ve şuanda da yardım adına topladıkları paraları iç ederken Deniz Feneri yolsuzluğuyla gündem de, diğer yandan da Kanal 7’yi şimdi izleyenler, kendini bir camide vaaz verenler arasında hissetmekteler büyük ihtimalle. Fethullah’a ait olan Samanyolu hakkında bir şey söylemeye gerek yok, onlar diğerleri gibi “Din”i istismar ederken, “Sırlar Kapısı”nda ruhlar aleminde geziniyorlar.

Taraf ise devrimci ve demokrat çizgisiyle değil liberal kimliğiyle herkesle yatmaya hazır bir vaziyete. Bu bir gazete için ağır olabilir ama liberalizmin bende karşılığı bu, yapabileceğim bir şey yok. Kaldı ki “Gizli” ibareli belgeleri açıklayarak devrimci-demokrat olunacaksa ‘90’larda çıkan 2000’e Doğru dergisini örnek verebilirim. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün, 1968’den beridir yayın hayatında olan Aydınlık dergisini nereye koyacağız basın ve yayıncılık bağlamında. Öyle değil mi?

Onlar değil miydi birinci ve ikinci MİT raporlarını yayınlayan, Karen Fogg'un e-postalarını açıklayan ve kontrgerilla hakkında ilk yazıp çizen, 2 Temmuz 1992’de gerçekleşen Sivas Katliamı’nda yaşananların görüntülerini basına vererek yayınlatan ve katliamı gerçekleştirenlerin ceza almasını sağlayan?

Demek bu yayıncılık tarzı göreceli bir durumu gerektiriyor. Ve neden tüm toplumsal değerlere söven, etnikçiliği ve bölücülüğü meşrulaştıran bir yayına daha katlanmak zorundayız? Hele burjuva ahlaka sahipse ve sisteme de adapte olmuşsa. Küçük burjuva alışkanlıklardan, büyük burjuva alışkanlıklarına kadar bundan ödün vermeyerek yayıncılık yapmakta oysa şuan Tarafçılar. Örneğin muhbirlikle ve kışkırtıcılıkla suçlanan Aydınlık, Taraf söz konusu olunca gazetecilik başarısı olarak lanse ediliyor ve pazarlanıyor. Ve Amerikan tarafının “Taraf”tarlığını yaparken de Kürtler ve Türkler üzerinden kara propaganda yapmakta ve bir polis örgütü gibi kendi içinden saldırılar düzenlemekte bilinçlere.

Bu yüzden Taraf bugünün koşulları ve şartları göz önüne alındığında İslami dinci dikta dönemlerini aratmayan AKP hükümetinin sözcülüğü pozisyonunun da yanında, çıktığı kürsüden bir gün çıkıp - bir gün iniyor. Yani “Taraf”ı var, ama “Tutarlılığı” yok! Çünkü Taraf muhbir’dir.

Kim demişti unuttum; ayrılar ayrı, aynılar aynı yere ya da it ürür kervan yürür.

29 Ocak 2009 Perşembe

Loud Noise!

Tayyip Erdoğan Davos’u terk etmişşş. Pek güzel!

“Flaş” ve “Acil” kodlarıyla giriyorum bende bu yazıyı bloga.

Neden mi Erdoğan, Peres'e "Siz yaşlısınız ama sesiniz gür çıkıyor. Bu ses suçluluk psikolojisi yüzünden gür çıkıyor. Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz" dedi diye.

Şu Arapları düşünüyorum da, açıkçası sevmiyorum da ama her zamanki gibi ikiyüzlü tavırlarıyla haklıdır demişler Türkçesiyle biraz gaz vermişler yani Erdoğan Davos’u terk ederken! Way way!
.
Onların ve bizim satılık kalemşorların üst üste yorumlarının üzerine manşetleri de tahmin ediyorum; “Aslan başbakan”, “Helal be”, “Tayyip haklı bence”, “Erkekçe duruş”, “Başbakan zirveye çıktı”, “Onlar nasıl ayaklarını üst üste atıp oturuyorsa, bizim başbakanda öyle ayaküstüne attı ve Peres’in ağzına etti”, “Davos’ta bir Kasımpaşalı”, “Başbakan sayesinde, Türkiye artık delikanlı ve yıldızı yükselen bir ülke”, “Davos Fatihi”, "Cesur yürekli başbakan."

Başbakan Peres’i eleştirirken Tevrat’tan örnekler vermiş ve demiş ki: “Öldürmeyeceksin!”

Bundan sonra anlaşılıyor ki, Erdoğan konuşmaya başlayınca bizlerde ellerimizde Kur’an’a bakmalıyız: “Ne demek istedi, ne diyor” diye. Çünkü karşımızda HAMAS’la, Filistin gerçeğini karıştıran biri var. Hem de en az İsrail kadar aymazca. Özetle Filistin halkının “Haklı” mücadelesini HAMAS’a indirgeyen bir başbakan ve HAMAS’ın sözcülüğünü yapan biri konuştu Davos’da!...

Bunun üzerine HAMAS’ta bir açıklama yapar’mış ilişkiler Türkiye’yle iyicee kökleşsin diye tıpkı kendileri gibi, “Biz AKP’nin bundan sonra silahlı kanadıyız!”

