31 Ekim 2009 Cumartesi

Ne yapmalı?

“Ne yapmalı” bilindiği gibi Lenin’in ve Rus sosyal-demokrasisinin tarihi bir özetini taşır, orada bildiğimize göre; birinci dönem, ikinci ve üçüncü dönemler bölümler olarak sunulur ve yine ayırmak kaydıyla sosyal-demokrasinin teori ve programını anlatır. Belirleyici bir kitaptır, tabii ki John Reed’in “Dünyayı sarsan on gün” adlı bu yapıtıyla birlikte bu daha da anlamlı olmaktadır. Yani Çarlık Rusyası’ndan SSCB’ye kadar akan bir süreci anlatır (anlatmak istediğim SSCB’yi ya da sosyalistler hakkında her konuşan kendini bilmezlerin izlemesi gereken bir yapıttan söz etmekteyim.)

Sarsıcı bir dönemdir elbet o dönemler ama günümüz dünyasına hele hele Türkiyesi’ni anlatırken biraz daha kendi konjoktörümüze yatmamız gerekiyor, bunu da kabul ediyorum. Sırtımızı dayayacağımız yer sonuçta burası.

Özetle orada aydın tabaka narodizme karşı mücadele etme ve işçilerin arasına gitme genel çabası içindedir ve işçiler de grev hareketine katılma coşkusu içinde ve de o dönemlerde hemen hemen hepsi (bizim gibi), gençliklerinde terörist kahramanlara hayranlık duymuşlardır. O kahramanlık geleneklerinin büyüleyici etkisinden kurtulmak için bir mücadele gerektirmiştir ve bu mücadeleye girmelerini kaçınılmaz kılmıştır.

Bu aslında her yerde de böyledir, Küba dâhil Osmanlı’da da, Sovyetlerde de böyledir hatta Humeyni öncesi İran’da da böyledir bu.

Büyük bir mücadele tarihine sahiptir bu saydığımız coğrafyalar ve büyükte bir kültürü kendi içinde aynı zamanda barındırmaktadırlar.

O yüzden bakmayın siz kendine göre tarihi anlatan sözüm ona bu yeni TV tarihçilerine, herkesin kendi tarih anlatımı elbette değişkendir ve biçim değiştirebilir çağına göre.

Normaldir!

Bu var olma kaygısından ya kaynaklanmaktadır ya da iktidarlar üzerinden nemalanmak ve yer edinme meselesidir. Ama kıstası elbette bu değildir. Hani derler ya, eğri oturup doğru konuşmak gerekir. Siz Halil Berktay gibi bir devşirmeyi ve Murat Bardakçı gibilerini ne kadar tarihçi diye algılarsanız sizin tarihinizde onlarla sınırlıdır.

Sonuçta tarih bilgisini onlardan almaktasınız ve tarih bilinciniz ona göre şekil almaktadır. Tabii saydıklarımız her ne kadar tarih bilgileri olsa da (özellikle de Bardakçı gibilerinin Osmanlıyı ya da Arapvari tarihi bilgileri düşünülecek olursa) o tarihi ve bilgileri başkalarının düşünce sistemine göre ve onların hizmetine vermiş olsa da, ortada bir emek bulunmaktadır, bu tartışılır ama bari o bilgiler için bir emek vermiştir ve bunu hak etmelidirler. Yoksa bırakın tarihçi olarak anılmayı ileride şaklaban ve şarlatanların saray soytarılığı görevleri anlatılacaktır.

Bu yüzden dürüst olmak gerekiyor, çünkü tarihin savaş vermediğini biliyoruz, tarihi tarih yapan capcanlı insandır. Bize göre, bunun savaşımını insan verir ve her şeyden bir sonrası da malum olarak tarihi oluşturur. O yüzden ismini saydığımız sözüm ona bu tarihçiler kendilerini bu konuma düşürmüşlerdirler. Tıpkı bundan bir hafta önce yaşadığınız her neyse, o günün yitiminden sonrasını tarihin oluşturduğu gibi, bunun adı da tarihtir bilincini artık kafalarında yer edindirmek zorundadırlar.

Yoksa canım sıkıldı şu tarih üzerinde biraz değişiklik yapalım ve yeni bir tarih yazalım değildir tarih.

Örnekler
Bu bağlamda birçok kişi kendi durumunu yaşadığı döneme, yani var olan iktidara yamama biçimindedir. Bu özellikle de görsel ve yazılı basında şuan böyledir. Zaten varlıklarının sebebi de budur. Örneğin Mümtaz'er Türköne, her konuşması her yazışı Osmanlıya özgüdür. Bilemiyoruz, ya içselleştirmiştir Osmanlıyı ya da içselleştirememiştir ama her konun başlangıcı ve bitimi bu adam için mutlaka Osmanlıyla bitmelidir. Bunu biliyoruz. Tıpkı bir zamanların Mehmet Barlasları konumundadır, durumu anlatırken onun gibi tespit yapmaktadır…

Örneğin Mehmet Barlas, adama bir şey sorma, konudan bağımsız bir şekilde anlatmaya başlar; biliyor musunuz aslında bu işi komünistler başlattı vb. vb. birçok zırvalık. Gerçi bugünlerde biraz değişken bir durumda ama yinede her zaman bu tür bir çıkış yapabileceğini ihtimaller arasına koymakta lazım. Sonuçta bu konuda sabıkası var adamın, hatta denemesi de bedava.

Örneğin magazin dendiğinde, cevabı büyük ihtimalle gördünüz mü bunun tarihi komünistlerle başlamıştır der bay Barlas. Oysa bir kişinin kendini komünist olarak tanımlaması ayrı bi’şey, komünist bir sistem için vardı demek ayrı ve de çok farklı şeylerdir. Bu yüzden komünist bir ülkeden söz eden birisini gördüğüm zaman, cidden tebessüm ediyorum.

Çünkü dünya üzerinde hiçbir ülke komünist bir sistemle yönetilmemiştir. Aksine SSCB hem Gorbacov sayesinde hem de bunun paralelinde emperyalların saldırısıyla bu saldırıya mahkûm edilmiştir ve dağıtılmıştır. Yani SSCB hiçbir zaman komünist sisteme geçmemiştir - geçememiştir.

Fakat yine bugün var olmamış bir ülkeyi ve sistemi yani SSCB’yi komünistlikle suçlayabilirler. Zaten yapıyorlar da. Sonuçta 65 yıldır bunlarla uğraşmaktayız ve işin açıkçası çokta görmüyorum aslında bunları.

