26 Aralık 2008 Cuma

TRT mi? ‘Bildiğiniz gibi!’

Türkiye unuttuklarıyla hem de aydınlarının sayesinde tarihini de allak bullak ederek, kirlilikler saçarak devam ediyor yoluna. Hem de devletin resmi televizyonunda.

Skandal diyebileceğimiz olaylar dizisi Samanyolu TV’nin ‘Sırlar Dünyası’nı aratmıyor deyim yerindeyse. Şöyle ki, TRT’de Şahların Labirenti isimli belgeselde, 1978’deki Maraş katliamını planlayanların arasında bir yıl önce uğradığı suikast sonucu öldürülen gazeteci Hrant Dink’i Maraş katliamının sorumluları arasında gösterdi.

Öyle ki, yüzlerce kişinin öldürüldüğü Maraş Olayları’nın bir numaralı sanığı BBP’li Ökkeş Şendiller, “yaşananların Alevi-Sünni çatışması değil, Hrant Dink ve arkadaşlarının kurduğu sol örgütlerin işi olduğunu iddia etti(ği)” haberiydi.

Daha öncede söz etmiştim, kendi resmi ideolojisi çerçevesinde farklı farklı tarihler ortalıkta dolaşıyor. Biri kirli, biri temiz, biri namussuz, biri namuslu!

Yüzlerce insana karşı işlenen suçlardan bir anda sıyrılmanın derdine düşmüş durumunda olanlar önümüzü kirleterek yollarına devam ediyorlar. Hem de ahmakca!

21 Aralık 2008 Pazar

‘Özür’ diliyorlar! ‘Özür’ diliyorsun! ‘Özür’ dile! ‘Özür’ diliyorum!

1400 yıl önce Kerbela çölünde katlettiniz beni!

Kaç yüz yıldır katlediyorlar beni, Osmanlı’nın sancağı altında. Dilimizden, tenimizden, inancımızdan dolayı ‘din’ adına.

Duydum ki özür diliyormuşsunuz…

Yahudi’ydim 'ölüm' kamplarınızda öldürüldüm.

1954–1962 tarihlerinde Cezayir’de yaşadım. Ölen 45 bin kişiden biri ben ve ailemdi. Sonra yerle bir oldu her şey, arkadaşlarım, komşularım, dostlarım, sevgilim öldü.

Sonra da okullarınızda “sömürgecilik” derslerinin iyi taraflarını okuttunuz…

Duydum ki özür diliyormuşsunuz…

Zenciydim… Köle olarak kullandınız beni. Uyuşturdunuz, pazarlarda sattınız, vurdunuz.

1946–1954 tarihlerinde Vietnam’da yaşadım. 1976’da Ramboları tanıdım… Yıktılar, yaktılar, kestiler. Çaresizdik. Artık ailem ve ben aranızda değilim. Peki, bizden de özür dileyecek misiniz?

Duydum ki özür diliyormuşsunuz…

Peki, insansız bir dünya mı istiyorsunuz? Guançeliyim, Kızılderiliyim Aborijinim. Aleviyim, Kürdüm! İnsanım! Dinim, ırkım ve rengim sizlerden farklı… Kime ve neye göre farklıyız? Yeryüzünün sahibi siz misiniz?

Filipinliyim… Marcos’u tanıdım, ABD’de iyi tanıyor…

Duydum ki özür diliyormuşsunuz…

Ben Kongo’da yaşadım… İşkence gördüm. Artık yokum, ailem de yok. Geldiler, bizi yeryüzünden sildiler.

1938’de astınız beni Dersim’de!

Duydum ki özür diliyormuşsunuz…

Etiyopyalıyım… Tarih 1911-1940’ı gösteriyordu: Çölün ortasında katlettiler bizi… Neden?

Duydum ki özür diliyormuşsunuz…

1940- 1950 yıllarında Hindistan’da yaşadım. Geldiniz, acımadınız, 25 milyon insandık. Dünyanın gözü önünde bizi yok ettiniz…

Filistin’de öldürdünüz çocuklarımızı!

Duydum ki özür diliyormuşsunuz…

1978 yıllarında Maraş’ta, Çorum’da! 1992’de Sivas’ta, Gazi’de evlerimize birer işaret koydunuz, vurdunuz, yıktınız, öldürdünüz! Darbeler yaptınız?

Afganistan’da ve Irak’ta işkencelerle birlikte bombalar yağdırdınız başımıza.

Peki, bizden de özür dileyecek misiniz?

Duydum ki özür diliyormuşsunuz…

Ben hepinizden “ÖZÜR” diliyorum.

19 Aralık 2008 Cuma

Derin bir nefes alın! Bizim yüzyılımız asıl şimdi başlıyor

İktisadi kriz Marks’ın zihnine başvurmaya karar verdiğinden beridir, yıkıma alkış mı tutuyoruz sorularıyla meşgulüm. Nihayetinde potansiyel ‘terörist’ sayılmamız doğaldır, terörün mücidlerinin gözünde. . Ya devlet kavramlarının karşıtı ya da kışkırtıcının biri 'ol'ma(!). . Bu ülke de milliyetçileri, şovenistleri, ırkçıları, din sosuna bulaşmış faşistleri düşününce, siz bir bütün olarak düşünün bu olguları.

Apolitik miyiz birçoğumuz? Öyleyiz maalesef. Hatta bundan da övünenlerimiz var, "yine başladın", “valla işim olmaz”larla başlıyorlar, yine o sözcüklerle bitiriyorlar. Kendine ve başkasına yabancılaşmanın tadını çıkaran insan tipinin ‘marka’ ele alındığında ki, ikileminin diğer adıdır bu. Biri alma arzusu, ikincisi korkma ikilemi. Bütün meselede sınıf çelişkisinden bir haber olmalarındandır. Sonradan da dövünür dururlar zamlar ve krizler karşısında, işsiz kaldım, evime ekmek götüremiyorum diye. Hani işin olmazdı!

Örneğin Mao, “emperyalizm kâğıttan kaplandır,” derken acaba mali sermayenin hisse senetlerinden, bonolarından, çeşitli türevlerinden, yani uçuşan kâğıtlardan oluşan boyutunu mu kast etmekteydi bilemiyorum? Ama ne var ki, şimdi o kâğıtların yeryüzündeki gerçek maddi varlıklarının değerleri açıklanıyor - tartışılıyor.

Hani şu serbest piyasanın kâğıtları dediklerinden söz ediyorum! Yani insanlığa karşılıksız günahını vermeyen bir sistemin ‘kâğıt’ krizinden söz ediyoruz yine.

Bu yüzden çok sonradan öğrendik ki, Berlin Duvarı yıkıldığında (Mandel’in kulakları çınlasın, Duvar yıkılırken Doğu Almanya’dan hep bir şeyler beklermiş.) Marx ise her zaman Mandel’in öyküsünü anlattı; sonsuza kadar da anlatmaya devam edecek sanırım. Oysa “komünizm öldü işte”, dediler ve “Marx’ın tüm söyledikleri bir hülyadan ibarettir…” diyordu kapitalizm.

Evet, ne olmuştu gerçekten? Önce Berlin Duvarı çöktü gürültüyle, daha sonra birer birer Doğu Bloku çözüldü. Ve nihayet Sovyetler Birliği, bürokrasiye karşı demokrasi talebiyle ayaklanan madencilerin ve elbette Komünist Parti şeflerinin ağzından ‘piyasa ekonomisine geçtiğini’ ilan etti. Sonrasını biliyoruz: işte kapitalizmin zafer alayı! Gürültülerle geldiler, gürültülerle gidiyor birçoğu.

Birçoğunun bürokrasiden ibaret sesi, yıkılan, çözülen gürültülünün arasında boğuluyor. Seviniyor muyuz? Kendi adıma evet.

Bir işçinin beş ömründen alamayacağı koca cipler, bekleştiğimiz otobüs duraklarında üzerimize çamur sıçrattıkça, biz sadece yumruğumuzu sıkmakla yetinmeye başladık. Mercedes’lerinden iner inmez savurdukları küfürlerle pervasızlaşan hırsızlar, pezevenkler, torbacılar, karşılarında korkacakları örgütlü bir güç kalmadığı için “efendiler” haline geldi ve o aşağılık ahlaklarını toplumun her yanına zerk etmeye başladılar.

Yani şuan ki durumumuz? Değerlerimiz ve de en önemlisi ‘içimiz’? Devrimci hareketin yiğit değerleri –militanları– zindanların ve ardından yaşamın bütün yükü altında ezilirken, kendilerine steril gevezelik alanları, işçisinin arkasından bile dedikodu yapabilenleri ve emperyalist fonlar sunulan dönekleri, teslimiyetçileri, ihbarcı gazetecileri, itirafçıları, hücre bülbüllerini, ‘sol’ adına konuşmaya başlarken görmeye başladı(k) (örneğin Taraf gazetesinin solcu kalemşorları) televizyon ekranları, gazete sayfaları bunların önlerinden ardına kadar açıldı…

Evet, devrimci dalgalar bundan öncede dibe vurdu. Yığınlar insanlıktan çıktı. Ve sonra yine devrimlerle insanlaştı baldırı çıplaklar. İşte somut örneği: Küba eskisi gibi duruyor masmavi, Venezüella silkeleyip attı üzerinde ki asalakları ve en çokta emperyalist boyunduruğa karşı o muhteşem Vietnam zaferine tanık oldu bu dünya. Şimdiyse uluslararası kapitalizmin insanlığı içine sürüklediği felaket karşısında yeniden bir devrimci dalgalanması kaçınılmaz durumda. Şimdi de bunun ilk işareti niteliğinde Yunanistan eylemleri, bu eylemleri güce dönüştürüp yol etme mevzusudur bütün mesele. Yunanistan’dan, Fransa’ya, Berlin sokaklarından ve Anadolu topraklarına bir ateş düşsün!

Devrimci bir ateş!

O yüzden yeni ve aşamalı bir slogan, ‘Neşe, barış, huzur ve sosyalizm!’ Ve yeni jenerasyon duvarlarımıza kazınacak tarzda da anlamlı. Ama yeni jenerasyon posterlerimiz yok, olmayacakta. Sadece ortalıkta ismi dolaşan yeni parti logoları ve yeni parti adları dışında! 

Çünkü eskisi gibi asıyoruz Che Guevara resimlerini odalarımıza. Çünkü eskisi gibi taşıyoruz yüreklerimizde Deniz Gezmişleri, Mahir Çayanları, İbrahim Kaypakkayaların düşüncelerini.