İşin ilginç tarafı, Erdoğan verip veriştirirken Konya’da eğitim gören İsrailli pilotları ve Türkiye üzerinde eğitim amaçlı uçan İsrail uçaklarını unutmuş olmalı. Ya da HAMAS’ın bazı dengesizlikleri yüzünden İsrail’in Filistin’e uygulamış olduğu onca “Vahşet”ine ve ölen binlerce mazlumun başına bombalar yağarken ses çıkarmayan başbakan, sanki birazda planlı bir tepki göstermiş gibi. Bunların hepsi kurgu olabilir mi? Ya da benim komplo teorilerim mi? Evet, ama ne olursa olsun samimi durmayan bu açıklamayı ciddiye almalı mıyız? Uzun yıllardır bu topraklarda, bir cephe oluşturmuş olan yerli ve yabancı işbirlikçilerin olmasındandır belki de, bilemiyorum. Çünkü bu sisteme güvenmiyorum ve söylediği hiç bir şeye de inanmıyorum belki de, bundandır. Kaldı ki, bu çıkış da diplomatik değil. O yüzden “Sevsinler senin muhalifliğini” diyesi geliyor insanın.
.
Sevsinler senin muhalifliğini!
.
Şimdi bir fotoğraf çekelim! İsrail'in Gazze katliamına sessiz kalmayıp, İsrail büyükelçilerini ülkesinden çıkartan Chavez, Castro ve Morales'in yanına koyunca Erdoğan’ı sırıtıyor ve biraz da samimi gelmiyor bütün bu olup bitenler hazır seçimlerde yaklaşırken, Gazze katliamına tepkiler tabanından ayyuka çıkınca, yatırım yapacak seçmene.
.
Tutar mı? Bence tutar!
.
Burası Türkiye ve sorgulamayan ayakları da, beyni de yere değmeyen birçok insan var.
.
Neden olmasın!
.
Neyse başbakanı tutabilene aşk olsun, ha bu arada (bugün 30 Ocak) bu yazıyı yazdığım sıra başbakan (gece 01.30’da) Türkiye’de olacakmış, karşılamaya binler gidecekmiş.

Filistin'de HAMAS'ı, Türkiye'de seni!
.
Yürü be Erdoğan, kim tutar sizi!

28 Ocak 2009 Çarşamba

Davos’ta günahkarlar çözüm arıyor

Davos, bir “ekonomik forum” olarak öne çıkıyor ama Davos’ta sadece ekonomi konuşulmuyor. Terinse, Davos’ta dünyanın barış ve savaşla ilgili sorunlardan bölgesel krizlere kadar her konu gündeme getiriliyor ve kapitalizmin ağa babalarının çıkarlarına göre bu sorunlara çözümler tartışılıyor. Bu çözüm çabalarına da “Davos ruhu” deniyor.

Çünkü Davos, kapitalizmin en rafine temsilcilerinin buluşup, 5 gün boyunca “beyin fırtınaları”ndan “sipesifik çözümler”e kadar sorunları çok yönlü tartışmalar içinde ele aldığı; aynı zamanda kapitalizmin en militan savunucularının, en rafine sözcülerinin fikir ve deney alışverişinde bulunduğu bir forum. Bu yüzden, adı “ekonomik forum” olsa da; gerçekte, dünya kapitalizminin ve kapitalist dünyanın karşı karşıya olduğu sorunların en üst düzeyde, en su katılmamış kapitalist çıkarlar açısından ele alındığı bir mekanizma. Davos, 40 yıldan beri düzenlenen bir forum ama Davos’a önem kazandıran, küreselleşmenin dünya gündeminde öne çıkması oldu. Türkiye’de de Davos, Turgut Özal’la öne çıkan bir konu oldu. Ve özelleştirmeler, Türkiye’nin dünya kapitalizmine entegrasyonda adımlar atmaya başlamasıyla Davos, küreselleşmecilerin, kapitalizmin yandaşı ideologların ve propagandacıların Kabe’sine de dönüştü!

25 Ocak 2009 Pazar

Gazze, FKÖ ve Hamas üzerine

Öncelikle şunu söyleyelim ‘İsrail’in Gazze Saldırısı’nda Gazze’yle birlikte, Türkiye çökmüş bir ülke konumunda yerini aldı ve tabi ki de ister-istemez beyinleri de gitmiş bir pozisyonda siyaset yapmaya çalıştı ülke olarak Türkiye. Beyinleri giden tabirini Cumhur-i Reis ve 2001 yılında seçimlere katılmış olsaydı bile “Muhtar” bile seçilemeyecek bir başbakandan söz ettiğim anlaşılıyor sanırım. Bu yüzden cezaevi yıllarını hatırlayacak olacak ki bay başbakan o ünlü mimikleriyle anlattı her şeyi; ‘Mazisine bir göz atıp, duygu seli içerisinde verdi veriştirdi İsrail’e ve büyük ihtimalle vicdanını sakinleştirdi (burada ya Milli Görüş günlerini ya da yaklaşmakta olan yerel seçimlerle birlikte tabanını düşündü olasılılığı da yüksek ama) ne var ki, Tayyip Erdoğan bu saldırıyı biliyordu ve Gazze’lilere haber vermemiş olmaması gerçeğidir. Örneğin Konya’dan kalkan ve Gazze’yi vuran İsrail uçakları hakkında kamuoyuna her zaman ki bildik oyunları oynamış olmasının yanında, şu bir gerçek ki AKP iktidarı bu işin ortağıdır ve arabuluculuk konusunda da gücü de yoktur. Çünkü az çok biliyoruz ki sözünü ettiğimiz Hamas gibi bir yapılanmanın önce Amerika Birleşik Devletleri daha sonrada İsrail tarafından desteklenmesi var ki, bu dönemde Yaser Arafat dönemine yani Filistin Kurtuluş Örgütü’ne denk gelmesidir. Anlamlı bir dönem değil mi?