Birçok örnek yine vermek mümkün, yeterli midir bilmiyorum ama bunların hepsini her zaman söylediğim gibi düzeltmek imkânsız gibi durmaktadır. Hangisini düzelteceksin ki?

Bu yüzden belki birçok kişi sistemi eleştirirken asimile olmaktan söz eder ama bunun kökeni bugün için, şüphesiz aydın diye tabir ettiğimiz zümreden başlamaktadır. Etkileyen, buna biçim veren sonuçta bu tür güçlerdir ve asıl asimileye uğrayan da bütün bu pislikleri yaparken yine bunlardır.

Tıpkı İstanbul için aydınların, entelektüellerin ve demokratların mekânı Taksim’dir diyenler gibi, oysa İstanbul’un en gerici yeri aksine burasıdır. Hatta feodal ilişkilerin yoğun olduğu bir ilçedir de diyebilirim, aydınların, çizerlerin, demokratların ya da entelektüellerin buraya takılması ve birer bira yudumlaması bunun kıstası değildir.

Zira Mümtaz'er Türköne’nin o Osmanlısı yeni bir sistemi öngörmemektedir belki de Taksim’de bira yudumlayanlar gibi, onun Osmanlısı olsa olsa yeni bir hegemonyan, otoriter bir yapıyı kendi içinde taşımasında yatmaktadır. Çünkü savunduğu iktidar, bilmesine rağmen ve her ne türden bir bok olsa da, taşıdığı pislik yine ne olursa olsun, onun için bir nefer olmak geçici de olsa onurdur bu saatten sonra. Zaten fiziksel olarak ve var olmayan soyut karakterini sadece bu şekilde ifade edebilir.

Beslenme kaynağı sadece ve sadece burasıdır. Yani beynini yakan kör bir cahil gibi davranmaktadırlar ve bu düşünemeyeceğiniz kadar derindedir.

Biçimleniş
Dolayısıyladır ki, Türkiye’de uzun bir zamandır bir taraf olma, bir biçimlenme söz konusu. Herkes bir şekilde şekillenmektedir ve buna göre de konumlanmaktadır.

Bunun sebebi var olan iktidar yani hükümettir. Onlar kendini belirledikçe karşısında ki de, şekillenmek zorundadır. Bu diyalektiktir. Örneğin birçok gazetenin köşe yazarı, AKP, TSK belirlemiştir, bütün hukuk ve guguk işler kendine bir şekilde biçim vermiştir de. O yüzden bugün sahipsiz Anadolu toprakları kendini bir boşluk içerisinde hem emperyal güçlerin hem de Huntington’ın yeni Osmanlısının narasıyla bulmuştur.

Ve maalesef bu naranın içinde Marksizm’in çok aşağısında bulunan Abdullah Öcalan’da dâhil olmak üzere, yeni Osmancıların kendini kaybetmiş naraları, köşe kapma derdinde olan liberallerin çığırtkanlığı, NATO’nun ıslah olmaz çocuğu TSK bulunmaktadır.

“Ne yapmalı”ya gelince, böyle bir sistemde ve devlet biçiminde yaşama zorunluluğumuz yok… Kendi sistemimiz de insanı ön plana çıkaran kendi devlet biçimimizi oluşturabiliriz.

Son söz olarak
Dişleriyle korkuyu sıkıca kavramış, iktidar ve liderleri kendi penceresinden diğerleriyle birlikte uluyor, normale dönüşse kaçınılmazdır çünkü aptalların şöleni sona ermek üzeredir.

27 Ekim 2009 Salı

Yenilenmiş TSK'nızı güle güle kullanın

Yine "darbe" sözcükleriyle uyandık, liberaller, İslamcılar, satılık kalemşorlar yaza yaza bitiremiyorlar.
.
Hazır Show Tv’de "Bu kalp seni unutur mu?" dizisi de reyting rekorları kırıyorken çok anlamlı oldu inanın. Gece gündüz söylerdik Türkiye’de bütün darbelerin arkasında Amerika vardır, onlar izin vermeden kimse bir atım atamaz diye. Onlarsa komplo teorileriyle suçluyorlardı, olmadı ordu yanlısı sayıyorlardı bizim gibi düşünenleri. Ne acı! Hazır TV’lerde izlediğine inanan bir toplumumuz varken şu "Bu kalp seni unutur mu?" dizisi yüzeyselde olsa da anlatıyor işte o dönemi, o yüzden şimdi (isimlerini bir kez daha yazamayacağım walla) şu yukarıda isimlerini andıklarım bayram ediyorlar. Hoş askerden de az çekmedik ama şimdiki durumda da biraz da uzağa yelken açtı ılımlı İslamcı güruh değil mi?
.
Bu yüzden sözüm ona darbeye karşı olanlar, o dönem gizli – gizli orduyu pofpoflamıyorlar mıydı Allah aşkına!

Bunların içinde kim yok ki, küçük bir örnek vereyim ve gerisini siz tamamlayın: darbe ve Evren paşa şakşakçısı Nazlı Ilıcak.

Şimdi de diş biliyorlar orduya, e normaldir iktidar kaygısı onların ki.

Ne de olsa 12 Eylül darbesi bir sağdan – bir soldan (en fazlada soldan) biçerken bu müminler topluluğu ve bugünün yeni Müslümanları da bu dönemden kayıp vermeden çıktı.
.
Önleri açıktı ve onların manevi çocukları başarmışdı bu işi.

Ama bence en anlamlısı "açılım manyağına dönmüş yurdum insanı" içinde yeni gündem yaratıldı.
.
Kim takar zamları – krizleri – işsizliği – asgari ücretle çalışmaya mahkûm halk yığınlarının TRT için vergi ödemesini…