İnsanileşebilmek adına! Şimdi bulutlara sardığımız manevi kimliğimize sahip çıkma dönemi. . Şimdi derin bir nefes alın. Bizim yüzyılımız asıl şimdi başlıyor!

12 Aralık 2008 Cuma

Krizin en ‘iyi’ yönü?!

Kuşkusuz ‘yapay’ emperyalist (ya da burjuva) krizler yaşamaya zorlanan halk yığınlarını özelliklede günümüzde ki işçi yığınlarını daha da zor koşullara itmekte. Özelikle bizde ki, sınıf bilinci oluşamamış işçi kesimi için bu daha geçerli ve daha zor bir durum, yine de kolay yoldan köşeyi dönmeye çalışan işçileri düşününce bu sınıf bilinci (uyanma) işi bir hayli uzak görünüyor. Belki de bundandır Türkiye’de iktidara gelen bütün iktidarlar bunu bildiği için bunu deyim yerindeyse bir ‘sır’ gibi, bu kesimlerden saklamaktaydılar.

Şimdilerde Yunanistan’da yaşanan ve 16 yaşında polis tarafından öldürülen bir genç için yapılan sokak eylemlerini görünce insan gıptayla bakıyor. Bir insanın öldürülmesi özelikle de kötü bir durum, hele hele devletin güvenliğini sağlamakla yükümlülüğü varsayımını bilincine kazıyan (ben buna Engels’in tabiriyle, devletin eli silahlı bir grup üyesi -ya da çetesi- demekteyim) ki yapanların cezalandırılmamış olması ve bunun meşru görülmesi için güdülen politikanın bürokrasi dışında sokağa yansımaması ki bu daha da aymaz bir durumdadır ve devletin ahlakını tekrardan tartışır duruma sokmuştur. Örneğin Yunanistan emniyeti ne demektedir bu duruma: “altı üstü şımarık ve zengin bir çocuk öldürüldü.”

Sanki onların katmanını oluşturan bu zengin sınıflar topluluğu değilmiş gibi, kendi içinden ‘zengin’ bir kurban bulmuş gibi görünen Yunan hükümeti sevinç dansları yapmakta bu söylevle!

Ki, Türkiye’de bu iş ayyuka gelmiş durumda. Beterin beteri durumu anlayacağınız.

Fakat izlediğimiz görüntülerden anlaşılacağı kadarıyla Afganistan’ı ve Irak’ı aratmıyor şuan ki Yunanistan’ın iç durumu.

Bir ‘sınıf’ bilinci oluşmuş, kuşkusuz durum da bunu göstermekte Yunanistan’da, işin başını şuan Anarşist gruplar çekmekte, iyide yapıyorlar. Belli olmaz bu durum her an değişebilir sıkışan hükümet yine her an istifa edebilir bu durumdan. Halka öncüllük edecek sınıfsal bir ‘öncü’ parti Yunanistan’da var mı bilemiyorum ama işe her an el atabilir. Umarım öylede olur.

Biz ise henüz küstah politikacılardan kurtaracak ‘öncü’ bir parti yok. Büyük bir eksiklik. Diğer asıl büyük eksiklikse Türkiye’de ‘proleter’ bir sınıfın olmayayışı.

Ayrışmış - ayrıştırılmış bir işçi topluluğuyla karşı karşıyayız. Sağcı işçi / solcu işçi, hatta dindar işçi oluşmuş durumda!

Sanki yağmur yağarken hepsinin başına ayrı ayrı yağmakta? Ayrı ayrı ıslanıyorlar!

Amerika’da, Wall Street’i kurtarmak isteyen bay Bush kurtarmaya çalıştıklarıyla birlikte büyük isimleri de mahvetti.

Amerika tarihinde yüzyılın krizini yaşıyor şuan, bu kriz ve çöküş Amerika söz konusu olduğunda daha da devam edeceğe benziyor. Bunu bay Obama’da düzeltemeyecek durum bunu gösteriyor yeni kabinesine aldığı isimlerle de zaten bunun mesajını veriyor. Zaten şuan için bir çoğu bay Bush’un eski’miş kabinesinden oluşmakta. Renginden dolayı Obama’ya umut bağlayanlar başından beridir farklı politika izlemeyeceğini söylememize rağmen ciddiye almadılar uyarıları.

Oysaki Obama’nın aksine Bush ‘zenginlere sosyalist’ bir durum takınarak onlar için kendi ülkesinin ekonomisinden para tırtıklamakla meşguldü...

Öyle de yaptı ama nafile. New York’un arka sokakları bunu yalanlar biçimde ‘yoksullar’ ve ‘evsizlerle’ dolup taşmakta.

‘Komünist Manifesto’, burjuva devleti tarafından dünyanın çeşitli ülkelerinde ve çeşitli zamanlarda politik nedenlerle birçok defa yasaklanmasına rağmen ve gerekçesi her defasında ‘toplumun huzur ve sükûnunu korumak’ ve ‘sınıf kavgasını önlemek’ti gibi argümanlarla karşımıza çıktı. Şimdi ki durumu kendileri bile açıklayamıyorlar.

Çırılçıplak kapitalizm

Üst üste Marx’ın, Kapital eserinin baskılarını yetiştirmekle, şuan Marx ve Engels okumakla meşguller.

Kapitalizmin bir bilimi olmayacağına göre elbette son derece açık saçık, bu müstehcen metni okuyacaklardır. Bundan doğalıda olamaz. Politik metin olarak; bir program ve kapitalizmi, üzerindeki bütün ideolojik, felsefi, hukuki, ahlaki ve politik örtüleri sıyırarak, böylesine ‘çırılçıplak’ bırakmıştır kapitalizmi.

Özetle devrimci bir ‘eylem kılavuzu’ söz ettiğimiz yapıt!.

Şimdi çanların kendisi için çalındığını bilen kapitalistler yangından mal kaçırır gibi kendilerini kurtarma çabasındalar. Delice işçileri ‘ücretsiz izinlere’ göndermek derdindeler. Bu ‘ücretsiz’in anlamı işten çıkarmaktadır ki, bunu bile açık açık dillendirememektedirler.

Tıpkı onlar gibi, bugün Erdoğan kliği de işçi kesimine olan ‘saygı’sını belirtir şekilde bunları dillendirmekte, ‘sefilliği’ işçiye yaraştırmaktadır.

Başlıktan da anlaşılacağı üzere bu krizin en ‘iyi’ yönü zengin birkaç asalaktan kurtulacağımız gerçeğidir. Zira ‘Özgürlük’ anıtının altında da şu yazmaktadır: ‘Zenginleri değil, fakirleri satın!’ yazısı düşünülünce insanın aklına başkada bir şey gelmiyor.

Bu yüzden şimdi iki ‘tercih’ arasındayız: proletaryanın bakış açısı ve sınıfsal gerçekliğiyle birlikte bu kurtuluşun, bağımsızlığın, demokrasinin, kısacası devrimin yolunu gösteren tek gerçek çıkış yolunun işçi sınıfının örgütlülüğü ve bu ‘örgütlü’ gücün yapacaklarıdır. Ya ‘proletarya’ ya ‘burjuvazi’.

Örgütsüz ve ya devrimci bir önderliğe sahip olamayan bir işçi sınıfı ‘devrim’ falan yapamaz. Sınıfın ‘fiili’ koşullu örgütlenme ve eylem tarzıdır. Zaten ‘devrim’, ‘işçi sınıfı’nın günlük hayatıdır ve onun etkileridir.

Yine de benden hatırlatması, bütün egemen sınıflarda ortak olan anlayışa bakmayın siz. O da yeryüzünden çekip gidecek olmalarıdır. Yeter ki, ‘Manifesto’nun sonundaki o büyük çağrı gerçekleşsin: ‘Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!’ çağrısı.

29 Kasım 2008 Cumartesi

Parçalı düşünceler. .

Uzun bir zamandır gündemi takip eden yazılar ve alıntılar dışında yine en basitinden güncel haberlerle birlikte, resimler vererek geçiştiriyorum blog güncellemelerini. Bir türlü yazmak nasip olmadı desem daha doğru olur. 

Ne doğru dürüst (çalışma saatleri dışında) planlı ya da sosyal bir yaşama dahil olabildim ne de bir şeyler karalamak içimden geldi blog da. Oysa yazılacak, söylenecek, paylaşacak çok şey var. Kriz mriz derken hepimiz kırık dallara dönüştük. Yüz yıllardır çalıyorlar. Hayatlarımızdan, emeğimizden, zamanımızdan, değerlerimizden, inançlarımızdan, düşüncelerimizden. Buna da çalışmak diyorlar.

Evet, gerçekten de çalışıyorlar.

Ç a l a r a k!

Kapitalistler Moskova’ya
Çok muazzam bir coğrafyanın üzerindeyiz aslında. Anadolu cidden müthiş bir coğrafya üzerine kurulu, harika bir matematiği var. Okuduklarımdan, yaşadıklarımdan çıkardıklarım var. Ama en önemlisi de tarihten öğrendiklerimiz var. Gerçek yazılı tarihten söz ediyorum. Çünkü ortada birçok yalan yanlış tarih dolaşmakta. Onlar bile ideolojik bir duruşu sergiliyor ne yazık ki!

Ortalık onlarla dolu. Kimi şerefli, kimi şerefsiz!

Savaş mavaş vermemiş onca asalak!

Devşirilmiş, dönekleştirilmiş aydın tipi insanların gerekli – gereksiz saçma sapan sözlerini işitmek insanı bıktırmaktan çok ürkütüyor ve tiksindiriyor. Hele hele bir misyonu olanlardan deyim yerindeyse qına geldi. Her türlü boktan bakanlığın olduğu ülkemizde ki hükümet sözcülerinden tutunda, fotoğraf makinesinin denklaşörü karşısında, basın açıklaması yapan ve elini sallasan başbakan yardımcısına değecek bir ülkede yaşamak gerçekten de çok zor.

Amerikalardan aldığı paralarla anti-komünistlik yapan (ki örneğin komünist değilim) ama bir gecede ideolojisini değiştiren tiplerden cidden sıkıldım. Bilemiyorum belki de tarihin bütünüyle yükledikleridir ya da karşımızdakilerin birer yansıması. Düşünün bu tipler gidip zamanında Komünizmle Mücadele Dernekleri kurmuşlar. Ne ilginç bir şey değil mi?

