23 Kasım 2011 Çarşamba

‘Özgürlükçüler’ iyi bilir...

“Ben sizin yalanlarınızla baş edemedim, bu bana dert olsun.
Ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun.”
(Seyid Rıza)

Çıldırmış ve akıl almaz bir toplumun durumu yaşanıyor bu ülkede, başını da Erdoğan çekiyor. “Özür dileyeceğim, özür dile, özür diliyorum”lar havada uçuşuyor. Kendi pisliklerinin üzerini bazen örtüp, bazen de utanmadan ayyuka çıkararak pişkince bağırıyorlar koro halinde, özgürlükçü kesilmiyorlar mı, “Demokrasi” gibi bitiyorum artık bende bu cümleye.

Öyle ya önceden hazırlanmış ve direktif verilmiş kameralar karşısına çıkıp TV’lerden Necip Fazıl üstadını kaynak gösterip işe biraz da din karıştırmak kolay. Erdoğan'ın Dersim Katliamı nedeniyle devlet adına özür dilemesinin samimiyetine inanarak, bu da bir adım deyip sevinmeden önce hatırlanması gereken tarihsel gerçekler de yok değil mi, sizce?

Erdoğan, konuşmasında katliamın sorumlusu olarak CHP'yi gösteriyor, Kılıçdaroğlu'nu da özür dilemeye davet ediyor. Oysa AKP'nin sürekli “Bizim geleneğimiz” olarak sahiplendiği Demokrat Parti'nin kurucusu Celal Bayar olan bitenlerde en üst düzey sorumluluk sahibi ve Dersim Katliamı yıllarında başvekillik görevinde değil midir ki, Erdoğan CHP’ye salt yıkarak böbürleniyor bu işi?

Dersim hakkında bilmediğimiz şeyleri mi açıkladı şimdi Erdoğan? Evet, başkaları için belki olabilir ama açıkçası Erdoğan’ın söylediği şeylerin de çoğunu biliyoruz zaten biz. (Bakınız yıllardır bunun mücadelesini veren ve belki de Dersim Jenosidi üzerine en kapsamlı site: dersim.biz)


Peki, ya “Demokrasi kahramanı” ilan ettikleri Adnan Menderes’i nereye yerleştirecek Erdoğan Dersim üzerinden siyaset yaparken? O da 1931 yılından itibaren CHP milletvekili değil miydi? Yani Erdoğan'ın özür dilediği bir katliam varsa ortada, bunda kendi gelenekleri de birinci dereceden pay sahibi idi ve ne o dönem, ne de sonrasında bu gelenekçi muhafazakâr takım, Dersim konusunda özür dilemek bir yana, yöre halkına karşı hep husumet beslemedi mi?

Erdoğan çok mu seviyor Dersimlileri?

Örneğin Erdoğan döneminde, “Cemevleri cümbüş evleridir” ya da belediye başkanlığı döneminde yıktırmaya çalıştığı ama beceremediği Karacaahmet Cemevi için, iktidara geldikten iki yıl sonra “Karacaahmet Cemevini yıktıramamak içimde halen uhdedir” sözünü bu 10 yıllık tarihin neresine koyacaksınız?

Sonra diğer bir örnek: Sivas Katliamı öyle ki Erdoğan'ın Dersim Katliamı özrünü düşünürken, son senelerde de Sivas Katliamı üzerine anmaların yasaklanması ve katliam sorumlularının saklanarak, cezalandırılmaması ya. Kaldı ki, AKP'nin katliamla somut bağını ortaya koyan ve katliamın sanıklarını savunan avukatlarının kendilerine AKP’de yer bulmuş olmasıysa bir hayli düşündürücü işte.

Ve/ya da işine geldikçe siyaset yapacağım diye ortalığa düşüp “Özür diliyorum” diyen birisinin “KCK operasyonlarını destekliyorum” demesini nereye koyuyorsanız bende Erdoğan’ın devlet olarak “Dersim için özür dilemesini” oraya koyuyorum.

Son olarak
Bugün devletin bütün imkânlarını kullanıp, Dersim üzerinden siyaset yapan Erdoğan’ın Seyid Rıza’nın idam edilmeden önce idamcılarına karşı kullandığı o meşhur sözünü kullanıp “Evladı Kerbelayız. Günahtır, ayıptır, zülümdür, cinayettir”, sözünü demagoji yaparak süslediği bu konuşmasını hakikaten gülünç bulduğumu da söylemek istiyorum.