TKP’li değilim ama güzel yazmış wesellam Kemal Okuyan… soL haber’de “Ne darbesi?” başlıklı bir yazı kaleme almış beğendim yazıyı ve olduğu gibi aktarıyorum sizlere…
.
Ne darbesi?
2007'de Korgeneral Nusret Taşdeler imzasıyla hazırlanan ve bugün basına düşen rapor, TSK'nın darbe yapmaya hazırlandığı iddialarını tamamen çürüten bir belgedir. "Bilgi Destek Planı" başlıklı rapor, TSK'nın AKP karşısında teslim bayrağı çektiğinin ilanıdır ve "Yeni Osmanlı"da ordunun kendine bir yer kapma arayışlarının kanıtıdır.
.
Rapor gerçek mi değil mi?
.
Daha önce de benzer belgeler etrafa saçıldığında hep söyledim, gerçek olsa ne olur, olmasa ne olur?
.
TSK bünyesinde hemen her konuda rapor hazırlandığını herkes biliyor.
.
Raporlar "yasal" mı?
.
"Gidin bakın bu köyden neden TKP'ye bu kadar oy çıkmış, araştırın" genelgesi ne kadar yasalsa, o kadar!
.
MİT'in, Emniyet'in raporları ne kadar yasalsa o kadar!
.
Türkiye'de "milli güvenlik"le ilgili konularda devlet kurumlarının her bir tasarrufu ne kadar yasalsa o kadar!
.
Nusret Taşdeler'in hazırladığı rapor gerçekse, TSK'nın "ılımlı İslam"ı kabullendiğinin itirafıdır. Gerçek değilse, birileri TSK'nın "havlu attığı"nı göstermek istemektedir. Öyle ya da böyle, bu belge TSK'nın "yeni duruma" adapte olmaya başladığı dışında bir şeyi kanıtlamaz. İlginç değil mi, liberaller, "işte darbeciliğin belgesi" diye tepiniyorlar, demek ki TSK'nın Yeni Osmanlı'da talep ettiği rollere bile razı değiller.
.
Diyorlar ki, "sen bölgesel planların silahlı bekçiliği dışında hiçbir şeye karışma, nereye ne kadarlık kuvvetle müdahale edeceğini sana söylerler..."
.
Biz, emperyalizm ve büyük sermaye istemedikçe "darbe" olmaz diye ısrarla yazdık, TSK yeni rolüne alışıyor dedik, karşılığında TSK'cılıkla, darbecilikle suçlandık!
.
Suçlayanlar suçlamalarına tek bir kanıt gösteremediler. Oysa bugünkü sürecin barış ve demokrasi getireceğini, en azından kapı araladığını sürekli tekrar ettiklerinin sayısız kanıtı var.
.
O halde liberalleri, İslamcıları ve onların utangaç destekçilerini kutlayalım:
.
Yenilenmiş TSK'nızı güle güle kullanın!

20 Ekim 2009 Salı

Devlet, Öcalan, PKK ve AKP... Peki, bu kimin barışı?

Türkiye’de son birkaç aydır bir açılım konusu tartışılır durumda, tarafları da aslında belli.

Taraftarlardan biri ABD başkanı Obama’nın öncülüğünü çektiği AKP ve bazı PKK’liler, diğer taraftaysa Kemalistler, ulusalcılar, MHP ve CHP gibi bazı takım partiler, Aydın Doğan Grubu, Cumhuriyet Gazetesi yazarları ve diaspora Ermenileri var...

Konumuz elbette her zaman ki AKP’nin bu gündemi olacaktır o da iktidar olduğu içindir, ama bu sefer her zamankinden daha da çok tartışılması gereken PKK’nin siyasal düzlemidir.

Nedir peki o siyasal düzlem? Sınıfsal mıdır yoksa ezilen bir halk hareketinin öncülüğümüdür ve/ya da Türkiye Cumhuriyeti’ni eleştirdikleri batı emperyalizminin güdümünde yürütülen mücadele midir?

Türk burjuvazisi ile birlikte yaratılmak istenen feodalizmin ağırlığıyla birlikte, Kürt burjuvazisinin yükseltilmesi midir temel mesele (?) yoksa gelinen süreç teslimiyet ve tasfiye çizgisi midir?

Bence bu süreç PKK'nin tasfiyesiyle birlikte alınacak rolünde gerçekliğidir. Örneğin batının artık silahla bu mücadeleyi çözemediniz bunu artık siyasal düzlemde çözün telkinlerinin olduğunu söylemek gerekiyor. Ki PKK, hem PKK olduğu dönem sonunda hem de Kongra-Gel ismini aldığı süreçte bağımsızlık talebinden vazgeçtiğini ilan etmişti.
Not: Abdullah Öcalan’ın kuruluş aşamasında PKK’yi Mahir Çayan’ın devamı olarak gördüğü düşüncesi kuşkusuz Türkiye Devrimci Hareketi’ni heyecanlandırmıştır. Bu heyecan da (Öcalan’ın tabiriyle) Türk solunu heyecandan da çok bu mücadeleye destek vermeye zorunlu kılmıştır.
Zaten, Ulusların Kaderini Tayin Hakkı (UKTH)’nın koşulsuz argümanı da ezilen halklar bazındadır, destek bu biçimdedir ama bu destek daha sonra karşımıza başka formasyonlarda çıkmıştır.

Örneğin PKK’nin silahlı mücadeleyi yükselttiği bir dönem olan 1990–91 dönemlerinde ki ateş kes çağrısı Türkiye Devrimci Hareketi için büyük bir hezeyandır. Deyim yerindeyse o gün devrimi bekleyenler büyük bir kayıpla bu süreci tamamlamışlardır. (Buna bizde dâhiliz.)
Bu kayıp o dönem için Öcalan’ın kayıbı olduğu kadar Türkiye devrimcilerinin de kayıbıdır.

Çağrı
Yinede belirtmek gerekir ki, Abdullah Öcalan’ın 1999 yılında çağırdığı gurup ile 2009 yılında yine onun çağrısıyla gelen guruplara aynı misyonu yüklemenin doğru olmadığı kanısındayım. 1999–2009 tarihleri Türkiye, Kürdistan, Ortadoğu ve uluslararası konjonktür aşısından çok farklıdır. Bu bir gerçeklik, hele hele güya teslim olan bu kişilerin serbest bıraktırılması durumuysa olumlu bir adım olarak nitelendirilebilinir.

Ama şimdilik.

Bu yüzden Obama’ya bakmadan önce 5 Kasım 2007 tarihinde Oval Ofis’te Erdoğan ve Bush görüşmesine bakmakta fayda var.

Peki, orada ne var?

Kürtler de dâhil tüm ilgili tarafların PKK’nin aşılması - tasfiyesi gerektiğine ilişkin söylemde aynılaşması ve bu ortak söylemin aynı zamanda Ortadoğu’daki sorun alanlarına ilişkinde ilgili tarafların yeni bir ara konsept üzerinde mutabakat sağlamış oldukları anlamına gelmesi var.

