26 Aralık 2008 Cuma

TRT mi? ‘Bildiğiniz gibi!’

Türkiye unuttuklarıyla hem de aydınlarının sayesinde tarihini de allak bullak ederek, kirlilikler saçarak devam ediyor yoluna. Hem de devletin resmi televizyonunda.

Skandal diyebileceğimiz olaylar dizisi Samanyolu TV’nin ‘Sırlar Dünyası’nı aratmıyor deyim yerindeyse. Şöyle ki, TRT’de Şahların Labirenti isimli belgeselde, 1978’deki Maraş katliamını planlayanların arasında bir yıl önce uğradığı suikast sonucu öldürülen gazeteci Hrant Dink’i Maraş katliamının sorumluları arasında gösterdi.

Öyle ki, yüzlerce kişinin öldürüldüğü Maraş Olayları’nın bir numaralı sanığı BBP’li Ökkeş Şendiller, “yaşananların Alevi-Sünni çatışması değil, Hrant Dink ve arkadaşlarının kurduğu sol örgütlerin işi olduğunu iddia etti(ği)” haberiydi.

Daha öncede söz etmiştim, kendi resmi ideolojisi çerçevesinde farklı farklı tarihler ortalıkta dolaşıyor. Biri kirli, biri temiz, biri namussuz, biri namuslu!

Yüzlerce insana karşı işlenen suçlardan bir anda sıyrılmanın derdine düşmüş durumunda olanlar önümüzü kirleterek yollarına devam ediyorlar. Hem de ahmakca!

21 Aralık 2008 Pazar

‘Özür’ diliyorlar! ‘Özür’ diliyorsun! ‘Özür’ dile! ‘Özür’ diliyorum!

1400 yıl önce Kerbela çölünde katlettiniz beni!

Kaç yüz yıldır katlediyorlar beni, Osmanlı’nın sancağı altında. Dilimizden, tenimizden, inancımızdan dolayı ‘din’ adına.

Duydum ki özür diliyormuşsunuz…

Yahudi’ydim 'ölüm' kamplarınızda öldürüldüm.

1954–1962 tarihlerinde Cezayir’de yaşadım. Ölen 45 bin kişiden biri ben ve ailemdi. Sonra yerle bir oldu her şey, arkadaşlarım, komşularım, dostlarım, sevgilim öldü.

Sonra da okullarınızda “sömürgecilik” derslerinin iyi taraflarını okuttunuz…

Duydum ki özür diliyormuşsunuz…

Zenciydim… Köle olarak kullandınız beni. Uyuşturdunuz, pazarlarda sattınız, vurdunuz.

1946–1954 tarihlerinde Vietnam’da yaşadım. 1976’da Ramboları tanıdım… Yıktılar, yaktılar, kestiler. Çaresizdik. Artık ailem ve ben aranızda değilim. Peki, bizden de özür dileyecek misiniz?

Duydum ki özür diliyormuşsunuz…

Peki, insansız bir dünya mı istiyorsunuz? Guançeliyim, Kızılderiliyim Aborijinim. Aleviyim, Kürdüm! İnsanım! Dinim, ırkım ve rengim sizlerden farklı… Kime ve neye göre farklıyız? Yeryüzünün sahibi siz misiniz?

Filipinliyim… Marcos’u tanıdım, ABD’de iyi tanıyor…

Duydum ki özür diliyormuşsunuz…

Ben Kongo’da yaşadım… İşkence gördüm. Artık yokum, ailem de yok. Geldiler, bizi yeryüzünden sildiler.

1938’de astınız beni Dersim’de!

Duydum ki özür diliyormuşsunuz…

Etiyopyalıyım… Tarih 1911-1940’ı gösteriyordu: Çölün ortasında katlettiler bizi… Neden?

Duydum ki özür diliyormuşsunuz…

1940- 1950 yıllarında Hindistan’da yaşadım. Geldiniz, acımadınız, 25 milyon insandık. Dünyanın gözü önünde bizi yok ettiniz…

Filistin’de öldürdünüz çocuklarımızı!

Duydum ki özür diliyormuşsunuz…

1978 yıllarında Maraş’ta, Çorum’da! 1992’de Sivas’ta, Gazi’de evlerimize birer işaret koydunuz, vurdunuz, yıktınız, öldürdünüz! Darbeler yaptınız?

Afganistan’da ve Irak’ta işkencelerle birlikte bombalar yağdırdınız başımıza.

Peki, bizden de özür dileyecek misiniz?

Duydum ki özür diliyormuşsunuz…

Ben hepinizden “ÖZÜR” diliyorum.