İtiraf ediyorum: hiçbir inandırıcılığı yok, samimiyetten de çok uzak. Böyle olmadığını kanıtlamak istiyorsa Erdoğan hazır bugünlerde de hümanist kesildi başımıza, her yerde sık sık kullandığı Arap İslam'i geleneğinden söz ediyorsa (ki Arapların Türkiye'deki ahlak zabıtası konumundadır kendisi) ve de bunlarla da çelişmemek istiyorsa, çok sevdiğini iddia ettiği Peygamberi için 800 yıl önce Irak’ta gerçekleşen Kerbela Katliamı içinde, mensup olduğu din adına özür dilesin de olsun bitsin! Biz de inanalım bay başbakanın samimiyetliğine, öyle değil mi?

Öyle ya bu biraz zor işte, güçlü olan tarafa oynamayı tercih edenler çoğaldılar çünkü günümüzde. Nihayetinde bunu ‘Özgürlükçüler’ iyi bilir...
Bilgi: Ece Temelkuran bugün ki yazısında şöyle rakamsal bir veri vermiş özgürlükler bazında. Diyor ki, “2005'te terör suçu gerekçesiyle tutuklanan insan sayısı 273 iken ne oldu da bu sayı 2010'da 12.897'ye çıktı. Bu ülkede aniden hudayinabit gibi terörist mi yetişmeye başladı? Sorun onlara... Dünyada terör gerekçesiyle tutuklu bulunan insan sayısı toplam 35.117. Türkiye'de aynı gerekçeyle tutuklu olan insan sayısı 12.897! Eğer bir ülke tutuklu gazeteci sayısında dünya lideri olmuşsa, Rusya ve Çin'i bile geçmişse, sorun bakalım, korku sırasının onlara da gelmeyeceğinden nasıl bu kadar emin oluyorlar?” Ne diyelim, bunun içinde bir “Özür” bekliyoruz Erdoğan’dan, diler mi sizce?

12 Kasım 2011 Cumartesi

Tehlikeli aklın itirafları

“Çok öğretici ve çok gülünç bir görünüm ile karşı karşıyayız.
Burjuva liberal fahişeler, devrim çarşafıyla örtünmeye çalışıyorlar.”
(Vladimir İlyiç Lenin)


“Ne Yapmalı?” Lenin’in yıllar önce sorduğu soruydu bu. Elbette birçok kişi şuan Lenin’le aynı şekilde düşünmüyor. Ufuk Uras gibiler bile artık böyle bir şey düşünmezken bende böyle bir şeyde beklemiyorum. Peki, ne diyorlar ya da nasıl olmamızı istiyorlar: olaylara karışmayın / karışmasınlar falan filan... Piyasa ekonomisi rayına oturacaktır, dert etmeyin vs. Burjuva sınıfının işçi sınıfını sevme gibi bir lüksü yok elbette, zengin olan onlar, biz değiliz ya. Gerçi bunun için paraya - metaya da gerek yok, insancıl olabilmek yeterli. Ha bir de sanırım şunu diyorlar: bugün bütün Kürtler AKP’de siyaset yapsa, yani sivil siyaset alanını tercih etse ortada bir sorun kalmaz(mış)...

İşte bütün bunlardan sonra düşünmeye başladım: Erdoğan çevrecileri HES’lere karşı çıkıyor diye (ben çevrecilerin daniskasıyım) dediği gün anlamamıştım, oysa Sarkozy olsun, Berlusconi olsun, Obama ve tayfası (Tayyipgiller) olsun, ilericiliğin tam anlamıyla daniskasıymışlar, Araplar dururken Ortadoğu’da tanımadığı insanlar için avazı çıktığı kadar bağıran Hugo Chavez ve çevresinin çevresi darbeci mi oluyor (?) demeye başladım!

Öyle ya Libya halkı Kaddafi diktatörlüğünden kurtulduysa bu Sarkozy’nin politikalarında vücut bulan insancıl emperyalizmin başarısıdır. Hazır sırada Suriye var, aynı politikalara destek veren Türkiye hükümetini de takdir ettiğimi belirtmeden artık geçmek istemiyorum.

9 Kasım 2011 Çarşamba

Komünist propaganda ya da Taksim anıtı

Neredeyse son çeyrek yüzyıldır sosyalizm bitti yaygarasıyla ortaya çıkanlar olmuştur, halende varlar. İlginçtir, bitti dedikleri ideolojiye halende çok yoğun bir şekilde saldırmaya devam ediyorlar. Nedendir bilinmez (aslında biliyoruz), bitti dedikleri şeye saldırırlar, varın onu da siz kendinizce yorumlayın?!