Uluslararası verili durum; PKK’ye, Türkiye’nin demokratik değişim ve dönüşümünü militarist egemenler lehine bloke eden bir güç olarak algına bilir ya da Güney Kürdistan’daki kazanımları zora sokan ve Kürtler için hiçbir anlam ifade etmeyen (bazılarına göre) silahlı mücadele yerine; barışçıl, demokratik, siyasi ve uluslararası geçerliliği olan açık - legal mücadelenin temel alınmasını dayatmakta olduğu gerçeği de olabilir. Buna ayak diretmenin geçerli hiçbir gerekçesi olamayacağı düşüncesi de buna hâkim olabilir.

Bu yüzden olasılıkları göz ardı etmemek en iyisi.

Ama konuşanların hepsi aynı maskeyi takıyor yinede, bunlardan ilki Erdoğan ve Gül kliği, diğeri de Öcalan ve RojTv’de konuşan Cemil Bayık’ın 19 Ekim’deki röportajı: kendi fikrini söylemiyor aksine Öcalan’la aynı paralelden ateş atıyor, izleseniz görürsünüz. Açık açık söylüyor ABD, bu işi TC hükümetinden önce öngördü. Buda yeterlidir sanırım. Bundan dolayı o paraleli maalesef kuranlarsa ABD emperyalizmi ve batı hegemonyasının kitlesel nüfusunun yarattığı bir güç silsilesi oluşturuyor.

Neticede bu tartışmaların odağı Erdoğan’ın ABD ve Irak ziyareti, Suriye ile sınırların açılması Ermeni protokolünün imzalanması ve Öcalan’ın son basın açıklaması ile yeni bir tartışma ve gelişmeye evirilmiş durumda. Özetle hepsi aynı kulvardalar.
İkinci bir not: İsrail’i unutmamak lazım.
Bu işin içinde olmayanlarsa Türk ve Kürt emekçileridir. Yani sınıfsal bir kazanımın olmayacağı gerçeğidir.

Bu bağlamda bütün bunları Öcalan’ın iyi niyet olarak nitelediği ve teslim olmasını önerdiği gruplar ki bizce de iyi niyet grubudur. Ancak bu barış gibi önemli bir kavramın içini dolduracak iyi niyet grubu değildir ve emperyalizmin taraf olduğu bir barış girişimi hiçbir zaman demokratik olarak algılanmamalıdır.
Üçüncü not: Abdullah Öcalan’ın İmralı’dan üç ayda bir Yeni Mahalleye kendisinin ağzıyla 'Yol haritası' için götürüldüğünü unutmayın.
Bu yüzden geçmiş dönemlerde Öcalan’ın Marksizm ve Leninizm bizi geriletmiştir sözü ve bayrağından orak-çekici çıkartması neyse bugün ki adımın niteliği de odur.

Kabul etmeliyiz ki süreç bize rağmen işliyor, işleyecek, emperyalizm hem tehlikeli hem de güçlü yüzünü gösteriyor çünkü. Gerçek anlamda Kürd’ün içinde olmadığı bir Kürt açılımı süreci söz konusudur ve bu noktada bölük pörçük ses çıkartan Kürt kanaat önderleri, örgüt ve aydınları elbette sürece müdahil olmak durumundadır ve zorlanacaklardır bütün bunlara. Müdahil olmaktan kasıtsa; AKP açılım yapıyor hadi valizlerimizi hazırlayalım ya da TC başbakanına rica minnet mektupları yazmak değildir elbette. Biz biliyoruz ki, içimizdeki ülkeye dönüş özlemi ancak halkların kendi kaderini tayin hakkını kullanması ve kaderi üzerindeki son sözü kendi söyleyerek halkların özgürleştiğinde söyleyeceği sözle son bulacaktır.

Yoksa PKK silahlı gücüyle Kürt halkının değil Abdullah Öcalan’ın fedaileri konumunda olacak olanlarla olacak bir süreç değildir bu. Dolayısıyla gelinen noktada uluslararası dengeler Kürtlerin dünya ve bölge konjonktüründeki konumu, Öcalan'ın fedai ordusuna neden ihtiyaç duysun değil mi de diyebiliriz.

Kimsenin kendini fedai olarak sunmasına gerek yok, halk kendi fedailerini de öncülerini de yaratacak güçtedir.

Bütün mesele gidenle - gelen arasında ki temel çelişki meselesindedir.

19 Ocak'tan 19 Ocak'a ne olmuştu? Hrant Dink Belgeseli

16 Ekim 2009 Cuma

Dönekler, sapı silik adamlar ya da dönmenin fiziksel yasası

Son dönemlerde sol (sosyalizm) üzerine konuşan, çizen ve sola saldıran birçok kişi gördük, bunlara bakınca sosyalizmin bitmediğini anlıyorum. Sevindirici bir olay, zaten bunu son çeyrek yıldan fazla bir zamandır emperyalizmin kalemşorları kendi merkezlerinden söyleyip duruyorlardı.

Ne diyorlardı (?) “ideolojiler bitti”, “sosyalizm bitti” peki bittiği dedikleri şeylere neden saldırıyorlar, insan bitti dediği şeye saldırır mı?


Ya da “bitti” dedikleri şeylere kıçları yemediğinden neden gidip bir hınzırlıkla sarılıyorlar (?) bitmemiş ki kazdıkları o küçük kuyulardan sola ateş atıyorlar.


Sola (gerçek anlamda sosyalizme) saldırmanın bir anlamı olmalı diye düşünüyorum. Birçok kişide eminim benim gibi düşünüyordur ya da yukarıdaki gibi cevap sorunun kendi içindedir, zeki değiller, sol bitmedi ve korkuyorlar. Ya da alışkanlıklar ve abartılar üzerinde hayatlarını kurguluyorlar.


Büyük ihtimalle alışkanlıkları ve kurgulamış oldukları abartıları bunlara etken.


Bundan dolayı korkularını normal karşılıyorum çünkü korku gerçek anlamda “insan” içindir, bu yüzden sol (sosyalizm) bilindiği gibi toplumcudur, sosyal bağlamda insanı öne çıkarır, iktidar ve üretim araçlarının halk tarafından kontrol edildiği bir toplum fikrine dayanan bir düşünce sistemidir yani ezilmemektir, yoksulluğa karşı durmaktır, mazlumdan yana olmaktır. Özetle dünya ölçütünde Che Guevara’dır, Türkiye’de üç yoldaşıyla birlikte Deniz Gezmiş’dir, Mahir Çayan’dır, İbrahim Kaypakkaya’dır ama her halükarda Mustafa Suphi’dir.


Yani insan olabilmektir, eğer bunlar olabiliyorsanız dindar olmanız Tanrı inancı edinmiş olmanız bir şeyler değiştirmez, eğer sol din bağlamında ele alınırsa kendisine Kur’an indirilmeden önce Mekke’de müşriklerce “El emin” denendir, yani Muhammed’dir. Güvenilendir, kendi çağında ki gerçek devrimcidir.