Ülke de komünizmin ve komünistliğin anlamını bilmeyen onca insan arasında marjinal bi’şey kuruyorsun, birileri de seni finanse ediyor. Oh ne ala bi’şey, düşününce insanın anti-komünist olası geliyor.

Sonra…

Tayyip Marx okusun
Çıkıyorsun sokağa, ellinde çivili sopalar. Hem sallıyorsun hem de saldırıyorsun. Yani ikisini aynı anda yapıyorsun. Olmadı birde ‘Goministler Moskova’ya!’ diye polis eskortunda yürüyorsun. Beceri ister bütün bunlar. 60'lı yıllarda bunu yapmış bizim misafirperver Türk büyüklerimiz.

Bunları yaparken bir marifetleri daha var, sıkışınca milliyetçi, olmadı dindar, hiç olmadı sosyal demokrat. Oda olmadı liberalizme yumul. Bu kadar geniş bir yapı, bu kadar geniş bir bünye yani.

Olmadı bir gece de o çok karşı oldukları komünizm olgusuna da sığınırlar ama süreç daha gelmedi, daha çok erken. Çok erken ama bir yandan da alt yapısını yapıyorlar. Önce Küba purolarından başladılar, daha sonra Che Guevara’yı içki - giyim vb. cisimler üzerine inşa ederek para kazanmanın yollarına girdiler. Beceremediler!

Daha sonra eski ‘Sovyet’ Rusyasına uzanıp Puşkin, Mayakovski, Gorki gibi ünlüleri ‘kafe’lere isim vererek yollarına devam ediyorlar.

Düşünüyorum!

Birazcık ciddi olmak lazım, zikrin neyse fikrinde o olsun derler ya aynen öyle, birşeyler aramak yerine kendi kimliğine sahip çıkmalı insan. Yapmaçık görüngülerden sıkıldım. Bu ülkeyi böldürmeyiz diye sokaklara çıkan yeni yetme gençlerin abilerinden nefret ettiğim gibi, -ki 90'lı yıllarda- sokağa çıkıp 'Vatan bölünmez' diyenlerden kırk yıl düşünsem aklıma gelmeyecek olan şeyi gördüm.. Bölündük ve böldürdüler!

'Bu ülke en ala şekilde ve itinayla bölünebilir' dedim. Bölündü de. Hele ki şu bölünmez diyenlerden uzak kalan birisi olarak, Marx, Engels, Lenin'in açıklanmayan gizli bilgi ve sırlarını açıklayacak bir kapitalist beklemeye başladım.. Marx fakirmişş, Engels fabrikatörmüşş, Lenin en ucuzundan Alman ajanıymışş, sosyalistler sabitmişş. Kapitalistler hep kuytularda sinsice gezinirmiş. Bütün bu cümlelerin tek doğru tümcesi 'sinsice' kelimesidir. Kapitalizmin bir bilgeliği olmadığına göre, -para kazanmak- dışında saldırı ve iftira bunlara farzdır da. Ne diyelim. Herkes ayağını yorganına göre uzatmalı. Ortalıkta işçilerin canını yakaçak birşeyler arayanlarla dolu. O yüzden de o eski seher ülkesine dikkatle bakmak gerekmekte.

Rusya’daki eski kuşakların yok olmasını mı bekliyorlar bilemiyorum ama bu zor gibi görünüyor. Putin gibi emperyal ve kapital olan bir adam yıkılan Stalin heykellerini yeniden inşa ederken Rusya’da ve Marx güncelliğini korurken ne diyebiliriz ki?

Evet, ‘Kapitalistler Moskova’ya!’

24 Kasım 2008 Pazartesi

Viva Chavez!

28 Temmuz 1954’te ailenin altı erkek çocuğundan biri olarak dünyaya geldi. Yerli ırkla siyah ırkın karışımı, ‘Zambo’ diye adlandırılan bir ırka mensup olan Chavez’in anne ve babası öğretmendi. Orta halli bir ailenin çocuğu olarak okumak dışında bir seçeneği olmadığı için askerî okula kaydını yaptırdı. Askerî öğrenci olarak gittiği Peru’da ise siyasetle tanıştı. Siyasette sol blokta yer alan Chavez, devlet başkanlığı görevinde dünya solunun ümidi haline geldi.

1 Kasım 2008 Cumartesi

En yakın kuzenlerimiz: Yüzde 2’lik fark…

Şöyle bloggerler arası gezinirken “Bonobolar, içimizdeki maymunlar…” başlıklı bir yazı gördüm. Bir kitap tanımı üzerine bilgilerin verildiği yazı ilgimi çekti, öyle ki son günlerde Harun Yahya (Adnan Oktar) denen sosyetik safsatacının yaratılış üzerine oradan buradan tırtıkladığı (dikkat edin kaleme aldığı demiyorum, tırtıkladığı) Darwin ve Marx’a falan saldıracağım derken aslında Marx’ı kendine kaynak alan ve oradan beslenen bu şahısın, Darwin’in Evrim Teorisi adlı kitabına saldırırken birden rotasını hakkında yazan kurum ve kuruluşların web sayfalarını kapatmakta bulduğuydu son çaresi. Bunlardan birkaçı bildiğim kadarıyla: Vatan gazetesinin web sayfasıydı ve yine halen kapatmaya çalıştığı Eğitim-Sen ve Bianet’in web siteleri. Bu zat RTÜK mü desem denetleme kurumu mu ne olduğu belli değil.

Yıllardır Darwin’in Evrim Teorisi adlı kitabını örnek gösteren bay idealistlerimiz Darwin’i çürütmeye çalışıyorlar. Derler ki, efendim nasıl olur da insanların atası maymun olabilir. Bu bir saçmalıktır. Bunu başta da belirttiğim gibi Diyanet başta olmak üzere Adnan Oktar gibi denen müptezel sosyetik söyler. Öyle ki Yaratılış Müzesi diye bir müze açarak fosil resimlerinin yer aldığı fotolarla kendini savunmaya çalışır. Bildiğim kadarıyla da, çoğu Avrupa ülkesi olmak üzere bu tür girişimlerde bulunduğu ülkerce bu bilim dışı çalışmaların yasaklanmış olmasıydı. 

Öyle bilimsel ki, birçok müridinin ve cariyesinin olduğunu dillendiren bu 'bilim insanı' Harun Yahya cariyelerinden birinin bir müridiyle girdiği cinsel ilişkiden dolayı o müridini cezalandırdığını söyleyerek (burada cezalandırmadan kasıt ise, üç sene müridiyle konuşmadığını söylemesidir Harun Yahya'nın ve müritlerini de özellikle zengin ailelerden seçtiğini saklamamakta ve de ceza yönteminin de 'cariyemle ilişkiye girenle konuşmuyorum' mantığı üzerine kurgulanmıştır bütün bilimsel girişimler.) Bizi aşan bilimsel bi’şey!.

Neyse konumuz Harun Yahya’nın cariyeleri değil elbette ama yine de vurgu yapmak istediğim konu Darwin’in Evrim Teorisi adlı yapıtı ve şempanze türü olarak Bonobolar.

Darwin’in insanlar maymundan gelmiştir sözünün aslında büyük bir çoğunluğu bonobo şempanzeleri üzerine kurgulanmıştır. Kurgu derken gerçek anlamda argümanlardan söz ediyorum. Ve Darwin burada insanlar maymunlardan geldiği yalanıysa sadece pirim yapma peşinde olanların işine gelmektedir. Oysa Darwin %2’lik farktan söz etmektedir. Buda gözlerden kaçırılmaktadır.

Darwin der ki, bonobo şempanzeleri ve insanlar arasında %2’lik bir fark vardır.

%2’lik fark ise, ya insanlar ya da bonobo şempanzeleri öndedir. Ayrıca Darwin’i evrim konusunda destekleyen diğer etkense kanımca gerici akımın bile kendini ussal olarak kendini zaman içinde geliştirmiş olmasıdır. Bu da Darwin’i yüz yıllar sonra doğrular kanıt tadır.

22 Ekim 2008 Çarşamba

Doğru safta durmak

Ülkemizdeki her değeri emperyalizme peşkeş çeken, emek düşmanlığında tarihin gördüğü en saldırgan iktidar AKP, bu sınıfsal açıklığa rağmen Ergenekon gibi doğrudan kendi ihtiyacı olan bir dava ile solun önemli bir kesimini yedekleyebilmekte ve yön seçme güçlüğü çeken emekçilerin gözündeki perdeyi büyütmektedir.

Reelpolitik, devrim gibi uzun vadeli hedefleri olmayan, günübirlik kazanımlarla yetinen yapılar tarafından tercih edilebilir. Bu pragmatizmdir ve dönemsel olarak şişirilmiş yelkenlerin itici gücünden yararlanma isteği şu veya bu burjuva kesime yedeklenmeyi de beraberinde getirebiliyor.

Gerçekte ne aydın olmanın ne de solda durmanın ölçüleri değişmiş değildir. Değişen, aydın olarak adlandırılan veya solda bilinen kimi kişi ve yapıların niteliğidir. Bugün genelde emperyalizme, özelde Fethullah Gülen ve AKP'ye olumluluk atfeden, onlardan demokratiklik damıtan kesimlerin demokratikliği (ve sivilliği), eski Sovyet cumhuriyetlerinde renkli devrim için basamak görevi gören STK'ların demokratikliği (ve sivilliği) kadardır.

17 Ekim 2008 Cuma

Bu kez de“Taraf” için; “Öz, öz, özgürlük!”

Küçük çocuklar reklam filmlerini izlemekten hoşlanırlar, çünkü reklâm filmlerinde görüntü bir hızla akarak tüm dikkati üzerine çeker. Küçük bir çocuk reklâmın içeriğiyle değil süratıyla tavlanır. Bütün bunlar şuan için gazetelere servis edilen ve bize sunulan onca çürük çarıkla dolu ki, bir bilgi kirliliğidir tüm hızıyla kamuoyunun üzerine bocalanıyor ve söylenenler artık önemini yitiriyor. Ama yine de içimizde tav olanlar azımsanmayacak kadar fazla!

Öyle ki, onlarla birlikte, elini sallasan uzmana, analiste, stratejistte değiyor. Nasıl ve nereden alındığı belli olmayan “terör uzmanı”, “Ortadoğu analisti”, “askeri stratejist” ve benzeri afili titrleriyle bir sürü tutarsız-ifadesiz suratlı, soğuk, ruhsuz, karanlık, komprador adamlar özellikle de medya organlarında arz-ı endam ediyor ve sırtlarını dayadıkları emperyalist güç odaklarının, uluslar arası tekellerin, gizli servislerin kendilerine yazdıklarını büyük bir başarıymış gibi ballandıra-ballandıra milyonlara servis ediyorlar.