Elbette dünya da bu işin fikir babası emperyalistlerdir ve NATO'nun himayesinde olan ülkeler vardır, SSCB’ye karşı anti-komünist propagandayı güdenler de özellikle de Amerikan emperyalizminin kara propagandasını yapan ve onların her ülkede var olan, yerli ve yabancı ideologları-işbirlikçileridir. Bitmeyecek gibi görünüyorlar.

Bitmesinler de çünkü sosyalist ve komünist ideolojiyi de var edenler kendileri, bu yüzden bunlar her zaman ve her yerde görevlerine amadedirler.

Tıpkı bizde de olduğu gibi. Örneğin 1939-1944 yılları arasında Türkiye’de Alman büyük elçiliği de yapan, 1980’li yılların Ağustos aylarında kurulan Ülkücü Komando Kampları’nda faşizmin Türkiye’deki dönemin milliyetçi temsilcisi Türkeş’in emriyle, o kamplarda “insan en iyi şekilde nasıl öldürülür” eğitimini veren Franz von Papen gibi. Tarihte bunlar olmuştur… 

İşte bundandır ki, Türkiye’de bunu bir ara Türk-İslam sentezinin bir unsuru olan ülkücü-faşist cenah yapıyordu (gerçi pekte değişen bir şey yok, AKP’den fırsat buldukça ve akıllarına geldikçe yine yapmaya çalışıyorlar) keza şimdi bu işi yine aynı sentezin dini boyutu daha da ağır yönü olan mevcut iktidar partisi yapıyor.

Zaten faşizm Türkiye’de sadece İslam boyutuyla yükselebilirdi ve onlarda bunu yapıyorlar.

Bakın şu liberal gazetelerden tutunda Zaman’a kadar uzanan çizgide ve Akit vb. gibi gazeteciklerin mutlaka bir sayfası ya da köşe yazısı buna ayrılmıştır. Öyle bir telaşla yazıyorlar ki, yazıların çıktığı yere bakıyorsunuz aynı yuvalardan besleniyorlar. Hele ki şu liberallerin olduğu gazeteler. Solculukla ilgileri yok ama sola akıl vermeye kadar da pervasızca akıl veriyorlar. Sol şöyle yapsın, böyle yapsın gibi. Hakikaten komik bir durum…

Öyle iğrenç bir durumları var ki, solla ilişkilendirilmemek içinde ellerinden geleni de artlarına koymuyorlar. Sanırım kendilerini kirletilmiş sanıyorlar. Aynen Cengiz Çandar ve Oral Çalışlar misali. İşte böylesine bir pervasızlık ve aymazlık mevcut.

Mesela geçenlerde İzmir – Bornova Belediyesi belgesel fotoğraf sergisi düzenlemiş. Belediyenin davet afişinde Lenin’in de fotoğrafı var. Zaman gazetesi de boş durur mu kıyameti koparmış; “Lenin nasıl Cumhuriyet kahramanı ilan edilir, nasıl Atatürk’le aynı kefeye konur” diye vermiş verdirmiş... Sanırsın, Atatürk karşıtlığını onlar değil de başka gazeteler sergiliyor(!) Öyle ya Lenin milyonlarca insanı katletmişti!

Biz söyleyelim: Lenin ‘Cumhuriyet’e, Kurtuluş Savaşı’nda 37 bin tüfek, 44 bin fişek, 324 makineli tüfek, 66 top, 200 bin top mermisi ve 11 top kamasıyla katılmıştır... Cumhuriyet’in inşası sırasında pek çok kurumun inşasına, fabrikanın kurulumuna insan, malzeme ve para kaynağı sağlamıştır... Örneğin meşhur Taksim Anıtı’nda Atatürk’ün arkasında iki Sovyet generali bugün bile duruyor, isimleri de General Mihail Vasilyeviç Frunze ve Mareşal Kliment Yefremoviç Voroşilov.

General Mihail Vasilyeviç Frunze, Sovyetler Birliği tarihi içinde önemli bir yere sahip Bolşevik Parti üyesi ve Kızıl Ordu Başkumandanı Troçki tarafından Doğu Cephesi’nin komutanlığına getirilen birisi 1920 yılında da Güney Cephesi’nin başına geçiyor. Hani bilin istiyoruz aslında General Frunze, bizim tarihimiz açısında da önemli bir yere sahiptir

Lenin’in özel talimatıyla, olağanüstü elçi sıfatıyla 13 Aralık 1921’de Ankara’ya gelip,onuruna düzenlenen mitingde yaptığı konuşma büyük etki yaratıyor. Millet Meclisi’nde konuşma yapıyor. Öyle ki Atatürk’le yakın ilişki kuruyor. Sakarya cephesini geziyor, 5 Ocak 1922 günü ardından iyi duygular bırakarak ülkesine dönüyor.