Din üzerine de konuşabiliriz elbette ama konu uzadıkça uzar. Birçok şeyler söyleyebilirim bu yüzden, Ömer’in İslamiyet’e geçmeden önceki tavrını müminlik olarak algılıyorsa bir dindar, Muhammed’in devrimciliğini de öyle almalıdır. Bu yüzden sosyalizmin din karşıtlığını da burada yok edebiliriz sanırım. Çünkü sosyalizm toplumcudur ve özgürlükçüdür. Eğer bunları reddedersek SSCB dönemindeki imamları ya da papazları da yok saymış oluruz. Ama varlar, tarihi değiştirme gibi bir gücümüz yok başkaları gibi. Var olan budur, gücümüz yetse de değiştiremeyiz zaten. Yetineceğiz. Ayrı bir tartışma konusu ama “köleliğin” Amerika’da ve bundan bin dördüz yıl önce Muhammed döneminde nasıl kaldırıldığına bakmamız gerekiyor sanırım; bunun ilk öncüsü kimdir diye?


Şimdi bize din üzerinden saldırıyorlar, bizim için bütün kutsal yerlerimizi yok edecekler diyorlar. Bu emperyalizmin yaygarasıdır. Ama yinede din üzerinden cevaplayalım; başkaları dünyevi işlerini başka yerlerle karıştırabilir, örneğin hak aramayı – adalet istemeyi Tanrı’nın ellerine bırakabilir ya da cinsel dürtülerini cehenneme ve cennete bırakabilir. İtirazımız yerli - yersiz olabilir ama biz hak gasplarının savunuculuğunu yaparken topyekûn bir saldırı dalgasının da karşısında durarak şunu diyoruz: Tanrı kullarına dinden önce akıl vermiştir, akılcı davranmamız gerekiyor.


Köşesiz

Bu sistem, devşirmelerle daha ne kadar gidebilecektir(?) bilinmez ama kendi aydınını üretemeyen sistem, devrimci hareketin ürettiği aydını devşiriyor. Bunu din üzerinden yapamıyor, dikkat edin bunu ideolojiler üzerinden yerine getiriyor. Bütün bunların bize göstermesi gereken olguysa: döneğe muhtaç kalacak kadar zavallılaşmış bir sistemin yüzüdür yani köşesizleştirilmiş bir aydın tipinin zorunluluğudur.

Şimdi bu dönekleri hiç üşenmeden sıralayayım:


Oral Çalışlar, Çetin Altan ve familyası, Cengiz Çandar, Hadi Uluengin, Taner Akçam, Ragıp Duran vs. vs. (eksiklerim olursa siz tamamlayın.)


Yine F tipi aydınlar, Aydın Doğan ve Ciner medyasının yeni provokatörleri, Türkiye’nin bütün felaketlerinden cinsel haz duyan dönekler ve liberal cumhuriyetçiler.

Birde bunlara yeni katılanlar var ki, onlarda vatansız devşirilmiş ustalarını aratmıyorlar. Bilimdışı Harun Yahya’nın yeni vizyonu Yiğit Bulut ve Rasim Ozan Kütahyalı adlı malum kişi, yeni çıktılar -çillop gibiler- gıpgıçır istediğin gibi kullan kullanabildiğin kadar, bırak eskimesini canın isterse ve sıkıldığında at gitsin, o derece yani biri Haber Türk’te diğeri Taraf gazetesinde yazıyormuş (gerçi bu arkadaşların solla tarihi ne kadardır ya da solcuların bu arkadaşlar üzerinde ki tahribatının gerek sebebini bilmemiş olsak ta) köşesinden cılız sesiyle çemkirenler arasında yerini aldılar. Sanırım ilgi odağı olmak istiyorlar ve/ya da CHP’yi gerçek anlamda sol sanıyorlar. Eğer öyleyse cidden kandırılmış birer zavallı durumundalar.


Ya da diğer bir ihtimal, solcular bu arkadaşların bilincinde ciddi tahribatlar yarattı ki açılan her konuda -konudan bağımsız bir şekilde- Deniz Gezmiş’e, Che Guevara’ya, Chavez’e ve Fidel’e ve bilumum sosyalistim kelimesini zikir edenlere saldırıyorlar.


Kabulümüzdür saldırsınlar!


Şimdi bunları söylüyorum ya bir yandan da düşünüyorum, bunlar cidden gereken ne ilgiyi ne de zamanında duydukları övgüleri hak etmişler. Buna Rasim Ozan Kütahyalı’yı katmıyorum, onun durumu çok farklı.


Her ne kadar klişe sözler ve sığ konuşmalar yapsa da öyle.


İnsan, hayatını gizleyemez. Özellikle kader çizgisinin kırılma anları, bilincinde zonklar durur. Çünkü konuşma ve yazma yaşamın aynasıdır. Nedeniyse söylenen her şeye (sözcükler bağlamında) sözlere kutsal olarak bakıyorum. Örneğin ‘Tanrı’nın sözü dört kitapla kendini gösterir, inanıp - inanmamanız farklı bir durumdur, milyonlarca insan oradaki sözü kendi içinde kutsallaştırmıştır ve olaylara büyük ihtimalle böyle bakmaktadır. Bunun adına ben “içselleştirme” diyorum.


İdeolojiler içinde geçerlidir bu.


Bu yüzden kim olursa olsun, ister bir edebiyatçı, ister bir politikacı, isterse istihbarat örgütünün gizli bir memuru, kendisi hakkında konuşup yazdığınızda, gizlemek için özellikle uğraşsa bile, kişiliğinin sır dolu bölgelerine götüren bir yolu mutlaka açar. Nitekim son dönemlerde bunu liberallerde de göre biliyoruz. Yaşadıkları travmaları bilemem ama bu topraklarda yaşayıp da kendi tarihin hakkında gerçek bilgiye sahip değilsen bunun adı “düşüş”dür.


Birçok şey daha sıralayabilirim, bunlara çeşitli örnekler daha verebilirim. Ama gelin görün ki, son tatbikat kriziyle ve TRT 1’de yayımlanan bir dizi yüzünden gün yüzüne çıkan İsrail – Türkiye ilişkilerinin bütün sebebi bile ne yazık ki sosyalistlerdir. Bunu ben demiyorum, bunu dillendiren maalesef bir parça hücresiyle küçük-burjuva ayaklarına yatan ve başbakan Erdoğan’ı bir kahraman haline dönüştüren liberallerden geliyor, bu kişilerin söz edilen başbakana bir secde etmedikler kaldı ki şaşırtıcı bir durum içerisinde beyinlerimizi yokluyorlar.