Günlerdir bütün basın yayın organlarını ve zihinlerimizi dolduran operasyon ayrıntıları, manipülasyonları, dedikoduları bir yana bizim ne dediğimizin önemiyse şuan için hiçbir önemi yok.

Milyonlarca insanın canına mal olan savaşları, yıkımları, emperyalist işgalleri, kardeş halklar arasında kışkırtılan düşmanlık ve çatışmaların, tutturdukları “satranç tahtası” retoriği çerçevesinde, sanki bütün olup biten gerçekten bir satranç karşılaşmasıymış gibi, gerçekten piyonlardan, kalelerden, vezirlerden söz eder gibi bir “soğukkanlıkla” yorumluyorlar.

Ne de olsa (emperyalist) dünya savaşlarında, Britanya’ya karşı “anti-emperyalizm” yapıyoruz diye, Japon faşizmiyle uzlaşan “sol” önderler görülmüştür. Cilveli tarihin ettiğine bakınız ki, günümüzde de sol görünen, anti-faşist görünen ama anti-emperyalistliğe bulaşmayan bir aydın topluluğumuz oluşmuş durumda. Bunlar belirli bazı köşeleri tutup, yine bazı belirli gazetelerden atıyorlar. Safları da, tarafları da aslında belli. Belli olan diğer şeyse taraftarlarının kimler olduğudur. Bu köşe tutucularının hangisini saysak ki, örneğin.

Murat Belge, Helsinki yurttaşı, liberalizmin faziletlerini anlatıyor. Diğeri Yasemin Çongar, günümüzün en mühim yanaştırmacı gazetecilerinden, (eskiden TİP’in yayın organında yazıyormuş) kendisine ayrılan sayfanın hemen kıyısında, iliştirilmiş “sevimli” vesikalığıyla karşılıyor okurunu. Eski -eşi- ABD’li bir diplomat, ayrı ve özel bir “dokunmazlığı” var gazete içerisinde.

Assolist kıvamında biri daha var. Elbette diğer mühim kişi Ahmet Altan, babası kadar olmasa da kendince yazıp çiziyor. Babası kadar başarılı değil yazım dilinde. “Eski(miş) solcu” konformizme düşkün, Murat Belge’nin aksine, liberalizmle kendi sentezini yapar. O derece mühim biri yani.

Öyle bir gazetecilik yapıyorlar ki, dördüncü kuvvet dediğimiz medyanın, beşinci boyutunu oluşturmuş durumdalar. Bunları topunu düzeltmek imkansız gibi... Polat Alemdar tarzı “delikanlılık”, “kahramanlık”, “cesaret” ve “petka” (bu ne her neyse) söylemiyle özdeşleştirilmekte, “sıkıysa siz de yazın” tarzı böbürlenmeleriyle sıklıkla zikredilmekteler.

Ama bugünlerde başları dertte, darbe girişimleri ve Ergenekon haber dizileriyle ve de en son askeri bilgileri açıklamalarıyla genelkurmayın hedef tahtasına oturttular. (Zaruri bir açıklama: Taraf okurları özellikle Ağustos ayından itibaren, internette mail ve forumlar aracılığıyla bir kampanya başlattılar. “Taraf askeri savcılık tarafından basılacak. Gazetenin bilgisayarlarına aynı Nokta dergisi gibi el konulacak!” Pes doğrusu. Ki, buradan da anladığımız kadarıyla "önceden" basılacaklarının servisi bile ellerine bi'şekilde geçiyor hissini verdikleri için kendilerine bir kez daha teşekkür ederiz) kampanyasının startını vermiş durumdalar. (Ciddiye alırsınız, almazsınız ama habire Taraf tarafından dumura uğratılıyoruz.) Kendilerini kutluyorum.

Nokta dergisi baskın yerken bizim sol-devrimci “güçlerimiz” gafil avlandılar. Ellerine alıp birer Nokta dergisi Taksim meydanında bir o yana, bir bu yana dolaşıp durdular. Birçoğu Nokta dergisini (hiçbir devrimci kurum, bu dergiyle protokol alışverişi olmamasına rağmen) sol bir yayın, bilemediniz en yabanından demokrat bir dergi bildiğinden olsa gerek bundan sakınca görmediler. Daha sonra işin foyası çıktı, bu dergi pek muhterem hoca efendi Fethullah Gülen’e aitmiş. Hoca efendi bu destekten öyle duygulanmış ki, ağlamış, bir garip haller içerisine girmiş. Bu sefer bu iş Taraf gazetesi için yapılır mı, bilemiyorum? Büyük olasılılıkla yapılır.

Ne de olsa bir genç sivil grubumuz var, (tırnak için de belirli bir kaç şey dışında "rahatsız" oludukları tek konum kendi konumlarına olan saldırılar) büyük ihtimalle de bu mailli çekende onlar. Gerçi en son sayamadık “kaç kişilerdi” ama onlar varsa bu iş olur. Kendilerine olan güvenimiz tamdır.

Militarist güçlerimizin seceresi kabarık bu bağlamada, yaparlar mı yaparlar. Olasılıklar arasında olabilir, kim bilir? Öyle ki Başbuğ "paşa"nın açıklamasını izleyince, bütün mimikleriyle bunun emrini veriyor hissi verdi bana o yüz hatlarında ki “milli duygu.” Ben işimi sağlama alayım da, ne olur olmaz diye şimdiden desteğimi vereyim dedim Tarafçılara…

Ne de olsa "aydın duruş" bunu gerektiriyor.

Taraf’ susturulamaz!
Taraf’a öz ve öz özgürlük!

Not: Sınır Tanımayan Gazeteciler raporuna göre, Erdoğan hükümeti döneminde Kürt medyası hiç olmadığı kadar sansür ve cezalarla karşılaştı.

Örnek: Yedinci Gün, Yaşamda Gündem, Güncel, Azadiya Welat, Gündem, Gerçek Demokrasi, Haftaya Bakış, Toplumsal Demokrasi ve Öteki Bakış art arda kapatma cezalarıyla karşılaşıyorlar. Birçok sosyalist dergi ve yayın organı da ayrı bir tutumla ya soruşturmalara uğruyor ya da dergi büroları tutanaklara boğularak dergilerin "İmtiyaz sahipleri ve müdürleri" gözaltına alınıyor. Bu dergi ve gazetelere sayısız dava açılırken, dağıtımcıları ve muhabirleri de gözaltı ve tutuklanmalara maruz kalıyor. Halen Türkiye cezaevlerinde en az 24 gazeteci bulunuyor. Bu haliyle Türkiye gazeteciler açısından İran’ı da geride bırakan bölgenin en büyük cezaevi konumunda. Mart 2007’den bu yana ise 10 gazete toplam 26 kez kapatıldı.

Bunun en son örneği Yürüyüş dergisinin satışını yapan Engin Ceber ve arkadaşları polisçe işkenceye uğradı, arkadaşlarıyla birlikte cezaevine konulan Engin Ceber, Metris cezaevinde gardiyanlarca yapılan işkence sonucu öldürüldü. Bunların ciddiyetine varacak kadar (rahatsız) olabiliyormuyuz tüm mesele budur.

15 Ekim 2008 Çarşamba

Halklar kardeştir!

Anadolu’da binlerce yıldır bir arada yaşayan halkların, barış içinde yaşaması ortak özlemimiz olmuş yıllardır. Ayrı dillerde, ayrı ezgilerde hep aynı özlemi dile getirmişiz. Bizler farklılıklarımızla yan yana, kardeşçe, barış içinde, insanca ve onurumuzla yaşamak isteyen ezilenleriz ama aslında “çoğunluğuz.”

Anadolu, halkların kardeşçe yaşadığı bir cennet olabilecekken bizi cehennemde yaşamaya mahkûm etmek istiyorlar. Bunun için önce halkların kardeşliğine, dostluğuna saldırıyorlar. Zenginliğimiz olan farklılıklarımızı kullanarak aramıza kin ve nefret tohumları ekiyorlar. Yakın tarihimizdeki kitle katliamları, faili meçhul cinayetler, infazlar, linç girişimleri toplumsal hafızamızda onarılması güç izler bıraktı. Yanı başımızda da; Bosna’da, Kafkasya’da, Ortadoğu’da halkları birbirine kırdıran emperyalizm, çıkarları gereği halkların kardeşliğine karşıdır. Onlar bizleri birbirine düşürdükçe “güçleniyorlar.”

Çerkes olduğumuz için hain, Kürt olduğumuz için bölücü ilan edildik. Laz olduğumuz için bizimle dalga geçildi, Arap olduğumuz için pis, Türkmen olduğumuz için barbar olduk. Alevi olduğumuz için en pervasız şekillerde saldırılara uğradık. Ermeni veya Rum olmak ise küfürden sayıldı. Ve bunlar her gün farklı şekillerde karşımıza çıktı.

Kimimiz bunlara boyun eğdi, kültürünü, tarihini unutmaya çalıştı. Kimimiz kendinden olmayanı aşağılayıp üste çıkmak için çırpındı. Bizler boyun eğdikçe ufaldık, ufaldıkça yok sayıldık. Onlarsa “büyüdü”, bizleri sömürdüler, katlettiler, farklılıklarımıza göz diktiler. Bizi “böldüler.” Oysa hepimiz bu toprakların zenginliğiyiz. Yeri gelir kemençe ile coşar, yeri gelir kaval ile hüzünleniriz. Düğünlerde kol kola halay çeker, horon ederiz.

Farklılıklarımızdan korkmayalım!
Halklar kardeştir!

Türk usulü 'Kavgam'

Metal Fırtına derken Hitler’in Kavgam adlı kitabının Türkiye’de çok sattığını iddialarının üzerinden birkaç yıl sonra şimdi de Kırmızı Kitap, Türkiye’de her siyasi kriz yaşandığında Türk siyasetçilerinin başvurduğu ilk şey şovenist kurgulu senaryolar oluyor.

Senaryo şöyle: Türkiye'den askeri alanda büyük darbe yiyen ABD ve Batılı müttefikleri, Asya Birliği'nin kurulması ile ekonomi alanında da yere seriliyor. Asya Birliği, kendi para birimi Asya dışında hiçbir parayı tanımayacağını açıklıyor.

Ankara haberciliğinin tanınmış siması Muhammet Kutlu da gazetecilikten, “Gazeteci-Yazar”lığa iddialı bir kitapla terfi etmiş görünüyor.