19 Aralık 2008 Cuma

Derin bir nefes alın! Bizim yüzyılımız asıl şimdi başlıyor

İktisadi kriz Marks’ın zihnine başvurmaya karar verdiğinden beridir, yıkıma alkış mı tutuyoruz sorularıyla meşgulüm. Nihayetinde potansiyel ‘terörist’ sayılmamız doğaldır, terörün mücidlerinin gözünde. . Ya devlet kavramlarının karşıtı ya da kışkırtıcının biri 'ol'ma(!). . Bu ülke de milliyetçileri, şovenistleri, ırkçıları, din sosuna bulaşmış faşistleri düşününce, siz bir bütün olarak düşünün bu olguları.

Apolitik miyiz birçoğumuz? Öyleyiz maalesef. Hatta bundan da övünenlerimiz var, "yine başladın", “valla işim olmaz”larla başlıyorlar, yine o sözcüklerle bitiriyorlar. Kendine ve başkasına yabancılaşmanın tadını çıkaran insan tipinin ‘marka’ ele alındığında ki, ikileminin diğer adıdır bu. Biri alma arzusu, ikincisi korkma ikilemi. Bütün meselede sınıf çelişkisinden bir haber olmalarındandır. Sonradan da dövünür dururlar zamlar ve krizler karşısında, işsiz kaldım, evime ekmek götüremiyorum diye. Hani işin olmazdı!

Örneğin Mao, “emperyalizm kâğıttan kaplandır,” derken acaba mali sermayenin hisse senetlerinden, bonolarından, çeşitli türevlerinden, yani uçuşan kâğıtlardan oluşan boyutunu mu kast etmekteydi bilemiyorum? Ama ne var ki, şimdi o kâğıtların yeryüzündeki gerçek maddi varlıklarının değerleri açıklanıyor - tartışılıyor.

Hani şu serbest piyasanın kâğıtları dediklerinden söz ediyorum! Yani insanlığa karşılıksız günahını vermeyen bir sistemin ‘kâğıt’ krizinden söz ediyoruz yine.

Bu yüzden çok sonradan öğrendik ki, Berlin Duvarı yıkıldığında (Mandel’in kulakları çınlasın, Duvar yıkılırken Doğu Almanya’dan hep bir şeyler beklermiş.) Marx ise her zaman Mandel’in öyküsünü anlattı; sonsuza kadar da anlatmaya devam edecek sanırım. Oysa “komünizm öldü işte”, dediler ve “Marx’ın tüm söyledikleri bir hülyadan ibarettir…” diyordu kapitalizm.

Evet, ne olmuştu gerçekten? Önce Berlin Duvarı çöktü gürültüyle, daha sonra birer birer Doğu Bloku çözüldü. Ve nihayet Sovyetler Birliği, bürokrasiye karşı demokrasi talebiyle ayaklanan madencilerin ve elbette Komünist Parti şeflerinin ağzından ‘piyasa ekonomisine geçtiğini’ ilan etti. Sonrasını biliyoruz: işte kapitalizmin zafer alayı! Gürültülerle geldiler, gürültülerle gidiyor birçoğu.

Birçoğunun bürokrasiden ibaret sesi, yıkılan, çözülen gürültülünün arasında boğuluyor. Seviniyor muyuz? Kendi adıma evet.

Bir işçinin beş ömründen alamayacağı koca cipler, bekleştiğimiz otobüs duraklarında üzerimize çamur sıçrattıkça, biz sadece yumruğumuzu sıkmakla yetinmeye başladık. Mercedes’lerinden iner inmez savurdukları küfürlerle pervasızlaşan hırsızlar, pezevenkler, torbacılar, karşılarında korkacakları örgütlü bir güç kalmadığı için “efendiler” haline geldi ve o aşağılık ahlaklarını toplumun her yanına zerk etmeye başladılar.

Yani şuan ki durumumuz? Değerlerimiz ve de en önemlisi ‘içimiz’? Devrimci hareketin yiğit değerleri –militanları– zindanların ve ardından yaşamın bütün yükü altında ezilirken, kendilerine steril gevezelik alanları, işçisinin arkasından bile dedikodu yapabilenleri ve emperyalist fonlar sunulan dönekleri, teslimiyetçileri, ihbarcı gazetecileri, itirafçıları, hücre bülbüllerini, ‘sol’ adına konuşmaya başlarken görmeye başladı(k) (örneğin Taraf gazetesinin solcu kalemşorları) televizyon ekranları, gazete sayfaları bunların önlerinden ardına kadar açıldı…