Adamların kavramları bile söylediklerine gayriciddi, AKP goygoyculuğu yapıp, Erdoğan’ı anti-semitizmin mimarı olarak görmeye dönük bir anlayış, işte böyle bir algı sorun var. Oysa İsrail’in Gazze saldırısında ilk tepkiyi Chavez verirken ve kendi büyük elçisinin o ülkeden çekerek o ülkeye nota uygularken, deyim yerindeyse ülkesinde ki İsrail büyük elçisini kendi ülkesine postalarken bunların başbakanı bay klik Erdoğan İsrailli pilotların Konya ovasında uçuşlarını sağlıyordu.


İşte böylesi balık hafızalı bir aydın zümresi.


Gerçi adam en son Davos’ta “van minut” diyerek önceden hazırlanmış “Davos fatihi” pankartlarıyla karşılandı ya oda ayrı bir tartışma mevzusu.


Bu yüzden bu tip adamların yarın sol / sosyalizm üzerine övgülerini de görebilirsiniz. Bu bağlamda dönmek, fikir değiştirmek değildir. Çünkü ideoloji herhangi bir fikir değil, dünya görüşünün, hayat hakkındaki düşüncelerin tamamıdır; tek - tek insanlar söz konusu olduğundan manevi hayatının çerçevesi, ekseni ve kişiliğinin özü. Dolayısıyla dönen, herhangi bir konudaki görüşünü değil, doğrudan doğruya kendi kişiliğini terk ediyor.


Son söz

Özgürmüş, radikal hürriyetçiymiş, dönek, ipinin koparan adamdır yani bunların hepsi birer hikâye. Zırvalıyorlar! Burjuvazinin ya da emperyalizmin özgürlük ve hürriyetlere nasıl baktığını biliyoruz(!) Sadece devrimcilikten değil, her türlü sınıfsal ve toplumsal değerden kopan adam tiplemesi yani insandan, insanlığı çıkardığımız zaman geride kalan şeyler silsilesi. Bütün tetikçiler böyledir, kendine devşirmeler pazarında müşteri arayan fahişeler gibidirler. Çünkü başka yolları yoktur, istihbarat örgütlerinden, medya patronluğuna kadar uzanan yelpazede görebilirsiniz bu tipleri. Bunların oluşturduğu piyasanın adı vardır: dönekler piyasası!

O yüzden Aydın Doğan’ın memurları, Turgay Ciner’in Adnan hocacı müritleri, Ahmet Çalık’ın ve Erdoğan’ın küfürbaz silahşorları bütün bunların efendileridirler, diğer adıyla emperyalizme bağlılıktır. Özetle buradaki kutsal tapınma aracı “para”dır, para söz konusu olunca patronun şekli, ismi, fiziği, yediği – içtiği önemli değildir.


Ahlak mı (?) onlara yabancıdır işte.


İsterseniz gece gündüz ana avrat küfür ettiğiniz kişi bile olsa bu, bunun kıstası “para”dır ve “para” burada belirleyici roldedir. Rolleri değiştirebilir o sövdüğünüz kişinin sevimli bir kanişi olabilirsiniz. Nihayetinde birazda isim yapmaktır ya bu. Bunun için geçmişinize bile küfür etmeye değer, bu annenizde olabilir, babanızda.


Bu yüzden hazır olur ya kazaren sosyalistler iktidar olursa onlar bunun korkusuyla var olmamış bir sistemin savunuculuğuna soyunup “benim dedemde komünisti” diyebilirler, benden söylemesi.

Not: Rasim Ozan Kütahyalı’ya her şey “sınıfsaldır!”

9 Ekim 2009 Cuma

Kemalizm ve bağımsızlık

Kaypakkaya köylüdür! Ve bu köylünün İstanbul'da; "Küçük burjuva devrimciliği" eleştirmesi, "Ödünsüz bir devrim"e olan inancındandır. Sınırları ilk ihlal eden ve yoklayan, devrimciliği dayatandır. O, devrimci bir özne, akımdır.
“Dinsel üzüntü, bir ölçüde gerçek üzüntünün dışa vurumu ve bir başka ölçüde de gerçek üzüntüye karşı protesto oluyor. Din ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, manevi olanın dışlandığı toplumsal koşulların maneviyatını oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor." (K. Marx, Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı)

Amerikan Bağımsızlık Savaşı, 1775-83 yılları arasında Birleşik Krallık ve Kuzey Amerika’daki 13 koloni arasında geçen ve Amerika’nın kurulmasıyla sonuçlanan savaştır. Şüphesiz muhteşem bir savaştır tıpkı Kurtuluş Savaşı gibi.

Yine bizdeki ve her ülkenin bağımsızlık savaşı vb. (bizdeki gibi değil) Amerika’nın kuruluşu olan bu savaş tam bir bağımsızlık mücadelesi olarak başlamamıştır. (Sebepler ve nedenler tartışılır.) Savaş İngiltere'nin yedi yıl gibi savaşları sonucu harcadığı paraları tekrar kazanabilmek adına Amerika'da bulunan kolonilere ağır vergiler yüklemesiyle başlamıştır (ve siz burada Osmanlıyı ya da diğer birçok nedeni düşünün) vs. vb. gibi.

Hatta Amerika’da 1985 yılında çevrilmiş olan Revolution (Devrim) filmi bunu çok iyi anlatır. Örneğin orada New York'lu Tom Dobb (Al Pacino), oğlu Ned'in (Dexter Fletcher) kötü niyetli çavuş Peasy (Donalt Sutherland) yüzünden zorla İngiliz ordusuna katılması üzerine, istemeyerek de olsa Amerikan başkaldırısına dahil olmasını anlatan Amerika, İngiltere ve Hollanda yapımı bu ortak film o günkü koşulların durumunu ve Amerika’nın ‘bağımsızlığı’nı iyi kötü, az çok anlatır izleyicisine.

Bu yüzden başka şeylere fitne katmak adına üzerine olanı yapmakta geri durmayan Amerikalılar, kendi tarihleri söz konusu olduğunda kesinlikle taviz vermemektedirler bu film ve diğer birçok kahramanlık filmlerinde olduğu gibi.

Her boku yerler ama adamların ulusal sanrıları vardır ona dokundurtmazlar. Çünkü değerleri var’dır.