Bütün bu ikiyüzlü politakalar karşısında Erdoğan, hiç bir gücü ve kudreti olmamasına rağmen günü kurtarmaya devam ediyor.

Geniş bir yapıya ve bünyeye sahip başbakan konumunda değiliz ve bu bünyeyi de oldukça red eden bir bünyeye sahibiz ve de bu anlamı çözebilecek kabiliyetteyiz.

William Blum, Umudu öldürmekte şöyle der: “İsrail en kötü düşmanlarını kendisi yarattı, Filistin’de El Fetih’i zayıflatmak için Hamas’ı yaratılmasına yardım etti. Lübnan’ı işgali, Hizbullah'ı yarattı. Korkunç bombalama sürecinin devam ettirmesi bekleniyor. İsrail baştan beri sürekli savaşıp diğer insanların topraklarını almaya çalışıyor. İdealist siyonist öncüler için daha iyi bir yol hiç oldu mu?” [*]

Evet, William Blum öyle diyor ama biz devam edecek olursak, bilindiği kadarıyla Hamas, 1987’de Şeyh Ahmed Yasin, Abdülaziz el Rantisi ve Muhammed Taha tarafından “ilk intifada”nın başlangıcında Mısır’daki Müslüman Kardeşler örgütünün Filistin kanadı olarak kurulan bir örgüt. Bu “örgüt” tırnak içinde çizilirse eğer şuan dünyanın gündeminde. Özellikle de İsrail’in Gazze saldırısından sonra.

Hamas yukarıda da anlattığımız gibi Şeyh Ahmed Yasin, Abdülaziz el Rantisi ve Muhammed Taha tarafından Mısır’da kurulmuş bir örgüt, bir yapılanma tabiri yerindeyse. Hizbullah gibi değil, onlar “Şii” bir yapılanmaya sahip, Hamas ise deyim yerindeyse “Ehli-sünnet” yani “Suni” bir yapılanmaya. Anlayacağınız Saddam dönemi Irak ile ve şuan ki İran gibi bir yönetim ve ideolojiye sahip.

İsrail'de yayınlanan haftalık Koteret Rashit dergisinin Ekim 1987 sayısında yayınlanan bir yazıya göre "1978'de Gazze’de kurulan İslam Üniversitesi de dâhil olmak üzere İslami oluşumlar," Batı Şeria ve Gazze'nin sivil yönetimindeki "İsrail askeri otoritesi tarafından desteklenmiş ve teşvik görmüştür." "Bunlar (İslami oluşumlar ve üniversite) yurtdışından para toplama yetkisine sahiptiler."

1988’deki siyasi programında Hamas, Filistin'in asla, Müslüman olmayanlar tarafından etrafı çevrilebilecek bir İslam ülkesi olamayacağını ifade etmekte ve Filistinli Müslümanlar için Filistin'in kontrolünü İsrail'den almak adına kutsal bir savaş vermenin dini bir görev olduğunu söylemekteydi. Bu tespit, 1988'de İsrail'in var olma hakkını tanıyan Filistin Kurtuluş Örgütü ile Hamas’ı çatışma noktasına getirmişti.

1992 yılı sonunda Gazze'de 600 cami vardı. Hamas etkileme gücünü sendikalara, üniversitelere, çarşılara, meslek örgütlerine ve 2004'te başlayan yerel siyasi mücadelelere genişletmeden önce vaazlar ve hayır işleri ile kendine sempatizan topladı. (Örneğin AKP tarafından palazlanan bugünün dini ve pek hayırsever vakıflarını düşünün.)

O dönemlerden sonra, L'Humanité ise şunları yazıyordu: "İsrail istihbarat servisi Mossad (İsrail İstihbarat ve Özel Görevler Enstitüsü) sayesinde, İslamcıların işgal altındaki bölgelerde varlıklarını güçlendirmelerine izin verildi. Bu esnada, El Fetih (Harekât el-Tahrir el-Vatani el-Filistini, Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi) ve Filistin Solu en acımasız biçimde bastırıldı.

İsrail kararlı bir biçimde Yaser Arafat'ın liderliğindeki laik El Fetih hareketini zayıflatmak amacıyla Hamas'ın büyümesini desteklemiş ve cesaretlendirmiştir. [**] UPI'ye göre (United Press International kısaca UPI, merkezi Amerika'dade bulunan bir haber ajansıdır) İsrail, Filistin Kurtuluş Örgütü'nü dengelemek için karşı bir unsur olarak 1970'lerin sonlarından itibaren başlayarak Hamas'ı desteklemiştir. O dönemde Hamas “dine ve toplumsal çalışmaya” odaklanmıştı. Bura da yine AKP’yi düşünün! Saha çalışmaları yozlaşma ile mücadele, vakıf yönetimi ve toplumsal projeler düzenlemek üzerine yoğunlaşmıştı. 12 Ocak, Pazartesi günü, İsrail Parlamentosu'nda Knesset’de yapılan Dış İlişkiler ve Savunma Komitesi toplantısında İsrail Başbakanı Ehud Olmert şunları söylüyordu: “Hamas'ı Netanyahu kurdu, hayat verdi, Ahmed Yasin’i serbest bıraktı ve ona gelişme şansı verdi.”

Bunu söyleyen Ehud Olmert, tabi bunu söylerken Olmert, İsrail’i ve Pentagon’un çalışma masalarını yok saymaktadır.

Bugün için The Economist, Tel Aviv’deki gazeteler, Tayyip Erdoğan için duygusaldır, tutarsızdır, aklına ne gelirse söyler, diyorlar. Tayyip Erdoğan’ın kusuruna bakılmaz havası yerleşmiştir. Bilinmelidir ki, hiç kimsenin önem vermediği bir kimse durumuna gelmektedir bay Erdoğan.