Evet, devrimci dalgalar bundan öncede dibe vurdu. Yığınlar insanlıktan çıktı. Ve sonra yine devrimlerle insanlaştı baldırı çıplaklar. İşte somut örneği: Küba eskisi gibi duruyor masmavi, Venezüella silkeleyip attı üzerinde ki asalakları ve en çokta emperyalist boyunduruğa karşı o muhteşem Vietnam zaferine tanık oldu bu dünya. Şimdiyse uluslararası kapitalizmin insanlığı içine sürüklediği felaket karşısında yeniden bir devrimci dalgalanması kaçınılmaz durumda. Şimdi de bunun ilk işareti niteliğinde Yunanistan eylemleri, bu eylemleri güce dönüştürüp yol etme mevzusudur bütün mesele. Yunanistan’dan, Fransa’ya, Berlin sokaklarından ve Anadolu topraklarına bir ateş düşsün!

Devrimci bir ateş!

O yüzden yeni ve aşamalı bir slogan, ‘Neşe, barış, huzur ve sosyalizm!’ Ve yeni jenerasyon duvarlarımıza kazınacak tarzda da anlamlı. Ama yeni jenerasyon posterlerimiz yok, olmayacakta. Sadece ortalıkta ismi dolaşan yeni parti logoları ve yeni parti adları dışında! 

Çünkü eskisi gibi asıyoruz Che Guevara resimlerini odalarımıza. Çünkü eskisi gibi taşıyoruz yüreklerimizde Deniz Gezmişleri, Mahir Çayanları, İbrahim Kaypakkayaların düşüncelerini.

İnsanileşebilmek adına! Şimdi bulutlara sardığımız manevi kimliğimize sahip çıkma dönemi. . Şimdi derin bir nefes alın. Bizim yüzyılımız asıl şimdi başlıyor!

12 Aralık 2008 Cuma

Krizin en ‘iyi’ yönü?!

Kuşkusuz ‘yapay’ emperyalist (ya da burjuva) krizler yaşamaya zorlanan halk yığınlarını özelliklede günümüzde ki işçi yığınlarını daha da zor koşullara itmekte. Özelikle bizde ki, sınıf bilinci oluşamamış işçi kesimi için bu daha geçerli ve daha zor bir durum, yine de kolay yoldan köşeyi dönmeye çalışan işçileri düşününce bu sınıf bilinci (uyanma) işi bir hayli uzak görünüyor. Belki de bundandır Türkiye’de iktidara gelen bütün iktidarlar bunu bildiği için bunu deyim yerindeyse bir ‘sır’ gibi, bu kesimlerden saklamaktaydılar.

Şimdilerde Yunanistan’da yaşanan ve 16 yaşında polis tarafından öldürülen bir genç için yapılan sokak eylemlerini görünce insan gıptayla bakıyor. Bir insanın öldürülmesi özelikle de kötü bir durum, hele hele devletin güvenliğini sağlamakla yükümlülüğü varsayımını bilincine kazıyan (ben buna Engels’in tabiriyle, devletin eli silahlı bir grup üyesi -ya da çetesi- demekteyim) ki yapanların cezalandırılmamış olması ve bunun meşru görülmesi için güdülen politikanın bürokrasi dışında sokağa yansımaması ki bu daha da aymaz bir durumdadır ve devletin ahlakını tekrardan tartışır duruma sokmuştur. Örneğin Yunanistan emniyeti ne demektedir bu duruma: “altı üstü şımarık ve zengin bir çocuk öldürüldü.”

Sanki onların katmanını oluşturan bu zengin sınıflar topluluğu değilmiş gibi, kendi içinden ‘zengin’ bir kurban bulmuş gibi görünen Yunan hükümeti sevinç dansları yapmakta bu söylevle!

Ki, Türkiye’de bu iş ayyuka gelmiş durumda. Beterin beteri durumu anlayacağınız.

Fakat izlediğimiz görüntülerden anlaşılacağı kadarıyla Afganistan’ı ve Irak’ı aratmıyor şuan ki Yunanistan’ın iç durumu.

Bir ‘sınıf’ bilinci oluşmuş, kuşkusuz durum da bunu göstermekte Yunanistan’da, işin başını şuan Anarşist gruplar çekmekte, iyide yapıyorlar. Belli olmaz bu durum her an değişebilir sıkışan hükümet yine her an istifa edebilir bu durumdan. Halka öncüllük edecek sınıfsal bir ‘öncü’ parti Yunanistan’da var mı bilemiyorum ama işe her an el atabilir. Umarım öylede olur.

Biz ise henüz küstah politikacılardan kurtaracak ‘öncü’ bir parti yok. Büyük bir eksiklik. Diğer asıl büyük eksiklikse Türkiye’de ‘proleter’ bir sınıfın olmayayışı.