Muhammet Kutlu, Profil Yayınları’ndan çıkan “Kırmızı Kitap” adlı romanıyla, adeta Türk usulü “Kavgam” sunuyor okurlara.

“Türkiye’nin başına vatansever, gözünü budaktan sakınmayan biri geçse” şeklindeki vatan kurtarma muhabbetlerinin, hayata geçme şansı olduğunda nasıl sonuç doğurabileceği sorgulanan ve "Türk'ün bin yıllık derin anayasası'nın sırrının kodlarını veren" kitabın hikâyesi ilginç: 2019 yılında başa geçen gözü pek lider, kısa sürede ABD ve Avrupa’ya diz çöktürüyor. Türk Hakanı Batı’nın üstüne karanlık gibi çöküyor. …

Kitabın kahramanı olarak sunulan Mehmet Demir, Türkiye’nin ve Asya’nın eski parlak günlerine dönmesini hedef edinen karizmatik bir lider. Gözünü budaktan sakınmayan, yolsuzluğa, rüşvete, batılı çıkar guruplarına bulaşmamış biri. Kurduğu gizli hücre ile yıllarca ülkesini ve Asya’yı nasıl Batı’nın pençelerinden kurtaracağının planlarını yapan idealist bir adam.

Sayısız suikast girişimi ve kanlı saldırıların ardından, başına geçtiği parti ile seçimlere girmeyi başarıp, ezici bir oy oranıyla iktidara gelince her şey değişiyor. Önce yıllardır keşfedilmeyi bekleyen petrolü çıkarmayı başarıyor. Türkiye, kısa sürede dünyanın en büyük petrol üreticisi oluyor. Ardından, bölücüler tarafından Türkiye’den kopartılan Güneydoğu’yu yeniden kazanıyor.

Yıllardır Türkiye’nin iliğini sömüren köşe dönücülerin, hırsızların ve hainlerin tüm yaptıklarının hesabını tek tek soruyor. Amerika ve İsrail tarafından paramparça edilen Arap ülkelerini peşine takıyor. Sonrasında Rusya ile masaya oturuyor. Ardından Çin ve diğer Asya devlerini yanına alıyor. Asya Birliği’nin temellerini atıyor.

Kötü gidişe dur demek zorunda olduğunu hisseden Dünya Düzenleme Komitesi, ABD Başkanı’nı öldürttüğü bahanesiyle ABD ve müttefiklerini Türkiye’nin üzerine salıyor. Türkiye, Rusya ve Çin’in desteği ile dünyanın o güne kadar gördüğü en büyük deniz ve hava gücünü bir günde imha ediyor.

Beyaz Saray’ın bahçesine bir Türk füzesi isabet ediyor. Başkan güçlükle sığınağa indiriliyor. Füzenin patlamayan başlığından çıkan not herkesi şok ediyor. ABD ve Türkiye arasındaki savaş, uzayda da kıyasıya yaşanıyor. Türkiye, ABD ve müttefiklerinin uzaydaki askeri uydularını tek tek imha ediyor. Bir günlük savaşta, Türkiye Florida’daki Cape Canaveral Uzay Üssü’nü nükleer füzeyle vurarak yerle bir ediyor.

Türkiye’den askeri alanda büyük bir darbe yiyen ABD ve Batılı müttefikleri, Asya Birliği’nin kurulması ile ekonomi alanında da yere seriliyor. Asya Birliği, kendi para birimi Asya dışında hiçbir parayı tanımayacağını açıklıyor.

Batılı borsalar ve finans kuruluşları birkaç gün içinde teslim oluyor. Dolar, dünya finans sisteminden tümüyle çekiliyor. Dünya kısa sürede eksen değiştiriyor. Güç, batıdan Doğu’ya, Asya’ya geçiyor. Batılı ülkeler kargaşa ve istikrarsızlık içine gömülüyor....

Yayınevinin tanıtım metnine bakılırsa, "Bu kitabı okuyanlar, kendilerini “Ya Türkiye’nin başına böyle bir lider geçerse?” demekten alamayacaklar. Bu kitap idealist Türk gençlerinin başucu kitabı olacak. Batılı güç odaklarının da, böyle bir şeye izin vermemek için yanından ayıramadığı el kitabı haline gelecek..." Peki, okur ne diyecek? Onu da ilerleyen günlerde göreceğiz..

8 Ekim 2008 Çarşamba

Devrim haklıdır

Gerçekten de pek az imaj bu kadar etkili olabilir. Kışlık sarayın önünde devrime koşan Bolşeviklerin görüntüsü yok ama Çar'ın yıkılan heykeli 1917'yi tekrar edebiliriz diyor. Kimse yenilmez değildir. Burjuvaziyi mülksüzleştirecek yegane güç devrimdir. Devrim haklıdır.

2 Ekim 2008 Perşembe

Tanrı kelamı

Bugünden hoşnutsuz, gelecekten umutsuz halk topluklarını ihya etmek, mutlu etmek zor değildir, aslında çok kolaydır. Bunu bir çuval kömürle, bir torba makarnayla, istisnai birkaç bölge olsa da arkasına ‘satılamaz’ yazan çeyrek altınlarla, taşra da ‘kütük’ (köylük bölgeler de) ağaç kökleriyle kandırılma ihtiyacı duyan herkesi kendi ‘geçmişine döndürme’ hissiniz varsa döndürür, ihya edip her şeylerini kendinize indirgeyip ‘meşrulaştırıp’, üstüne üstlük ‘dua’larını da alıp kandırabilir, ‘sevap’ kazanabilirsiniz.

Köklerinin tarihine, ‘şanlı geçmişine’ bakmayın siz bu toplumun, durmaksızın onlara açlıklarını hatırlattırın - hissettirin yeter ki. Kaldı ki onlarda hatırlatır zaten size bunu. Yeter ki siz, ‘nedametli’ ve ‘metanetli’ olun!

Mesela geçmişi belirleyen hatları (çizgileri), asla kalın çizgilerle çekmeyin. Biz Aziz Nesin’in yazdığı Zübük’zadeler yumağıyız çünkü. Birkaç sinirli - asabi - argolu - lümpen - yüksek ses tonlu tümceyle bu gidişatı sağlamak olanaklı ve yeterlidir.

Bir gecede ‘laik’ de, ‘muhafazakar’ da, ‘milliyetçi’ de olursunuz. Ağzınızda da ‘din’, ‘iman’, Allah’ sözünü duyumsuyap ikna olduğunu da düşünüyorsanız herkesi ikna edebilirsiniz, farklı bir ‘dine transfer edebilirsiniz’ de karşınızdakini. Aksini inkar eden varsa zaten bende bu bloğu terk ederim, dermişim:) Ederim de!

Karşıtını kimse inkâr edemez eden de zaten devşirmeyle birlikte devşirtilmiştir de neyse. Bu ayrı bir konu. Dünya çelişkiler yumağıdır ve çelişkiler üzerine kurulmuştur. Bunu Tanrı’nın kutsal sözü ‘Kitaplarında’ da görebilirsiniz, ‘bilimde’ de.

Çünkü her zaman biraz esnek olma temkinliğini gösterir bu toplum. Bu Tanrı kitabında da böyledir demiştim. Gösterir göstermesine de, yaptıklarını -yaptırdıklarını- yaptırımlarını da unutmaz bu toplum. Bugünün ve yarının çizgilerini de birçok sınır kaymalarına gebe olmasından mıdır nedir bilinmez, belki de ondan, meşruluğa ve tarihselliğine ihtiyaç duyacaktır da ondan önüne geleni tepmez. Bu şuna benzer, kurtların içinde ki bir kuzunun kendini ‘ben onlardan daha kurnazım’ demedi gibidir. Bu (hani kendimizin ikna olması yeterlidir sözü gibi) Tanrı kelamında da böyledir, örneğin Tanrı buyruğu değildir ama kendini Tanrı’ya yaranmak için hapseder kendini ‘şekilciliğe’.

Oysa bu toplumun ‘nedametli’, ‘metanetli’ duruşunu bozmak için onların (yani sistemin) ezber mekanizmasını bozmanız gerekmektedir aslında. Birçok okuduğumuz ‘yeni’ şeylerden görmekteyiz ki, ezber bakidir, ezberlenen argümanlarsa güncel politik ve değişkenlere tabidir. Bin dördüz yıl önce peygamberin soyunu katlederken de ‘Tanrı buyruğuna uymuşlardır’, yine gerektiği içindir olsa gerek ‘bin dördüz yıl sonra Tanrı buyruğunun farzından olsa gerek artık incitmiyorlar’ peygamber soyunu (zaten kimse de kalmadı o muhteşem soydan arada bir Ramazanlarda ağalarlar, buda güya dinimizce vaciptir, olanları da katlettiler Kerbela’da), zenginler sofrasında oturup içtikten sonra da içkiyi haram kıldılar. İşte böyle bir din. Kerbela’da neymiş bakın münafıklara derler.

Millet tasarımını öznel tercihler üzerine kurarak Marksizm ile arasında mesafe koyarak yazar (Renan) ama şunu da der: “Millet nasıl oluşursa oluşsun, her şeyden önce bir ruhtur ve kendisini oluşturan bireylerin sürekli onayına dayanır. Millet her gün tekrarlanan bir halk oylamasıdır. (Örneğin hükümetlerin her zam açıklamasından sonra, seçime gidilse nasıl bir sonuç çıkar merak ediyor musunuz acaba, ya da Marks’ın din afyondur sözünü nasıl biçimlendirirsiniz gününüz dünyasına?)

Dedik ya Aziz Nesin’lik bir ülkeyiz. Aziz Nesin’in ve onun güzel yurdunun güzel insanlarıyız biz. Onca acının yanında, (bir değil) bi’günlük sevinçlerini yol yaparız kendimize, hem de kamu binalarının kapılarında sürünmek bahasına. Dini eleştirmesine ve inanmamasına rağmen birçok yazar ve aydının Kur’an hakkında Aziz Nesin’den bilgi almaya gittiğini ve Aziz Nesin’in Kur’an’ı ezbere hatim ettiğini, biliyor muydunuz, bilmiyorum ama böyle işte.