Hem Bağdat, hem Gazze, bizim gibi Türk yönetimindeki Türk solcularından olan Arapları küçümseme dönemine, son vermiş durumda. Vahşidir ama ülkeleri için böylesine ölümü göze alan bir kavim olmak üzereler. Bu anlayışı görende kendi iktidarı için her yolu mübah gören bir siyasi anlayış, bu şuan da hem Filistin için geçerli hem de Türkiye için.

» İlgili yazılar: 

Dip notlar:
[*] William Blum, 'Umudu Öldürmek: İkinci dünya savaşından bu yana Amerikan ordusu ve CIA saldırıları', 'Dünyanın tek süper gücü ve Batı Bloğu Muhalifi: Bir Soğuk Savaş Anısı' kitaplarının yazarıdır. Yazı Gazze katliamı başladıktan hemen sonra kaleme alınmıştır.

[**] Les très secrètes 'relations' Israël-Hamas (The very secret Israel-Hamas 'relations'), Le Canard Enchaîné, February 1, 2006 (issue n°4449) (Fransızca)

Kontrgerilla ancak devrimle dağıtılır!

Oligarşi kontrgerillayı kendi istedikleri gibi tartıştırmak istiyor. Şaşkınlarımız, saf yüreklilerimiz; ABD’nin sözleşmeli personelinden mafya-tarikat güçlerinden, özel bir talimatla oluşturulan AKP'nin ordusu konumunda ki -bir kısım- polis teşkilatından, Fethulahcı Gladyo’dan, BOP Eşbaşkanlarından, Deniz Feneri soyguncularından, yandaş televizyon ve gazetelerden, çocuklarına yüz metrelik gemicikler alıp, eşlerinin parmaklarına 50 milyonluk yüzük takanlardan, Dolmabahçe Sarayı’nın eşyalarına bile göz koyanlardan temiz toplum kurmaları bekleniliyor. Gafillerin ve hainlerin tertiplerine, psikolojik savaş yalanlarına kanmak için ne kadar arzulu insanımız var!

Bütün bunların sonucu olarak bir kez daha belirtiriz ki; AKP’yle Genelkurmay ve düzenin bazı kesimleri arasında sürmekte olan bu mücadele, demokrasi mücadelesi değildir, halkın mücadelesi değildir. Bu mücadelede taraf olmak, şu veya bu şekilde egemen sınıfların saflaşmasında yer almaktır. Bir kez daha görülecektir ki, tüm bu sansasyona, kuru gürültüye rağmen, kontrgerilla devam edecektir. Kontrgerilla politikalarını sürdüren, kontrgerilla örgütlenmesini kendine bağlı olarak yeniden şekillendiren AKP iktidarı, “çetelere açığa çıkarıyoruz” iddiasıyla Ergenekon davasını, oligarşi içi iktidar kavgasında etkili bir şekilde kullanmaktadır. Veli Küçük, İbrahim Şahin gibi tescilli kontrgerilla elemanlarının davaya dâhil edilmesi, AKP’nin oligarşi içi iktidar savaşına meşruluk kazandırma amaçlı olup, doğrudan kontrgerillayla bir hesaplaşma anlayışı söz konusu değildir. Bu çatışmada bağımsızlık için dövüşen de, demokrasi için vuruşan da yoktur. Ve bu iki hedef de sadece ve sadece devrimci mücadeleye kalmıştır.

NATO'dan çıkılsın, kontrgerilla dağıtılsın!

24 Ocak 2009 Cumartesi

BOP ve HOP Nedir?

İstanbul 2004 - NATO Zirvesinde, Büyük Ortadoğu Projesi’nin temel taşlarının aymazca atıldığı bu topraklarda “hani başbakanın, ben BOP’un eş başkanıyım” dediği projenin eş başkanı Recep Tayyip Erdoğan’a ve şürekasına, uluslar arası emperyalist işbirlikçilere, salaklıkla hainlik arasında bir çizgi çekip Amerika’dan “sizde çizginin diğer tarafına geçin” diyenlere HOP diyoruz!

Büyük Ortadoğu Projesi, bölge halklarının refah, barış ve demokrasi umudu çerçevesinde değil, emperyalizmin ekonomik ve siyasi hegemonyasını sağlama hedefiyle bölgeyi tümüyle yeniden yapılandırma ve Yeni Dünya Düzeni içine çekme girişimi olarak “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi”nin bir uzantısıdır.

Halkların Ortadoğu Projesi, bölge halklarının refah, barış ve demokrasiden yana kendi ekonomik ve siyasi kaderlerini tayin hakkı çerçevesinde, BOP’u ve Türkiye egemenlerinin işbirlikçiliğini durdurma hedefini taşıyan, anti-emperyalist bir mücadele ve dayanışma zeminidir. Read the rest of this entry »

22 Ocak 2009 Perşembe

Barack ‘Hüseyin’ Obama’nın seçilmesi ve ‘Değişim’ üzerine

McCain, Barack ‘Hüseyin’ Obama çekişmesi nihayetinde Obama’nın galibiyetiyle sonuçlandı. Son birkaç aydır Amerikan seçimlerine kilitlenirken, Obama’nın yemin törenini de ‘canlı yayınlarla’ izledik yurdumun sevgili insanlarıyla birlikte. Aylardır dünyaya da dert olan Obama sendromu nihayet ‘mutlu sona’ erdi. Ve sonunda oldubitti Amerikan seçimleri!