Birde değiştirilemez anayasaları.

Peki, bizi Amerikalılardan ayrına şey nedir (?) ya da Amerikalılara özenen ve o vb. gibi imparatorlukların propagandasını köşelerinden yapanlardan bizleri ayıran gerçek neden nedir (?), kuruluşumuzu ve ‘kurtuluşumuzu’ bize gerçek anlamda kim anlatacak, okula ilk adım attığımız o ilkokul öğretmenlerimiz mi ya da Türkçe konuşmasını daha doğru dürüst bile bilemeyen ve de iyi eğitim al(a)mamış aile bireylerimiz mi ya da son sekiz yıldır Kemalizm’i tartışmaya açan imam hatip mezunu olan ve iyi hatip AKP iktidarı mı?

Sanırım bu saydığım bütün olguların hepsinde birer yükseklik korkusu mevcut, çünkü son sekiz yıldır (İslam değil) Müslümancılar üzerinden, Kemalizm’in özellikle de liberaller üzerinden eleştirilmesi pekte sağlıklı bir şey değil. Çünkü bunun en iyi eleştirisini ve çözümlemesini yine Marksistler vermişlerdir. Liberallerimiz belki tanımadığı ama o akıl babaları bay Amerikalı meslektaşları gibi özenmiş olabilirler onlara bu konuda. Normaldir; değirmenin suyu orasıdır. Ama en azından şu son günlerde Fransızlar gibi şımarmadan ve de ukalaca davranmayabilirler de. Çünkü Amerikalılar (belki de) Vietnam savaşı, SSCB’nin dağıtılması ve kendisini dünyanın jandarması olarak tanımlamamasından önce ve sonra kendi halkına yabancılaşamamıştı bu kadar. Zira bugün yabancılaşmış olabilir ve/ya da emperyalist bir devlet olarak ezilen halklar nezdinde tepemizde bir sağa – bir sola gelip gidebilirler.

Bu normaldir de, emperyalizm doğası gereği kendisine uygun bir politika izliyor ve tırnak içinde bazı -gerçek- sosyalistlerin, özelikle de Marksistlerin o muhteşem öngörüleri olmasa gerçekten durumumuz içler açısı. Allah’tan onlarda doğası gereği emperyal politikalara karşı tavır takınıyorlar.

Ya olmasalardı?

Çünkü özelikle de kuşak çatışması yaşayan birçok kişi sağlıklı düşünememektir ve bir demagoji furyasının içindedir. Anlam veremediğim de zaten budur. Kemalizm kötüdür, e kötüdür ya gerisi, peki siz ne kadar hüner katıyorsunuz bu işlenenlere?

Soru budur?!

Ya da iyilik kattığınız olgulardan söz edin!

Radikal Müslümancılarımızın buna kattığı tek şey “biz laikler iktidarda olduğu zaman Kur’an’ı saklamak zorunda kaldık”, beğeniriz - beğenmeyiz bu hoş bir durumda değildir (ama ben yinede Tanrı’nın boş vakti varsa eğer, özelliklede Türkiyeli Müslümanlarımızla ilgilenmesi için dua ediyorum) peki Kemalist ve dinci iktidar kaygısını taşıyan diğer ‘ötekilerin’ durumu ne olacak?

Ya da onların yaşadıkları?

Çünkü bu baskıları yalnız onlar yaşamadılar. Kimsenin o ‘ötekiler’den daha fazla haklı Kemalizm eleştirisi olamaz, birilerinin çalıştığı ve yaptığı iş konumundan dolayı kendini haklı gösteremeyeceği gibi bu konu hakkında da kendini haklı göstermesi söz konusu bile olmamalı bence. Çoğunluk olarak ideolojilerini birer bayrak halinde ellerinde taşıyor olsalar bile.

Yani yıllardır azınlık olarak o ‘ötekiler’ karşısında bunların bugün zoraki etkilenmeleri ne gerçekçi duruyor ne de samimi.

Sistemin bir şekilde, şu bu adıyla, onun bunun ayıbı falan diyerek onlardan da söz etmek istemiyorum. Ya da sistemin alt ve üst başılılığından. .

Bu zorlan bloggerlerinin duvarlarına yapıştırılmış ne Hrant fotoğrafı, ne Deniz’in, Mahir’in, İbrahim’in ne de inanmadığı ama hayranlıkla okuduğu o gerilla mücadelesinde ki Che posterleriyle karıştırılabilinir.

Çünkü bir Marksist olarak Türkiye Devrimci Hareketi içerisinde İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalizm eleştirisi tam da şu sözcüklerde başlamaktadır: “Kemalistlerin ‘tam bağımsızlık’ ilkesi, ‘yarı sömürge’ yapıyı seve seve kabullenmek anlamına gelir…” Yani Kemalizm’in mirasçılığı konusunda “İngiliz, Fransız, Alman emperyalistleriyle ‘sınıf kardeşliği’ nişanesidir” der. Zaten emperyalizmle Kemalist Hareket arasındaki işbirliği iyice bilince çıkarılmadığından ve cumhuriyet tarihi boyunca egemen sınıfların farklı kesimlerinin birbiriyle çekişmesinden medet umulduğundan dolayı günümüzde de “tam bağımsızlık” denen şeyin aslında bir çelik çomak oyunu olarak sürdürüldüğü fark edilmemektedir. Bilinmez ama belki de Müslümanlar bunu yeni fark ettiler.

Bu yüzden Amerikan’ın kendi bağımsızlığı için soyunduğu emperyal politika ne kadar önemliyse bugün Türkiye’nin bağımsızlığı ve/ya da cumhuriyetçilik olgusu (Kemalizm diye algılanmamalı) Türkiye’li gerçek sosyalistler içinde o kadar önemlidir ya da öyle olmalıdır.

Çünkü Amerika ve İngiliz ya da başka bir emperyalizme (tam anlamıyla emperyalizme) karşı duruş bağımsızlık ilkesinden geçmektedir. Çünkü sosyalizmin keskin çizgisi budur.

Bundan dolayı liberallerin -liberalizm- ve İslam’ı referans alan -sahte- Müslümanlar ya da gardırop Kemalistler'inden daha tehlikeli ve öcü gibi bilinçaltımda durmaktadır. Çünkü insanlık olarak dünya ölçeğinde örneklerini yaşadık. Kemalist çizginin az çok ne yapacağını tahmin edebiliyorum belki de bu yüzden Tanrı korusun bunların yapabileceklerinin rüyalarımda göremeyeceğim kadar daha tehlikeli olabileceğini de şimdiden hissedebiliyorum.