Oysa bütün hikâye hatırlamak be unutmak üzerine kurulmuştur. Misal yedi düvele karşı savaşarak üç bin yıllık (Atatürk’ün günlüklerinde Türklerin tarihi 3 bin yıllıktır diye tabir edilmiş ve anlatılmıştır) savaşını, imtiyazsız, dini gericilikten arındırılmış ‘laik’ ve ‘çağdaş’ bir cumhuriyet armağan eden kahraman ordumuza kati surette güvenmemiz, inanmamız böylece bellememiz emir olunmuştur. (Burada ‘Osmanlı’nın ya da ‘Cumhuriyet’in karanlık faili meçhul cinayetlerinin resmi yarışını yapmayacağım.)

Bırakın sayfaları gerçekten ‘bloq’lar yetersiz kalır. Belki de Aziz Nesin bundan dolayı söyledi “bu halkın %60’ı aptal” derken gelen tepkiler yüzünden sözünü düzeltip “hayır, bu ülkenin %90’ı aptal” demesi de buna bağlıdır, bilemiyoruz.

Ama gerçekten şu var ki bu halk aptalında aşağındasıdır. Kömüre, makarnaya oy veren bir topluma ‘aptal’ demek o halka söylenmiş, ithaf edilmiş en düşük cümledir. Şu da var ki ezberimize de böyle girilmiştir, ‘aydınlanma’, ‘cumhuriyet’ ‘şeriat’, ‘bayrak’, ‘vatan’ ‘din’ ve bunların bir tür ‘çeşitli’ teranesi altında girilmiştir lügatımıza.

Bundan da kurtulmak zordur aslında. Bu belki de sorgulamama yetisini kullanmamasındandır insanoğlunun. Diğer kısımlarsa zaten ‘fantastik’ biçimde imam-hatiplilerin dini kullanmasıyla girilmiş, sonuçlarının süreçler uzantısının bize gösterdikleri olmasıdır.

Örneğin 1979’da Kur’an sayısı 31 bin 75’ken, 1981’de 259 bin 731 olduğuna dair araştırmalardan hareketle bugünü hesaplamaksa yine “göreceli durumların, göreceli ilahiyatçılarına kalmıştır”, işin ilginç tarafı da her ‘Kur’an’ yorumlanışı, biçimlendirilmesiyse farklıdır. Yine örnek verecek olursak ‘Hadis’ birçok yerde referans olarak kabul edilmekteyse ‘Hadis’i uydurma olarak kabul edenlerin de çokluğu yok sayılmayacak derecededir. Anlayacağınız herkes ‘din’i kendine göre biçmekte, yorumlanmakta, ‘mealler’ bile yer değiştirmektedir.

Sanırsınız ki, 1400 yıl önce onlar oradaydı ve ‘İslamiyet’in ilk çağlarında oradaydılar’ ve din onların istediği biçimde ve onların gözünde gerektiği yerde kanlı, gerektirdiği yerde de kansızdı. Görüş bildiren (fetva) onlara peygamber emretmiş, olmazların olmazları arasında yerini almıştır. Onlar dışında ki herkes ‘günahkâr’ ve ‘kâfir’dir, ‘ulema’ denen sahtekârlar gurubuysa gününü kurtarmıştır.

I. Wallerstein’in dediği gibi: “Her zaman zenci birileri vardır”, buluştukları ortak nokta ise çeşitli renklerde ki beyazlardır. Bunların adları da Avrupa’da, Arabistan’da, Asya’da ki iççi sınıfı, Latin Amerika’da ki yoksul topraksız köylüler, Atlantik’teki emekçiler ve beden işçileri, sokak çocukları, Türkiye’deki Kürt halkları, ezilenin ayrımını yapmıyor Tanrı! Hepsine eşit derecede - kolektif bir bilinci veriyor. Kullanabilene aşk olsun!

Bütün ırklar, toplumlar ve halklar, ‘onların bilinçleri’, ‘bütün kalpleri’, ‘dini ritüellerle’ birlikte kralları, hanedanları, imparatorlukları, diktatörleri yıkan ve yeniyi inşa eden, hep bir ağızdan türküler söyleyenlerin ruhani kalpleriyle kuracaktır yenidünyasını. Bu kaçınılmazdır.

Bütün dayanağımız ‘yeni insan’dır.

İnsanlar yaşamaktan vazgeçmeyeceğine göre kapitalizmden vazgeçecektir.

22 Eylül 2008 Pazartesi

Başbakan, demokrasi ve kısa yoldan köşeyi dönmeyi becerebilme marifetinin kuralları(!)

Sessiz bir nem içinde, evler, sokaklar, bu ülkenin yoksul varoş yolları ve okulları, sanki bir duygu içinde kendi yalınlığını arıyor gibi. Her yer lağıv ediliyor her yer işgal ediliyor gibi. Geri çekilen havaya uçurulan bir magma gibi. Kendi değerlerinden uzak harabe halinde, yerdeki bir hesap defterinin üzerinde kirli bir hesap görülüyor devletin yetki mercilerinde. Aç gözlülük duruyor! Yakındaki her şeyleri uzaklarında ki her şeyleri, değerleri ve namusları parayla dolmuş ve yepyeni $ banknotları lağım sularında yıkanıyor. Çocuklar, öksüzler, çöplükleri karıştırıyor ve yakacak yapıp ısınmaya çalışıyorlar.

“Bu benim görevim”, diye yazar, Beslen'de Nazi ölüm kampının kurtarılışını izlemek üzere orada bulunan Times'in Londra muhabiri, “insanın akıl alma gücünün ötesinde bir şeyi anlatmak” için. Ben de şimdi emperyalistlerin uygulaya geldiği işgal ve sömürülerin yanında AKP hükümetinin (iktidarının) özelleştirme terörünü düşününce böyle hissediyordum uzun bir süre, daha sonra yandaşlarına sağladığı ve çektiği peşkeşler, oğluna aldığı “gemicik” ve damadına aldığı gazete ve televizyon kanalıyla bu bir ivme kazandı… Şimdiyse başbakanın boykot çağrısıyla bunu düşünüyorum, başbakan işçilere verip veriştirirken, çiftçileri azarlarken, kendini eleştirenlere öfkelenirken-gözaltına alma emri verirken, karikatüristleri mahkeme kapılarında dolaştırırken…

Doğan medyasına karşı bizim bir duruşumuzun ve tavrımızın olması doğal da başbakana ne oluyor onu da anlasak?

Çocuklar çöplerden yiyecek topluyordu Erdoğan'ı göklere çıkarırken Doğan medyası. Sonra bay başbakının yolsuzluklarını yazma kararı verince anladık nelerin döndüğünü! Tepki sunması gerekenler belki de en çok o çocuklar! Bu yüzden bir başbakanın 'boykot çağrısı' yapması yaşadığınız ülkenin durumunu daha net, daha objektif bir şekilde gözler önüne seriyor…

Sanki bir serap gibi, bir futbol sahasında arabalardan bir piramidin yükselmesi gibi bütün bunlar. Bir ambülâns, bir itfaiye aracı, polis arabaları, buzdolapları, çamaşır makineleri, televizyonlar, dinlenen telefonlar ve yazı makineleri... 3F formülü: fiesta, futbol, festival… Sonra işgaller, hak gaspları… Hiçbirinin Nazi ölüm kampından bir farkı yok. Jean J. Rousseau’nun da dediği gibi: “hiç bir şey çıkar gruplarının etkisinden daha tehlikeli değildir” diyordu. Bu söz AKP ve Erdoğan’ı günümüz Türkiye’sini ifade ediyor bence.

Bütün bunları uygulayanlar ikinci dünya savaşından daha çok kayıp verdirdi insanlığa. Günümüz kapitalist çağında kayıpların, ölümlerin sayısı ikinci paylaşım savaşından daha da fazla.

Şimdi başbakan böyle yaptıkça bizi birleştirecek, sonra ayrıştıracak şımarıkça. Sonra tekrar birleştirecek, çünkü çok demokratız, çok özgürlükçüyüz, çoğunluğun sesine kullak veren bir başbakanımız var! Yüzde kırk yedilik güçle pofpoflanan başbakan artık çemkirmeyecek bize.. Asgari ücretin üstünde maaş alıyoruz artık, 12 saat ve 16 saat çalıştırılmıyoruz da. Sosyal bir devlet olduk, 'Başbakan' ne derse o!

7 Eylül 2008 Pazar

Burjuvazi & burjuvazi ya da yesinler birbirlerini

Erdoğan ne zaman büyük bir baskı ve gerginlik altında kalsa kontrolsüz sözler söylüyor. Ardından da “Başbakan yanlış anlaşıldı, onu kastetmemişti” şeklinde bir açıklama geliyor. Hatırlayalım.

11 Şubat 2006: Mersin’de “anamızı ağlattınız” diye dert yanan bir çiftçiyi “Lan terbiyesizlik yapma, hadi ananı da al git buradan” diyerek azarladı.

4 Eylül 2006: Balıkesir'de TOKİ konutlarının anahtar teslim töreninde vatandaşlardan birisi "Şehit cenazesi görmek istemiyoruz" şeklinde tepki gösterdi. Bunun üzerine Erdoğan, "Askerlik herhalde yan gelip yatma yeri değil" cevabını verdi.

14 Şubat 2008: Türban konusundaki eleştirilere öfkeyle yanıt veren Başbakan “Kafaları bulandırmaktan başka bir dertleri yok. Öfkeli olduğumu söylüyorlar öfke de bir hitabet sanatıdır” dedi.

22 Nisan 2008: Taksim’de 1 Mayıs kutlamasına izin verilmesinin mümkün olmadığını açıklarken, sendikaları “inatlaşmamaya” çağırdı, “Ayakların başları yönettiği yerde kıyamet kopar” dedi.

İspanya gezisi sırasında türban için “velev ki siyasi simge olsa” diye başlayan sözleri ise partisini Anayasa Mahkemesine götüren yolu açtı.

Şimdi de basın özgürlüğünü hedef alıyor ve gazetelerinde “Deniz Feneri yolsuzluğuyla” ilgili haberler yer alan bir medya patronuna veryansın ediyor. Dedik ya, Başbakanın çok sıkıştığı zamanlarda ağzından çıkanı kulağının duymadığı olabiliyor.

Danışmanlarının bu sözlere ne gibi mazeretler uydurup nasıl geri adım atacakları bilinmez.

Ama herkes Başbakanı kızdıran esas nedenleri biliyor: Rusya-Gürcistan savaşında, Rusya’nın kararlılığı. Kafkas platformunun çökmesi. Yeni komuta kademesinin değişimi ve değişen üslup. TSK’nın Kandıra ziyaretini, Başbakan "saygıyla" karşılamak zorunda kaldı.