Seçimler oldubitti derken Obama yeni ‘bölüşü(m)cü’ ve Yılmaz Özdil’in tabiriyle de ‘küresel kabine’sini de kurdu. Ama bizim sevgili yurdumuz bu siyahi etkisinden kurtulamadı. Anlaşılan uzun bir süre de kurtulamayacak!


Ee, süper devlet olmak kolay değil nihayetinde, her şeyinizi –inciğinizi, cinciğinizi– derler ya aynen öyle de oldu döktüler ortaya, Obama ‘Müslüman’mış sonra kazasız – belasız bir kahraman edasıyla yeminini ederken İncil üzerine anladık ki, ‘Hıristiyan’mış! Daha sonra da dans partilerinde gönlünce Amerika’nın yeni First Laydisi eşi Michelle Obama’yla onları merakla izleyen konuklar arasında "Nihayet dans edebilen bir başkanımız oldu" diyen Amerikalılarla birlikte burjuva TV’lerden izledik, bende Amerika’da yaşıyor muşum gibi ve yine sanki Amerika’da ki seçimde bende oy kullanmışım ve yemin törenindeymişim gibi hissediyorum kendimi (gerçi oy kullandığım doğru dürüst görülmemiştir ama) yine de böyle hissediyorum. Garip bi’şey. Türkiye’nin büyük ‘Amerika’ olmasından mı yoksa Amerika’nın küçük 'Türkiye' olmasından mı kaynaklanıyor bunlar bilmiyorum. Garip bi’duygu patlaması yaşıyor sevgili ülkem. Çok mutluyuz.


Bütün ‘çıkar’ amaçlı savaşlar bitecek, Obama Amerika’nın bütün eski-kirli anayasasını değiştirip ‘siyah’ kelimelerle eşit ve özgür bir dünyanın kurulabileceğinin manifestosunu yayınlayıp, Pentagonu lağvedecek sanki.Sadece sevgili ülkemde değil, bütün Müslüman ve dini bütün ülkeler de böyle düşünüyor ve biliyorum ki onlar sayesinde yalnız değilim. Zaten onlarda olmasa bu dünya çekilmez bir hal alır ya neyse.


İşte öyle bir şey ne diyeyim ki, biri Obama’yı Tayyip’e benzetir, Tayyip’te kendi AKP’sini hem Hamas’a, hem de Obama’yı kendine benzetir, biri siyah bir adamın iktidara gelişini Türban’a indirger. Biri de küresel ısınmanın ve dünyanın kurtarıcısı olarak görür Amerika’daki seçimleri. Biri Obama’nın dört yıllık iktidarını kendi küllerinden yeniden doğmaya benzetir. Biri de Obama’yı 'yeniden' doğacak güneşe benzettir. Yine diğer biri de kutsal kitaplarda ki gibi, Obama’nın kıyamet koptuğunda gökyüzünden Tanrı tarafından dünyayı kurtaracak olan ve bahşedilen bir kral olarak görür.


Bir önceki biri de gider bunu Kürtlerle özdeşleştirerek bu seçimi Obama için Van’da 44 kurban keserek kutlar. Bütün bunlar yaşandı. Hiçbiri kurgu ve komplo teorisi değil. Böyle içler acısı bir durum işte. Ne ayakları yere değiyor ne de kafaları bi’yere vuruyor. Way halimize.


Biraz daha gidersek Obama'yı Kürt yaptığımız gibi Türk, Hıristiyan yaptığımız gibi Müslüman, olmadı ya Sunni ya da Alevi yaparız. Ne de olsa Obama'nın yapısı buna uygun. (Hayır! Obama Peygamber Efendimizin yanında ki Bilal-i Habeşi'nin soyundan.)


Bu iş Saddam’ın idam edilmeden önce dini bütün Müslümanlara yaptığı çağrısını anımsatıyor. Kendi diktatörlüğü döneminde vurup-kırdığı devirdiği camların sayısı azmış gibi ve hani peşinden baba Bush’un da ayrılmayan şu ‘devrik lider’ Saddam’ın şu son sözünü anımsatıyor: “Birleşin!”


Bütün Kürtler, Müslüman cemaatçiler ve Türkî ülkelerde yaşayan Türbanlılar birleşin, kapitalizm emrediyor (pardon Obama emrediyor!)


Yenibahar bahçeli, hurili, nurili‘cennetiniz’ bol olsun!


Obama sizi korusun!

19 Ocak 2009 Pazartesi

Sol, liberaller, aydın duruşu ve münferitler

Sol’un yurtseverliğinin konusu ve uzun bir yazı olduğu için herkese açık bir yazıdır. İsteyen üzerine alabilir, yorum yazabilir, eleştirebilir, ek ilavede bulunup destek sunabilir, yanlışları düzeltebilir ve/ya da dikkate almayabilir. .
Komünizmle sosyalizm arasında farklar vardır. Bu ayrımı bilenler bilir. Bu yüzden kendimi hiçbir zaman ‘Komünist’ olarak nitelendirmedim ama hep yakın durmuşumdur bir sosyalist olarak bu ideolojiye. Emperyalizme karşı durmanın bir çeşit ‘Yurtseverliği’ zorunlu kıldığına inanmayanlardan biriyim bende. . Çünkü bir enternasyonalistin yolu vatandan (habire sıkıştıkça) bu olgudan geçmez. Özellikle de (vatan) konusunda. Nedeniyse bir enternasyonalistin yolu zaten vatanın içinde olmasındandır. Tıpkı diğer dünya Enternasyonalistleri’nin olduğu gibi. Bu yüzden yeni bir ‘Enternasyonalizm’ ya da ‘Yurtseverlik’ tanımı yapılmasının gereksiz olduğunu düşünüyorum. Ki bunu en son Troçkistlerle birlikte diğer IV. Enternasyolanistciler yaptı ve durumları da ortada. Buna ‘Ulusalcılık’ta dâhil.