8 Ekim 2009 Perşembe

Che Guevara'nın ordusu

Che, aşkın daraltılmış tüm tariflerinin reddidir ve tüm devrimciler için bir yüzleşme zeminidir.

Che, 9 Ekim 1967’de, Bolivya’da gerilla mücadelesi başlatmaya kalkışırken CIA destekli Bolivya askerlerinin ellerinde katledildi. Bedeninin 30 yıl sonra açığa çıktığı küçük kasabada, Haziran 2005 isyanı sırasında şöyle bir grafiti yazılıydı: “Che, onların hiçbir zaman istemediği kadar hayatta.” Bolivya dağlarına gidişi “belki kazanmak için değildi” ve Che’nin gerilla birliği o gün orada yenildi ama Che’nin kaybettiğinden bahsedilebilir mi?

O’nun La Higuera’daki son bakışları, Güney Amerika’daki Vallegrande eyaletinde son bulmuş olamaz değil mi? Değildi zaten. O’nun son seferi iç sesini dinleyip birçok şeye katlandı. Che Guevara’nın ordusu yoktu, bugün var. Gerilla gitti, Che yaşadı, Che yaşayacak, Che yaşıyor.. 

3 Ekim 2009 Cumartesi

Önyargılardan uzak insani duygular

"Çocuklar öldürülmesin şekerde yiyebilsinler…”
(Nazım Hikmet)

Birçok süreçten söz ettim ve ya ettik, etmeye de devam ediyor birçoğumuz. Süreçler üzerine çok konuşacağız anlaşılan. Birçok olaylar ve olgulardan söz ediyoruz bu yüzden, bir tarihler dizisinin birer parçası olacağız yine birçoğumuz.

Bundan dolayı belki de 65 yıllık tarihi süreçte, geçtiğimiz en büyük sürecin bu süreç olduğundan yoksun birer parçası olacağız ve bu sürecin içinden öyle geçeceğiz. Bir olaylar dizisi, bir olgular dizisi, bir oyun dizisinin figüranı olacak belki de birçoğumuz.

Herkes kendi “pencere”sinden hem rezilliğini hem de “haklılığı”ndan söz edecek elbette. Bu da kabulüm. Amenna!

Bakış açısına bağlı buda, kime ve kim için(?) mantığı hâkim olacak elbette buna.

“Kürt açılımı”, şu açılım-bu açılım derken aynı iktidar paralelinde aç kalıyor, yoksulluğa maruz kalıp katlediliyoruz. Bunun TSK’sı, iktidarı yok maalesef, aynı paralelden topyekûn üzerimize ateş atılıyor. Bir mavzer yok, kazanılmış bir siper yok. neden olmasın değil, elbette bu işin içinde malum AKP iktidarı da var, TSK’sı da var, senarist olarak elbette emperyalist batılı güçlerde var. Buna güç veren destekçisi İslamcısı (Müslüman)’yla, liberaliyle, milliyetçisiyle, sosyal demokratı, solcusuyla birlikte hep birlikte kirlenmeye devam edeceğiz.

Bunun sağı-solu-ulusalcısı yok, hepimiz aynı emperyal senaryonun birer parçası oluverdik.

Ve… Kimse bir diğerini kendi göğsünde taşıma hoş görülüğüne de sahip değil.

Ya birbirimize “TSK senin ananı s.ksin” diyeceğiz ya da “Apo hepinizi düzsün” diyecek noktaya varacağız. Vardıkta. İşin ilginç tarafı şu ki, hiçbir zaman Amerikan ve/ya da batılı emperyalist güçleri eleştirmeyeceğiz, bunu sorgulamayacağız.. Ve kimse söyleyeme(ye)cek bütün bunların asıl sebebinin emperyalist güçler olduğundan, organizasyon kim oda belli değil ama herkes birbirini düzecek, kimin eli kimin cebinde de belli olmayacak. Ne güzelll değil mi?. .

Birbirimize tahammülümüz yok, ne güzel. Çünkü nedenlerimiz çok.

Nedeniyse, biri dindar 5 vakit namaz kılıyor, dini bütün birisi, diğeri zengin daha da çok kazanmak için yapamayacağı bir şey yok, bir diğeri liberal ve tehlikeli ama umudu kesmemek lazım ondan yaftalanabiliriz ve sosyal demokratın faydası olur bir iş kaparız. Herkesin kafasında küçük bi'iş var.

Ne Diyarbakır’da havan topuyla parçalanmış Ceylan’ın video görüntüleri, ne de geçmiş dönemde babasıyla birlikte katledilmiş Uğur’un fotoğrafları, ne de TSK askerlerince öldürülüp hatıra resimleri çektirilmiş gerilla resimleri.

Yok, derdimiz bu değil.

Haydi, topyekun namaza!

Ve bütün bu olaylardan sonra Amerikalı yetkililer seyretmeye devam edecekler bizi, her zaman olduğu gibi.

Çünkü biz: geri bıraktırılmış üçüncü dünya ülkesiyiz ve açız.

Ve bütün bunlardan ötürü yine “Bizim çocuklar başardı” diye birbirlerine belki de övgü dolu mektuplar yazacaklar şimdiden.

Bütün bunların adının “faşizm” olduğunu biliyoruz ama buna dinin katılmasına da sözü olan da yok, çünkü AKP’yi eleştirmek ulusalcılık oluyor günümüz değimiyle, TSK’yı savunmak milliyetçilik, AKP’ye karşı olmak komünistlik, din üzerine görüş bildirmek inançsızlık oluyor. Bütün kavramlar dizisini birbirine karıştırmış bir şekilde yaşamaya devam ediyoruz.

Ne bir insanlık söz konusu, ne de adam akıllı bir tavır var yaşantımızda.

İnandırılmış ve kandırılmış bir toplumuz, özellikle de din söz konusu olduğunda. Buna son zamanlarda milliyetçilikte eklendi her zamanki gibi.

Çünkü bizim kitabımızda vardır; İsraillerin hepsini Siyonist görmek, farklı mezheplerdekine kız vermemek, sarışına hafif mezhep kadın muamelesi yapmak, birini zorla Müslüman yapmak, Almanları alkolik görmek, Arapları pis bellemek. .

Bu kadar düşük bir toplum görülmüş müdür, bilemiyorum.

Ne diyeyim Melis Tükel’in dediği gibi bende aynı şeyi düşünüyorum: "herkesin bünyesine biraz hümanizm diliyorum."

Birazcığına da razıyım!