Şaban Dişli olayı, Gaziantep belediyesinde çıkan iddialar ve son olarak da Deniz Feneri olayı. En fazla suiistimali partisine yakın olanlar yapıyor gibi bir görüntü ortaya çıktı. Bakalım birbirlerinin daha ne tür kirli çamaşırlarını dökülecekler?

Pislikleri dökültükçe başbakan sinirlenmesin de kim sinirlensin de mi :))

6 Eylül 2008 Cumartesi

Yanke go home! (Yani şu bildik emperyalizm üzerine)

❝Beni duyma olanağı bulanlara diyorum ki: Umutsuzluğa düşmeyin! Üstümüze çöken bela, vahşi bir iştihanın ve insanlığın gelişmesinden korkanların duydukları acıların bir sonucudur sadece. İnsanlığın kini geçecek, diktatörler yok olup gidecektir. Halktan zorla aldıkları iktidar yine halkın eline geçecektir. Ve insanlar ölmeyi bildikleri sürece, özgürlük yok olmayacaktır. Askerler, bu vahşi adamlara adamayın kendinizi... Sizi hor görüyor, size köle gözüyle bakıyor, hayatınızla oynuyorlar. Davranışlarınıza, düşüncelerinize duygularınıza hükmetmeye kalkıyorlar. Sizi hayvan terbiye eder gibi şartlandırıp, aç bırakıp topun ağzına sürüyorlar. Doğaya aykırı olan bu adamlara teslim etmeyin kendinizi... Bu makine gibi duygusuz, makineleşmiş adamlara! Sizler birer hayvan değilsiniz! Yüreğinizde insan sevgisi taşıyorsunuz! Nefrete kapılmayın. Ancak sevilmeyen kişiler nefret eder. Sevilmeyenler ve anormal olanlar... Askerler, kölelik uğruna dövüşmeyin. Özgürlük için dövüşün!”

Charlie Chaplin

1 Eylül 2008 Pazartesi

Seçimler üzerine

Kuşkusuz yaklaşmakta olan yerel seçimlerle birlikte, Türkiye’de de yaşanan gizli bir kriz yaşanmakta. Türkiye siyaseti deyim yerindeyse her an yeni bir sürece gebe. Yeni çıkışlar, yeni oluşumlar, yeni hareketlenmeler vb. derken Türkiye’de yaşanan siyasi kriz “çalkantı” durumu geçmiş değil, bu kendini belki bir nebzede olsa Yargıtay’ın açmış olduğu AKP’nin kapatılması davsıyla ve Anayasa Mahkemesi’nin “1 red, 4 hazine yardımı ve uyarılmasıyla, 6 kapatılsın oyuyla” kapatılmadan bu süreçten geçmiş gibi görünse de 30 Ağustos’ta atanan son MGK atamaları ve Büyükanıt’ın yaş haddinden emekliye ayrılışı, yeni genelkurmay başkanı olan İlker Başbuğ’la yeni bir evreye girdi. Bu yeni süreç yeni çalkantılara mı gebe, bunu bilemiyoruz! Birlikte göreceğiz! Bu süreç bilindiği gibi AB yetkililerini (komiserlerini) en başta da Amerika Birleşik Devletlerini yakından ilgilendiriyor. Biliniyor ki, Türkiye siyaseti, demokrasisi ve AKP gibi ve AKP’den önce diğer siyasi partilerin Türkiye’ye iktidar olarak atanması bu emperyal güçlerden bağımsız değildi. Yine Amerika “Demoklates”in kılıcı gibi bir yandan sağa, bir yandan sola doğru gelip giderken de Gürcistan ve Rusya gerginliği ister istemez Kafkaslardan sonra Fransa’ya, yine her işi üstüne vazifeymiş gibi davranan Amerika’ya ve kendisini ona adayan Türkiye iktidarı da buna dâhildir. Bu yaşanan güncel hareketlenmelerden sonra Türkiye’de halka öncülük edeceğini iddia eden oluşumların nereye, ne kadar ve kimden yana olduklarını ve samimiyetliklerini gözden geçirmek bu anketin amacı. İşte bütün bunların yanında unutulmaması gereken “yeni oluşumlarıda” dillendirmek lazım. Bunların başında gelen ve parti kuracağını açıklayanlardan biri olan “Tuncay ÖZKAN ve Biz Hareketi”, diğeri “Abdüllatif ŞENER ve Yeni Oluşum Hareketi”, bir diğeri eski bir general olan “Osman Pamukoğlu’nun, Hak ve Eşitlik Partisi”, diğeri de “Altan Öymen ve Akın Birdal’ın başını çektiği Çatı Partisi girişimi.” Türkiye’ye “yenilenmiş bir sol ” lazım" diyen ve başını DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, Prof. Burhan Şenatalar, eski DSP milletvekili Rıdvan Budak vb. gibi isimlerin çektiği “10 Aralık Hareketi”, farklı bir şeritte yol alan Hasan Celal Güzel gibi isimlerin başını çektiği “Ortak Akıl Hareketi” ve son olarak ta “Şimdi Sosyalizm Zamanı!” diyerek bir açılım başlatan “Sosyalist Parti girişimi.” Bütün var olan bu partiler ve yeni oluşumlar Türkiye’ye neler katacağı ve neler götüreceği üzerine… Düşüncenin ön plana çıkması, bilgiyi üretmek ve paylaşmak adına düzenlenmiş bir nevi bloglar arası anket gibi görünen bu değerlendirmeye bloglar dışında herkes yorum yapabilir, görüş bildirebilir.

30 Ağustos 2008 Cumartesi

Bir adam geçiyor omzunda ekmeği

Bir adam geçiyor omzunda ekmeği
ne yazabilirim artık ikimiz hakkında?

Bir başkası oturmuş kaşınıyor,
bir bit yakalıyor koltuk altında, öldürüyor onu
hangi hakla konuşabiliriz psikanaliz üzerine?

Bir diğeri ise elinde bir sopa, yokluyor göğsümü
konuşsam mı doktorla bundan sonra Sokrates üzerine?

Sakatın biri geçip gidiyor, yaslanmış bir çocuğa
ne yazar artık Andre Breton okusam?

Bir başkası titriyor soğuktan, öksürüyor, kan kusuyor
mümkün mü bundan sonra söz açmak derin-ben hakkında?

Bir başkası kemik ve kabuklar arıyor çamurda
nasıl yazılabilir artık sonsuzluk üzerine?

Bir duvarcı düşüyor damdan, ölüyor ve bir daha öğle yemeği yemiyor
yenilik kalmalı mı bundan sonra mecaz ve metafora?

Dükkâncı bir gram fazla tartıyor terazide
konuşulur mu artık hala dördüncü boyut üzerine?

Bir banker sahtekârlık yapıyor bilânçosunda
hangi yüzle ağlanır tiyatroda?

Evsiz barksızın biri uyuyor, sırtında ayakları
nasıl konuşulur bundan sonra Picasso üzerine?

Birisi hıçkıra hıçkıra ağlayarak gidiyor bir cenaze törenine
nasıl üye olunur ki artık bir akademiye?

Silahını temizliyor birisi mutfakta
hangi hakla konuşulur öteki dünya üzerine?

Birisi geçip gidiyor hesap yaparak parmaklarıyla
nasıl konuşulur öyleyse hiç yazmadan olmayan-ben üzerine?
1937
Cesar Vallejo

24 Ağustos 2008 Pazar

Hrant, Mahçupyan + BirGün ve Taraf = ?

“Bakkal Karabet’in ışıkları yanmış.
affetmedi bu Ermeni vatandaş
Kürt dağlarında babasının kesilmesini.
Fakat seviyor seni,
çünkü sen de affetmedin
bu karayı sürenleri Türk halkının alnına.”.
(Nâzım Hikmet, “Akşam Gezintisi”
Memleketimden İnsan Manzaraları.)

Taraf gazetesini alıp hiç okumadım, bunu da işin açıkçası “ciddi bir gereksinim” olarak görmedim. Bundan sonrada okuyacağımı da düşünmüyorum. Netten takip ettiğim kadarıyla da az çok biliyorum zaten! Örneğin Altan familyasından Ahmet Altan’ın sahibi olduğu ama bir türlüde finansmanını ve hissedarlarının kim olduğuna dair paralarının nereden geldiği, gerekçelerini açıklayamadığı ve yine Ergenekon’un bütün kirli pis ilişkilerinin ‘Ergenekon savcısından daha hızla’ kendileri tarafından açıklanmasını büyük bir servis ağıyla gerçekleştirdiği malum gazetenin genel yayın yönetmenin ve eski(miş) yıllarında Behice Boran’ın liderliğindeki TİP’e yakınlığıyla bilinen Yarın ve Bilim ve Sanat dergilerinde çalışmış ve daha sonra CNN Türk’ün Washington muhabirliğini yapmaya başlamış, gazeteci mi, istihbaratçı mı olduğu belli olmayan ‘eski eşinin bir diplomat ve aynı zamanda CIA’ya çalışanı olduğunu da yeni öğrenmiş durumunda olduğum’ Yasemin Çongar’ı ve yine son yılların büyük transferleri hem Zaman gazetesinde, hem de Hrant Dink’in sevgili arkadaşı diye Agos gazetesinin başına getirtilen ve yine Taraf’ta da yazan Etyen Mahçupyan ve Murat Belge’yi biliyorum. Zaten bunlarda benim için yeterli. Şaka maka bir yana bayağı da biliyormuşum! Birde siz bu gazeteyi adam akıllı takip ettiğimi ve okuduğumu düşünsenize. Ben bile düşünemiyorum neler yazardım diye!

BirGün'den geriye ne kaldı?
Bugün şöyle göz atarken birkaç gazeteye bizim bu işlere meraklı “burjuva” medyamızın yansıttığı bir haber dikkatimi çekti. Öyle ki birçoğu bu konuyu dillendiriyordu. Konuyu ilk dillendiren de ismini yeni duyduğum Cemil Ertem’in Taraf gazetesinde kaleme aldığı şu yazısıydı. Özetle şöyle demiş C. Ertem yazısında: “İşte şimdilerde…” diye başlamış yazısına ve devamla şöyle demiş, “… küresel sermaye birikiminin gereği olarak bir iç temizliği yapan Türkiye’de, sol da bir iç temizliği yapmak zorundadır. Yoksa şimdi hayatta olmayan bir Ermeni aydın için ‘artık atın bu Ermeni’yi, yazmasın’ diyen ‘solcuları’ daha çok üretir bu toplum.” (C. Ertem, Taraf, 19. 08. 2008)

Sol da bir iç temizliği yapmanın temel nitelikleri
C. Ertem’in yazısında ki cümleler ilgimi çekti işin açıkçası. Biri ve önemli de olan ve beni bu yazıyı yazmaya sevk eden BirGün gazetesi hakkında ki ‘artık atın bu Ermeni’yi, yazmasın’ diyen solcunun gizini koruması ve de ‘sol da bir iç temizliği yapmak zorundadır’ cümleleri. C. Ertem’in yukarıda ki satırlarını okuyan Mahçupyan, hemen telefona sarılarak (kaynak BirGün yazarları) olayın ayrıntılarını öğrenmiş. Ardından da ‘Sahte Dostlar’ isimli bir yazı kaleme almış. Mahçupyan’ın yazısını buraya vermeyeceğim merak edenler Kıymık adlı köşesinde şuradan okuyabilirler: "Etyen Mahçupyan, Taraf."