Laiklikte böyle aslında, hani birkaçı diyorum ama gerçekten çok gibi görünen o çok -az- birkaç yandaş gibi (örneğin liberal solcular) ‘Laiklik yeniden tanımlansın’ diyenlere de katılmamakla birlikte laikliliğin dünya ölçütünde Avrupa ülkeleri baz alındığında iktidar değişti hadi ‘Laikliği’ yeniden tanımlayalım diyenleri de anlamış değilim. Hani laikliği aldığımız yer orası! Yoksa Fransa'nın laikliği farklı mı? Bizde mi bir yanlışlık var? Din ve siyaset aynı anda yürütülebilir mi?
.
Mesela AKP çoğunluk oyuyla iktidar oldu! Her çoğunlukla iktidara gelenlerin ‘Demokrasi’ adı altında bu işin bokunu nasıl çıkardıklarını da biliyoruz ya neyse.
.
Kaldı ki birçok örneği de var dünya üzerinde, (söylemeyeyim) ülkelerinde uyguladıkları politikalar sonucunda yaşanan kaosları da biliyoruz I. ve II. ‘Emperyal’ dünya savaşlarında. Ya da İran’da Humeyni örneğinde olduğu gibi, onu da biliyoruz… Neyse demiştim! Hadi hepimiz dindar ve muhafazakâr olma gayretinde olalım, olmadı da olduk diyelim. AKP gitti, komünist bir parti iktidara geldi hep birlikte ritimsel bir şekilde bağıralım, ‘Benim dedem de zamanında komünist parti üyesiydi’ diye yaranmak için pankartlar açalım iktidara!. Hadi oradan derler adama! Tabii karşında ki tırnak içinde (adamsa). Ama burası Türkiye! Bir gecede her şey değişebilir, Genelkurmay başkanımız Marksist olabilir, en dincimiz buna dahil olabilir. Tehlikeli bir coğrafya yani burası.

Acayip bir durum ve anlamamakla birlikte bunun temel olarak emperyal bir kurgu olduğunu düşünüyorum. Öyle de aslında! Ne de olsa sınırları belirleme ve biçimle ve de çizme yetisi ellerinde. Lenin boşuna söylemiş gibi duruyor Ulusların Kaderini Tayin Hakkı’nı! UKTH’nin yeri yok artık burada.
.
Örneğin düşünüyorum, 'Komünist Manifesto’yu okuyalı çok olmuş, olmuş olmasına ama Komünist Manifesto, Marx ve Engels tarafından kaleme alınmasının üzerinden tamı tamına az değil tam 160 yıl da geçmiş. Ama nafile! İnsan tebessüm etmiyor da değil. Yol’u da aslında orada gösteriyor Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’su. Soruna net ve yalın bir cevapta vermiş zaten, bütün mesele ‘Ezen - ezilen çelişkisi’nden kaynaklanmakta diye. Soruna böyle bakıldıkça da sorun denen -şey- ister istemez ortadan kalkıyor aslında. Bütün meselede budur ve temel çelişki de ezen – ezilen meselesidir. Bu söylediklerim siyasal düzlemde elbette.
.
Yoksa sorun birçok anlamda var ne yazık ki. Mesela kriz hamdolsun bizi bir türlü ‘Teğet’ geçmiyor. Sorun Fethullah’ı ezme meselesi de değil, ciddiye alınacak bir tipte değil zaten. Hele çiftliklerinde ona bakan şu FBI ve CIA olmasa, önemsiz bir adamcık. Asıl önemli olan güç emperyalist Amerikan politikalarıdır. Yoksa New York'un arka sokaklarında yaşayan yoksul halk kitleleri sınıf kardeşlerimizdir. Tıpkı Filistinliler gibi!

Ya da İsrail siyonizmine karşı duran Yahudi gettosunun millitarizme ve savaşa karşı duran 'Retçi' unusurlar gibi. Bu bir sınıf meselesidir. Fakat sınıf bilincinden yoksun bir şekilde sık sık çok fetva (görüş bildirme) derdinde olan bay Fethulah kliği ve yandaşları, habire ağlıyor! Bu duygunun bana verdiği tek şey ise bu işarettir $!

Sanırım duygusal bir durumdan kaynaklanıyor. En azından Fethullah kliği için. Bir travma dönemi ne yazık ki buna İzzettin Doğan gibi kendine Aleviyim diyen bir adamcıkta katıldı onunla birlikte.

Yazık cidden dinle de alakası yok aslında adamcağızın. Tek marifeti ağladıkça para kazanması. Sanırım prim yapanda o zaten. Diğer küçük marifetiyse ‘Yurtseverliği’ ve ‘Sol’u biçimlendirmesi ve de tartışmaya açması sanırım. Bizde işi gücü bıraktık onu tartışıyoruz. Belki okur bu yazıyı Fethullahcılar da yardımcı olurlar, daralan ufkumuzu açarlar.

Örneğin tırnak içinde bu konuda (yurtseverlere), Amerika’dan planlanıp son iki yıldır uygulanmaya konan ve Ergenekon olayı diye gün yüzüne ve yandaş medya’mızla birlikte öğreniyoruz ki, Avrupa Birliği (AB) yetkililerine bunun için brifing verilmiş, böyle böyle yapacağız hani haberiniz olsun tarzında. Bunu dillendiren kendileri biz onların yalancısıyız söyleyeyim baştan. Sonra da malum 'The Ergenekon!' Habire yeni versiyonlar, aksiyonu düşük ama macerası bol ve heyecanlı. Bakalım AKP neresinde kalacak bu operasyonun.