Peki diğer Sovyet general (?) yani Mareşal Kliment Yefremoviç Voroşilov, 5. Kızıl Ordusu’nu kuran ve 1925-1940 arasında Halk Savunma Komiserliği yapan Voroşilov, II Dünya Savaşı’nda Leningrad savunmasını yaparak Hitler’in kenti ele geçirmesini önlüyor. Savaş sonunda mareşalliğe yükseltilip, 1947’de Politbüro üyesi oluyor. Mareşal Voroşilov’un bizim için önemi ise: Ulusal kurtuluş savaşının sürdüğü yıllarda askeri bilgisiyle savaşın taktik ve stratejisine katkıda bulunması amacıyla Ankara’ya gönderilen birisi. İşte Sovyetlerin o günlerde yaptığı yardımları unutmayan Atatürk, bir jest olarak bu iki generalin heykelinin de anıtta yer almasını istiyor.

Yani şöyle söyleyeyim esasen Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nda Lenin’in bir manivela oluşturduğunu belirtmek gerekir. Ki, 1917 Büyük Ekim Devrimi, Marksizm’den hareketle sınıf mücadeleleri ve devrimlerin en büyük pratiği olarak, önceki bütün devrim ve sınıf mücadelelerini aşan, kapitalizmin tarihsel sınırlarına ulaştığını gösteren ve dünya-tarihsel süreçleri belirleyen bir devrim olmuştur.

Şimdi tarihin, kitlelerin hareketinin, kapitalizmin bunalımı ve emperyalizmin dünyayı paylaşım güdülerinin, savaşların, sınıfsal-toplumsal kurtuluş ve bu tarihselliğe tabi ulusal kurtuluş bakiyelerinin başka bir evresindeyiz. Çünkü emperyalizmin ideologları ısrarla ideolojilerin bittiğinden özellikle de sosyalizm bittiğinden dem vuruyor. Onların ve onların yerli işbirlikçilerinin anlayamadığı konuda bu, emperyalist bir abluka (işgal) karşısında her ne güçle olursa olsun ve kim olursa olsun sosyalist solcuların - komünistlerin doğası buna karşı durmaktır. Tıpkı Amerika’nın Irak işgalinde olduğu gibi, çünkü Irak işgali başta olmak üzere Abdurrahman Dilipak gibi sahte savaş karşıtların tek derdi ırklar ve dinlerin var olan gerçekliğidir.

Çünkü biliyorum ki (yanlışta hatırlamıyorsam o gün orada bulunan, NATO ve BUSH karşıtı birlikte yer alan biri olarak) Irak işgalinin 2. ya da 3. yılında kürsüye birlikte çıktığı Mihri Belli’yle birlikte Dilipak Irak Müslüman bir ülke olduğu için kendinden fedakarlık yapıp o kürsüye çıkıp, başı örtülü birkaç genç kıza nutuk atmıştı. Bugünse Libya özelinde olduğu gibi Ortadoğu’da emperyal politikalar devam ederken, adının ve seceresinin olmayışıdır. Yarın emperyalistlerin olası Suriye ve İran müdahalesinde de meydanlarda olmayacağı gibi.

O yüzden başta liberaller olmak üzere, Erdoğan’ın peşine takılıp olmayan demokrasinin ahlakı ardına takılan bu omurgazsılara ve siyaseti kendi çıkarları için kullanan (ben bunun için, siyasi orospu çocukları terimini kullanmayı daha doğru buluyorum), Ortadoğu’da daralan İsrail politikalarını genişletmeye çalışanlara inatla ve bir kez daha şunu söylemek isterim. Komünizmin propagandası kendileri ve ardılları var oluncaya tek devam edecek.

O yüzden Ekim Devrimi, kendi özgünlüğü ve tarihselliği ile birlikte yeni devrimler çağına birçok önemli teorik, ideolojik, siyasal deneyim bırakarak tarih içindeki etkin yerini bırakarak yol göstermeye devam ediyor. Tıpkı günümüzde sadece Ortadoğu coğrafyasına sahip çıkan Latin Amerika kıtasındaki nitelikli ideolojiler gibi.

Çünkü komünist propaganda “Ezilenlerin özgürlüğüne yoğunlaşın” der. 