Ayrışmış - ayrıştırılmış bir işçi topluluğuyla karşı karşıyayız. Sağcı işçi / solcu işçi, hatta dindar işçi oluşmuş durumda!

Sanki yağmur yağarken hepsinin başına ayrı ayrı yağmakta? Ayrı ayrı ıslanıyorlar!

Amerika’da, Wall Street’i kurtarmak isteyen bay Bush kurtarmaya çalıştıklarıyla birlikte büyük isimleri de mahvetti.

Amerika tarihinde yüzyılın krizini yaşıyor şuan, bu kriz ve çöküş Amerika söz konusu olduğunda daha da devam edeceğe benziyor. Bunu bay Obama’da düzeltemeyecek durum bunu gösteriyor yeni kabinesine aldığı isimlerle de zaten bunun mesajını veriyor. Zaten şuan için bir çoğu bay Bush’un eski’miş kabinesinden oluşmakta. Renginden dolayı Obama’ya umut bağlayanlar başından beridir farklı politika izlemeyeceğini söylememize rağmen ciddiye almadılar uyarıları.

Oysaki Obama’nın aksine Bush ‘zenginlere sosyalist’ bir durum takınarak onlar için kendi ülkesinin ekonomisinden para tırtıklamakla meşguldü...

Öyle de yaptı ama nafile. New York’un arka sokakları bunu yalanlar biçimde ‘yoksullar’ ve ‘evsizlerle’ dolup taşmakta.

‘Komünist Manifesto’, burjuva devleti tarafından dünyanın çeşitli ülkelerinde ve çeşitli zamanlarda politik nedenlerle birçok defa yasaklanmasına rağmen ve gerekçesi her defasında ‘toplumun huzur ve sükûnunu korumak’ ve ‘sınıf kavgasını önlemek’ti gibi argümanlarla karşımıza çıktı. Şimdi ki durumu kendileri bile açıklayamıyorlar.

Çırılçıplak kapitalizm

Üst üste Marx’ın, Kapital eserinin baskılarını yetiştirmekle, şuan Marx ve Engels okumakla meşguller.

Kapitalizmin bir bilimi olmayacağına göre elbette son derece açık saçık, bu müstehcen metni okuyacaklardır. Bundan doğalıda olamaz. Politik metin olarak; bir program ve kapitalizmi, üzerindeki bütün ideolojik, felsefi, hukuki, ahlaki ve politik örtüleri sıyırarak, böylesine ‘çırılçıplak’ bırakmıştır kapitalizmi.

Özetle devrimci bir ‘eylem kılavuzu’ söz ettiğimiz yapıt!.

Şimdi çanların kendisi için çalındığını bilen kapitalistler yangından mal kaçırır gibi kendilerini kurtarma çabasındalar. Delice işçileri ‘ücretsiz izinlere’ göndermek derdindeler. Bu ‘ücretsiz’in anlamı işten çıkarmaktadır ki, bunu bile açık açık dillendirememektedirler.

Tıpkı onlar gibi, bugün Erdoğan kliği de işçi kesimine olan ‘saygı’sını belirtir şekilde bunları dillendirmekte, ‘sefilliği’ işçiye yaraştırmaktadır.

Başlıktan da anlaşılacağı üzere bu krizin en ‘iyi’ yönü zengin birkaç asalaktan kurtulacağımız gerçeğidir. Zira ‘Özgürlük’ anıtının altında da şu yazmaktadır: ‘Zenginleri değil, fakirleri satın!’ yazısı düşünülünce insanın aklına başkada bir şey gelmiyor.

Bu yüzden şimdi iki ‘tercih’ arasındayız: proletaryanın bakış açısı ve sınıfsal gerçekliğiyle birlikte bu kurtuluşun, bağımsızlığın, demokrasinin, kısacası devrimin yolunu gösteren tek gerçek çıkış yolunun işçi sınıfının örgütlülüğü ve bu ‘örgütlü’ gücün yapacaklarıdır. Ya ‘proletarya’ ya ‘burjuvazi’.

Örgütsüz ve ya devrimci bir önderliğe sahip olamayan bir işçi sınıfı ‘devrim’ falan yapamaz. Sınıfın ‘fiili’ koşullu örgütlenme ve eylem tarzıdır. Zaten ‘devrim’, ‘işçi sınıfı’nın günlük hayatıdır ve onun etkileridir.

Yine de benden hatırlatması, bütün egemen sınıflarda ortak olan anlayışa bakmayın siz. O da yeryüzünden çekip gidecek olmalarıdır. Yeter ki, ‘Manifesto’nun sonundaki o büyük çağrı gerçekleşsin: ‘Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!’ çağrısı.