Birde malum Haham Tuncay Güney var. Kendisi takip ettiğim kadarıyla (-böyle sosyal bir facia görülmemiştir ki- her zamanki gibi çıktı açık alınla TV'lere hem de TRT'ye) 36 yaşındaymış PKK kuruldu kurulalı bilgi verirmiş ‘Cemaate’ eski MİT’çi Eymür sayesinde, ona da verirmiş. Türkçe işte verirmiş diyorum o anlamda değil, ama verirdim diyen kendisi video kayıtlarında. Sanırsınız ki PKK’yi o kurmuş, mübarek merkez komite üyesi. Oysa PKK resmi olarak kurulduğunda bay Haham 6 yaşında!

İşin kötü tarafı kendini sözde sol veya sosyalist olarak tanımlayan kimi çevrelerin de ne kadar sol (ya da turuncu sol) olduklarını ortaya çıkaran bir ayraç, bir turnusol kâğıdı görevi işlevini görmüş olması da var bay Haham kliğinin. İşin aslı kalplerimizde ki yerleri aslında bellidir.

Kullandıkları ayraç öyle bir ayraçtır ki; Türkiye’nin, en saygın ve tanınmış (Ahmet ve Mehmet Altanları da aydın kategorisine indirgediğimize göre) aydınları yine örneğin İlhan Selçuk gibileri kendi hukuklarına göre gözaltına alanların Kurtuluş Savaşı tarihinin bütün karşı devrimci geleneğinin mirasçısı olan AKP ve Fethullahçı tertipçilerin yanında saf tutan bir ‘Sol’ ile bütün Türkiye tarihinin; Jöntürk geleneğinin, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devrimi’nin, 1960 hamlesi ve ’68 Hareketi’nin ilerici (örneğin Deniz Gezmişleri ulusalcı kisvesi altında Ergenekoncu ilan edenleri de hatırlarsak) devrimci birikimi karşı karşıya geldi. Şunu da belirtme gereksini mi duyuyorum Kemalist değilim olmadım da göz var nizam var derler benimkisi o misal yoksa yesinler derim bir birilerini bende tıpkı liberaller gibi. Başka deyişle, emperyalizm güdümlü sol ile ‘Yurtsever’ devrimci sol arasındaki bugünkü saflaşma bütün güncel temel siyaset yapanlarla, Türkiye’nin sorunları ve gündemine göre siyaset yapanlar arasında olduğu aşikâr, mesele de budur.
.
Tabi ki burada mesele AKP ve Tayyip Erdoğan zihniyetini kaldıran bünyenin ‘Bünye’ olma meselesidir.

Peki, bu bünyede ne var’dır? Din eksenli politika, biat etmeye hazır emperyal yönetimin boyunduruğuna hazır toplumların oluşturulma ihtiyacı, anti-bağımsızlık, emperyalizme tam tahammül, AB, Kıbrıs ve Ermeni meselesi, Kürt sorunu, ikiz yasalar ve de üniter devlet. Özetle her yol mubah bu zihniyette, iş ki işi görülsün. Gerisi teferruat ve emperyalizm görevliliği yani uygulayıcılığı! Din ise, işin tuzu biberi!

Oysa dünya çapındaki son 20 yıllık neoliberal dalganın Türkiye uzantısı olan, ‘Liberal sol’ diye tanımlayabileceğimiz, bazılarının kendilerini daha çok ‘Demokratik sosyalist’, ‘Yeni sol’ (neosol) olarak tanımlamayı arzu ettiği, Amerika merkezli, ‘Küreselleşme’ damgalı bu kesimlerin, Ergenekon davasıyla (ya da olayıyla) geldiği noktanın bir traji-komik konuma sürüldüklerini görmek açısından önemlidir. Artık onlara göre anti-emperyalist aydınlar neofaşisttir!

Örneğin bunu Ufuk Uras’ta görüyoruz, ne diyor: ‘Hayırlı bir gelişme’ hadi bakalım hayırlı olsun!

Ergenekon’la ‘Faşizm soldan ayıklanıyor’muş. Ne ilginçtir yıllardır konun takipçileri 2003’lerden beri, planlayıcıyı biliyor: CIA!.. AKP iktidarıysa bunun bastırılma görevlisi.

Burada bir kez daha soralım? Kendini sözde sol ya da sosyalist olarak tanımlayanların yüz seksen derece birbirine karşıt konumlara düştüğü; sözle pratik arasındaki ilişkinin böylesine koptuğu, kavramları anlamsızlaştırdığı böylesi bir dönemde öncelikle yapılması gereken şey, kuşkusuz temel kavramları gerçeklikle, yaşanan sürecin dinamikleriyle uyumlu bir biçimde yeniden tanımlamaktır. Ki değilse halk sola, devrimcilere nasıl güvenecek? Son 30 yıldır sol’la halkın arasında yaşanan sorunun esası bu değil mi?

Evet, sol nedir? Yine son 40 yıldır binlerce örneğini yaşadığımız gibi, öyle isteyen istediği gibi kendine solcu diyebilir mi, ya da giydiği solcu şapkasını istediği zaman çıkarıp istediği zaman giyebilir mi? Ya da istediği zaman anlamını ve içeriğini istediği zaman değiştirebilir mi?