3 Kasım 2011 Perşembe

Ampulleri koruma teşkilatının şeflerine

“Görüyor musunuz,
köpeğin kendisini döven eli nasıl yaladığını?!”
(Mayakovski)

Yanılmıyorsam ve aklımda kaldığı kadarıyla İhsan Eliaçık bugün twitter’da şöyle bir şey yazmıştı: “Özgürlük ortamından neden dini (cemaatçi) gruplar yararlanıyor da, BDP’liler, ulusalcı çevreler yararlanamıyor? Ve bu çevrelerle birlikte neden BDP’liler şuan 28 Şubat'ı yaşıyor?”

Yerinde bir soru, zira Büşra Ersanlı ve Ragıp Zarakolu’nu, onlarca başka insanla birlikte tutukladılar. Tıpkı diğerleri gibi…

Onlarda Ergenekon, Devrimci Karargah ve KCK gibi AKP iktidarının yaratmış olduğu suni (yapay) derin bir komployla karşı karşıyalar.

Ve kendi görüşlerine (ideolojilerine, değerlerine, kültürlerine) yakın en yakın yere KCK olayına monte edilmeye çalışıyorlar. Keza olsa bile, insanların istediği yere (partiye, derneğe vb. gibi) kurumlara, demokratik örgütlere sempati duyması suç mudur?

Suç ise, AKP iktidarından beslenmeye çalışan, hokkabaz, şarlatan, demagoji üzerinden kendini birer gazeteci edasıyla ağırdan alan sözde gazetecilerin, sığırların sırtlarına yapışmış keneler gibi ağızlarının kenarından akan pis salyalarla beslendiği yere yaranmak adına karşıt görüşlü herkesi tu-kaka göstermesini, başkalarının özgürlük alanını daraltmaya yönelik küçük burjuva ayak oyunlarını nereye koyacağız?

Devlet imkanından gelen güç ve kudretle ötekinin özgürlük alanına abanmak nedir?

Her sıkıştığında “milletin iradesine saygı duyun” cümlesine sığınıp, reformlardan söz eden Ankara’da her gün takım elbise değiştiren zihniyettin bilmesi gereken ise terörü bitireceğiz diyerek terörden beslenen asıl kişilerin kendileri olduğu gerçekliğidir, İşçilerin Birliği'nden ve Halkların Kardeşliği vurgusunu önemseyen ve bunu temel alanlar dışında bir yandan da Kütleri, sivilleri, devrimcileri, aydınları, siyasetçileri ve sol sosyalist güçleri içeri alarak sindirmeye çalışmak tamamen aymazlık ve aptallıktır.

Hiçbir demokrasi bunu kabul etmez, ediyorsa da o demokrasi anlayışının ahlakı yoktur. Bu ülkede AKP iktidarını eleştirmenin, muhalefet etmenin bedeli yakın durduğunuz her ne varsa ve neresiyse, legal - illegal örgütlere kurum ve kuruluşlarla birlikte anılmaksa cezasını bilelim.

Bilelim ki, yarın - bugün birilerimiz Ergenekoncu, birimiz KCK’li, diğerimiz ise Devrimci Karargah örgütü üyesi olmakla suçlanacaksak, şimdiden savunmalarımızı hazırlayalım!

Tayyip Erdoğan’ın 10 yıllık diktatörlüğünü dillendirmeyen, emperyalizmin barbarlığından söz edemeyen, Tv’lerde ona buna “yamyam”, “diktatör” diyerek iktidardan puan toplarım, gündeminde başına otururum diyen zırtapoz ve korkak takımının Kürtlerin ve diğer azınlıkların haklarından dem vurup, öte yandan da demokrasileri, özgürlükleri savunduğunu sözde söyleyen aymazların bilmesi gereken tek şeyse bütün bu olup bitenler karşısında sessizliklerini koruyarak bizden - bizler gibi düşünenlerden lütfen taraf olmasınlar / olmamalıdırlar.

Sadece AKP iktidarı değil yeryüzünde ki bütün iktidarların anlaması gereken şey, şiddet yöntemleri kullanan silahlı bir muhalefet olabileceği gibi, barışçı siyasi yolları kullanan bir muhalefet olacağı gerçekliğini de artık kabul etmeleri gerekiyor, bilinir ki iktidarın olduğu her yerde mutlak bir direnç vardır. Bu bunun doğasıdır. Devletin sopasını elinde tutup, her canın istediği yere ve önüne gelenin kafasına vurulamayacağını öğrenmeleri gerekiyor.

Malum her şeyin altında illada bir örgüt arayan saplantılı koruma teşkilatının üyeleri bilsin istiyorum.