Etyen Mahçupyan ilk günden itibaren neyi eleştiriyorsa konuyu görüldüğü kadarıyla BirGün’e bağlıyor olması dikkat çekiyor işin açıkçası. Yine işin açıkçası çok eskiden özellikle Pazar günleri aldığım BirGün’ü artık bende takip etmiyorum. Ne yazıyorlar ne ediyorlar konuya vakıf değilim. Ama Etyen Mahçupyan yazıyorsa bi’şeyler var demek ki. Yoksa adam ne diye yazsın değil mi?

Rezilliklerin penceresi
Bu yazıda kimseye övgü dizmeyeceğim. Nedeniyse hepsi bin bir parça. Rezillik diz boyu. Herkes kendi penceresinden hem haklı hem de kendi rezilliğini yaşıyor olmasıdır. Biri ‘sol’da görünüp ‘sağ’ vuruyor (ya da tersi -anlayacağınız hiçbiri samimi değil-) diğeri ‘cemaatçi’ bir diğeriyse neyi savunduğunun ‘nedenlerini’ bilmiyor. Bu arada kendine göre bir zorunlulukmuş gibi ‘sol’ arayanların da haddi hesabı da yok!
.
Bu ülkenin belki de en büyük sıkıntısı da budur. Yani var olanın üzerinden ‘gerçek bağlamda’ bir sol değerlendirmesi -özeleştiri- yapılmazken ‘sipariş’ üzerine ya da ‘dış finanslarla’ bir sol yaratma çabası. İşin açıkçası bunu BirGün yaptı, kim üzerinden mi? Osman Kavala üzerinden hisselerinin %60’nı zaten sattılar. Gazeteyi alanlar belli, isimde belli: "Gürbüz Çapan", "Osman Kavala" ama ortalıkta birkaç senedir onlara bu iş için parasal destek sağlayan kişinin adı dolaşıyor ve zaten BirGün içindeki ilkeli olan birkaç kişi bunu inkar etmiyor olması da belirleyicidir ama yine de (sanırım ekmek parasından dolayı) yine de çalışmaya devam ediyorlardı o dönem. Bugünse çalışıyorlar mı bilemiyorum. Neyse konuya dönecek olursam tam da ismini andığım ve Amerika’da Bush aleyhtarı olduğu için ve girdiği bütün ülkelerde ya ‘Turuncu’ ya 'Kadife' ve/ya da bilmem ne adlarla renkli devrimler yapan ve kendisinin devrimci görüldüğünü de saklamayan ABD'li finans spekülatörü ve liberal girişimci George Soros. Nam-ı diğer "devrimci Soros paşa."
.
O kadar ki, Yugoslavya, Gürcistan gibi doğu Avrupa ülkelerine yaptığı yardımın tutarı, bu ülkelere Birleşmiş Milletler tarafından yapılan yardım miktarını aşmış hayır sever mi hayır sever bir zat.
.
Yani BirGün bu saatten sonra ne “patronsuz”, ne de “generalsiz” bir yayın organı hele hele halkın ve işçi sınıfının temsilcisi hiç değil.
.
Bu yüzden BirGün gibi Etyen Mahçupyan’da ne ‘ezilenleri’ ne de ‘çeşitli milliyetleri’ temsil etmektedir. O Nâzım Hikmet’in deyimiyle, kalemini, ruhunu, kılıcını satmış bir fanustur. Öyle ki, Agos’ta kendisine karşı gelişen muhalefetten solcuları (tartışılır) sorumlu tutan bir fanus.

Öyle ki (duyduğumuz kadarıyla) Etyen Mahçupyan (büyük ihtimalle BirGün’de ‘artık atın bu Ermeni’yi, yazmasın’ diyen solcuyu biliyormuş hissi veren yazısında) olaya karışanların isimlerini vermenin kendisine düşmediğini söylüyor olmasıdır. En azından bir fark koymuş ortaya Taha Kıvanç’la yani şu nam-ı diğer Fehmi Koru gibi köşesinde meslektaşlarını ihbar etmiyor. Fehmi Koru’nun yaptığı iş ispiyonculuğun ve ihbarcılığın kötü olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiş oldu ama söz konusu Hrant Dink’se köşesinde açık açık bu malum solcuyu söylemelidir. Çünkü sonuçta kendi içinde barındırılan sahte solcuları öğrenmiş olup deşifre edileceğinin söz konusu olmasıdır.

Hani benim Gladio'm!
Peki, emperyalizm son çeyrek yıldır “ideolojiler bitti” diyerek saldırırken sol gerçek anlamda bugünlerde ayyuka çıkan ve her gün yeni bir iddiayla ortalığa salınan kod isimlere, suçlara karşı nasıl bir tavır takındı. İşte asıl sorunda budur. Sistemin üstü ya da altı olabilmek başlıklı yazıda aslında benim gönlümden gerçek solun ve tavrının ne olduğu konusunda umutlarımı ve görüşümü bildirmiştim. Tıpkı bir önce ki yazıda da belirttiğim İdeolojik şarkılarınızı söyleyin başlıklı yazıda da olduğu gibi.

Kuşkusuz ‘Ergenekon’ gibi gayrı meşru yapılanmaları tasvip edilemeyeceğidir. Ama bizlerin temel ve ‘genel’ sorunumuz eleştirdiğimizi düşündüğümüz kurumlara inanmamızdır. Aslında safların netleşmesi hem Veli Küçük, Muzaffer Tekin vb. gibi çukur insanların ortaya çıkması açısından iyidir. Hem de “liberal solculularla”, “sosyalistler” açısından da belirleyici olması açısından da umut taşımaktadır. Çünkü bu ülkenin gerçek anlamda bir ‘sol’a ihtiyacı var. Belki ilk etapta ikili iktidar mücadelesinin de bir yansıması olan bu süreç daha sonra ilginç bir şekilde TSK ile AKP’nin uyumlu bir şekilde iş birliğiyle yürütülüyor hissi veriyor olsa da, (tabii arkasından da pis kokular da etrafına bırakarak yürütülüyor) ama solun gerçek anlamda buna bakış açısını bir türlü öğrenemedik, nedeni belki de sahte solcuların Taraf gibi gazetelerin Zaman gazetesiyle flört etmesidir. Bunu bilemiyoru(m)z. Ne diyelim yine de ‘Gladio sağ olsun!’
.
Kılavuzu NATO olanın (...)?
NATO üyesi bütün ülkelerin Gladioları son dönemlerde kendi içinde ki bütün pislikleri zoraki bir şekilde açığa çıkardı.
.
Örneğin: 1989’da Berlin duvarı yıkıldı. Doğu bloğu çöktü. Sovyetler Birliği dağıldı. Avrupa’daki Gladio’lar bir bir ortaya çıktı: Batı Almanya’daki adı “Sword”; Avusturya’da “Schwert”; İngiltere’de “Secret British Netword Revealed”; Belçika’da “Bdra-8” Hollanda’da “Command”; İsviçre’de “P:26” ve “P-27”; Yunanistan’da “Sheepskin”, Fransa’daki adı “Rüzgargülü!” Hepsi komünist hareketlere karşı gizlice görev yapmıştı.
.
İlginçtir, Ergenekon’u Gladio olarak görenlerin çokluğu da aynaların çokluğundan mıdır bilinmez ama bu yapılanmayı Gladio olarak görenlerin azımsanma yayışı da bir gerçek. Oysa Türkiye’nin gerçek Gladio’su açığa çıkarılmış olsa acaba birçok "küçük burjuva aydının" ne yapacağının merakıysa iyi bir aksiyon yaratacağı gerçeğini değiştirmez...
.
Nedeniyse Ergenekon gibi 'ulusalcı' ve 'ülkenin bekası' için şovenist-faşist-bayraklı yapılanmaların batılı 'emperyal' güçlerin finanse etmediği açıkça ortaya çıktı. Çünkü daha yabancı bir ismin Taraf'a 'servis' edilmemiş olması ve görsel basında dillendirilmemiş olmasıdır. Ne de olsa Taraf ne yazarsa doğru yazar mantığı hakim bir çoğumuzda.

Anlayacağınız yine avutuluyoruz, avutulmamızın başlıca unsuru domino taşlarının eksik olmasındandır. Bunlardan biri “1000 operasyon yürüttüm” diye böbürlenen Mehmet Ağar ve başbakanlığı döneminde kendi adına kurmuş olduğu “800 kişilik özel örgütle” Tansu Çiller ve eşidir. Darbeye, darbecilere karşı olmak her ülke yurttaşının görevi olmalıdır. Bu yüzden Ağar gibi Çillerleri, Kenan Evren’leri (bu pisliklerden başlayarak) ayıklayan bir devlet ve iktidar mekanizması olmadığı için, AKP ve Erdoğan kliği de dahil geçmiş iktidarların bu işe cesaret ettiği gerçeği ise, işin açıkçası samimi durmuyor, durmadığı gibi de başlı başına bu haliyle sırıtmaktadır. Bu yolla Ergenekonların kökünü kazımakta ayakları havada asılı kalan bir mistik hikayeyi tanımlıyor benim için.

Bu yüzden gerçek solun derdi bu kişilerinde uzlaşmaz bir tavırla “Darbecilerin yargılaması için” görevini yerine getirmesidir. Bu arada sol bunu yaparken, ezen - ezilen arasındaki meselede hem burjuvaziye hem de emperyalizme ve işgallere karşı duruşunu, burjuva kampında ki çelişkileri de Lenin’in tabiriyle kullanmasını da bilmelidir.
.
Sol böyle gerçek anlamda ‘sol’ olacaktır.