Buradaki nesnellik ve bilimselliği nerede bulacağız? Örneğin Özal ve Tayyiplerin çok kullandığı ‘Değişim’, ‘Yenileşme’ gibi kavramlar; toplumların refahının artması, insanların eşitlik ve özgürlüğüne gerçek anlamda ilerleme ve bütün bunların sağlanmasında tayin edici olan bilim ve teknolojide gelişmeyi sağlama anlamında nesnel bir ilerlemeyi mi temsil eder? Yoksa gerçekte, insanlığın aleyhine bir avuç emperyalist ve işbirlikçinin, hortumcunun, vurguncunun karına kar kattığı mafya ve tarikat sisteminin yağma operasyonlarını gizleyen modernleşme süsü verilmiş yalanları mı gösterir?

Biz biliyoruz ki gerçek sol bütün bunlara şiddetle karşı durur ve mücadele eder! Sol emperyalizm ve batı hayranlığı değildir ve doğası gereği de buna karşı evrensel bir karşı duruşu sergiler. Bunu yaparken de ‘Irkçılığa’ karşı durur. Böyle bir sihri vardır sol’un! Bu legal yollarla olur ya da illegal yollarla! Ama bu böyledir! Sol halkçıdır ve halk iktidarını ön koşmaktadır ve işçi sınıfının öncülüğünde egemenlere karşı kendi proleter diktatöryosanı ilan etmekle - kurmakla yükümlüdür. Lenin buna ‘Proletarya diktatörlüğü’ der.

Çok iyi bilindiği gibi, bu kavramdan önce bunun içeriğini 1789 Büyük Fransız Devrimi’ndeki cumhuriyetçilerle kralcılar arasındaki saflaşma belirlemiştir. Feodalizmin tasfiyesini savunan cumhuriyetçiler ve onların en devrimci kanadı olan Jakobenler, parlamentonun sol tarafında oturduğu için solcu (soldaki) diye tanımlandı. Kralcı, çürüyen çöken feodal sistemin taraftarları ise, parlamento kürsüsünün sağında oturdukları için, sağcı olarak adlandırıldılar. Yine bilindiği gibi, 1789’dan 1896’ya kadar süren ve çağdaş toplumların yaşadığı bütün toplumsal mücadelelerin nüvesini taşıyan bu yoğun sınıf mücadeleleri ve altüst oluş döneminde çok genel ifadeyle solda yer alan devrimcilerin programı, üç maddelik bir sloganla veciz olarak ifade edildi: ‘Özgürlük, eşitlik, kardeşlik!’

Ve… Kapitalizm emperyalizm çağına girmeden önce, 1850’lerde başlayıp 1870’lerde hakim karakteri haline gelen tekelleşme döneminde burjuvazi devrimci nitelliğini terk edip, gelişmekte olan proletarya karşısında gericileşmiştir. Bu yüzden ‘Ezilen Dünya’da solculuğun ama gerçek anlamda solcuğun yeri çok önemlidir. Burada yatan asıl olguysa solculuksa ‘Kolektivizm’, ‘Komün’ ilkesidir bu ve temel niteliliktir. Paylaşım esastır! Birlikte hareket etmek eş güdülmüştür.

Temel ölçütse emperyalizme karşı duruştur. Bu açıdan Türkiye’nin devrimci dinamikleri arasında belki de en önemlisi olan cumhuriyetçilik olgusu devrimcilerin ‘Demokratik devrim’ (ulusalcılar bunu Milli Demokratik Devrim diye adlandırırlar) süreci bağımsızlık ilkesi temelinde ‘Sosyalizme’ yakın olmanın gerekçesidir. Ki, Abdullah Öcalan’ın üç aşamalı devrimlerinden biri de ‘Demokratik devrim’dir.

Bu yüzden Taraf, Zaman, Yeni Şafak gibi Amerikan basının yalanlarını tekrarlayan gazeteler CIA ve Pentagon’un bildik söylevlerini söyleyen gazetelerin olması bugün Türkiye Devrimci Hareketi’nin işini zorlaştırıyor gibi görünebilir, kimlere hizmet ettikleri bilindikçe bu tür gazetelerin işlevi kendi içinde cereyan edenler yansıdıkça bu yol daha netleşmiştir ve ayrılarla ayrılar - aynılarla aynılar yerini cephesel olarak daha da çok saflarını netleştirmişlerdir. Yolları da daha belirgin olmuştur!

Bir kez daha ilanen duyurmaktan sıkılmayacağım! Dünyanın, insanlığın ve bu toprakların dertlerini dert edinenler bilir. Bin yıldır bu böyledir. Ta 'Kerbela’da dini siyasete alet edenlere karşı, mazlumların yanında duruşuyla halen güncelliğini koruyan İmam Hüseyin’den, Dehak’a karşı duran ateşi harlayan Demirci Kawa’dan, köleliğe karşı ilk ateşi yakan Spartaküs’ten, Osmanlı’nın dikta rejimine karşı Baba İshak’tan, bir halk önderi olan Pir Sultan Abdal’dan, haksızlığa karşı isyanın odağı Bedrettin’den, haksızlığa karşı Köroğlu’ndan, emperyalizme karşıt simgenin yer bulduğu gerçek isim Che’den, bağımsızlık ve devrim mücadelesinin yılmaz isimleri Denizden, Mahir’den, İbrahim’den beridir bu böyledir.

Bu yüzden tekrarlamaktan vazgeçmeyeceğim şeyi bir kez daha tekrarlayacağım; ‘Devrimler, toplumların yeniden örgütlenmesini sağlayan büyük tecrübe birikimidir. O birikim olmadan hiçbir şey olmayacaktır! Rejim denkleminde eğer bir devrim iddiası yoksa başbakan halkı provoke etmekten vazgeçmelidir!’