6 Kasım 2012 Salı

Yalnızlık, diyalektik ve aşk üzerine

Bir yanım eksik, şimdi yazılanları okuyorum Bobby Sands biyografisinin yazarı Denis O'Hearn’ın ‘Açlık Grevleri’ ile ilgili bir makalesi(…) bu eksik yanımla (okuduklarım arasında şiirlerde var.) Bir arkadaşım şöyle bir şey demiş yazısının en sonunda “Bir damla su dilenmeyeceğim ne buluttan, ne de senden!”


Gerçekten de öyle, evet dilenmemek gerekiyor bu günü birlik ve nakarat gibi tekrar olan hayatta. İnsanın üretemediği yerde tüketim vardır. Ben ve bizlerde tüketmemek için üretmeye çabalıyoru(z)m. Ne onlar? Onlar, yarın ve bugün için ve bu bağlamda, artık egemen sınıflar için oluşturulanlara karşı olmak gerektiği bizlerin bilincinde yer etmişse bunun yükümlülüklerini yerine getirmeliyiz diye düşünüyorum… Bunu söylüyorum bunu çoğaltıyorum. Tıpkı bilgi gibi… Öyle ya bilgi paylaştıkça çoğalır derler.

Bilgi paylaştıkça anlamlı kılınır. Bilgi paylaştıkça çoğalır insan. Ama son günlerde burjuva ideologlarının ağızlarına doladığı şu “Aşk” masalına geçmeden önce… Halkımızın tıpkı, Bali Adası'nda ki, bir kapitalist ideolojiden henüz etkilenmemiş olan halkın, maddi ve manevi sistemler arasında kendine bir denge kurmayı başarması gibidir. Her köy yılda bir kez topluluk bireylerinin tek tek katılımıyla bir opera yaratır. Böyle bir dengeye, herkesin geçimini sağlamak için çalıştığı, ama aynı zamanda festivallere, dindışı şölenlere ya da dinsel yortulara katıldığı, dünyanın başka yörelerinde de rastlayabiliriz. Bireyin katılımı, örneğin müziği yaratması, dansı yapması, kıyafetleri, oturması, kalkması, ses tonu, sigara içişi bile ve dekoru vb. oluşturması yoluyla gerçekleşir… Bu yüzden önce sorumlu olduğumuz değerlere değinmem gerekiyor.

Sorumluyuz 
Bize hep  “halka” ise artıklarla yetinmek zorunda bırakılmışsız hissi veren bu sistemle cebeleşmek düşüyorsa payımıza onları yerine getirtmeliyiz. Oysa bizlerin-halkın özgün bir kültürü vardır. Ama bu kültür ne yazık ki zayıflamaktadır. Çünkü doymak bilmez egemen sınıflar, çıkarları uğruna halkın son “büyücü”lerine de el koymuştur. Kimdir o büyücüler? O büyücüler Latin Amerika kıtasında Che Guevaralar, o büyücüler onlara göre sefilce yaşamış olan Marx, Engels, Lenin’dir. Üstelik onları yorumlayan-açıklayan ve başkalarının daha yaşanılası bir dünyayı yakıştırmışlardır insanlığa. Ama onlar kan emicidir(?) onları savunanlar teröristtir.

Ve üstüne üstlük köyler giderek boşalmakta, köylüler duygularını dile getiremedikleri koca kentlere yığılmaktadırlar... Hepsini söylediler bize onlar. Köylerin yakılacağını, insanların sırf kendi egoları ve sırt üstü gelip yan yatmak adına rahatları için çıkardıkları paylaşım savaşlarını, bunların hepsini söylediler bize. Kapitalizm yokken Marx kapitalizmi yorumluyordu. Yoksa ne işi var kapitalizmin yoğun yaşandığı, bir su içmenin bile lüks olduğu şu metropolde. Ya da sizlerin, ailelerinizin? Benim ve bizim gibilerinin.

Öyle değil mi? Abidin Dino şöyle bir şey diyor: “Bir tabut getirdiler önümüze Marksizm öldü diye. Açtık bir baktık ki tabut boş”. Bizleri kandırıyorlar tarihten bu yana. Oysa tarihe sahiplenmek gerekiyor eksisiyle-artısıyla. Ama takılıp kalmamakta gerekiyor. 

O yüzdendir ki, günümüzün gerçeği olan kapitalist üretim biçiminin egemenlerinin kültürü, kendine kitlelerle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir yöneliş ve bir işlev bulmuştur. Kitlelere ise kalitesiz romanlar, sıradan şarkılar, yani kültür düzeyi düşük yan ürünler bırakılmıştır.

Senfoni konserlerine, tiyatrolara kimler gider?

Kimler kitap ya da müzik eserleri satın alır?

Resim ya da heykel sergilerini kimler gezer?

Tanımadığı biri için, kim üzülür?

Kim tanımadığı birine bir şeyler anlatır?

Özetle, ülkemizde yaklaşık olarak 70 milyonu bulan nüfustan kaçta kaçı bu sanatsal etkinliklerden yararlanabilmektedir?

Belki beş yüz bin, belki bir milyon kişi. Bence bunun çok altında(?) ya da %81’i ABD emperyalizmine karşı olan bir ülkede kim ne kadar sorguluyor kapitalizmi-emperyalizmi?

Neden sokağa yansımıyor en basitinden bir savaş karşıtı eylemlikte o %81?

Neden insanlar cezaevlerinde direnirken bir yandan da linç edilmeye çalışılır?

Ya da büyük bir gururla “Ben bu ülkede bin tane operasyon yürüttüm” diyen zaat kime güveniyor, gücü nerden geliyor?

Gazi’de, Maraş’ta, Tokat’ta, Erzincan’da, Sivas’ta kim nereden alıyordu gücünü, hunharca katlederken kırmızıçizgilerde…

Kırmızıçizgiler kimin belirlediği çizgilerdir?

Bundan 12 yıl önce Dersim - Erzincan arasında “kimyasal silah”larla öldürülen on yedi kişi, TC’nin hanesine işlenmiş yeni bir cinayettir ama kendi tarihinde de ilk kez kullandığı silah biçimidir. İşte ben bütün böyle şeyleri anlatmak-paylaşmak istediğim için yaşıyorum belki de sorun bu? 

Tanrı'nın eli
O yüzden bu nakaratlaştırılmış hayatta, bize hep “bu halka” ise artıklarla yetinmek zorunda bırakılmışsız hissi veren bu sistemle cebeleşmek düşüyorsa herkes gibi payıma onları yerine getiriyorum. Oysa bizlerin-halkın özgün bir kültürü var. Ama bu kültür ne yazık ki zayıflamakta(dır).

Bizler kendi kalabalıklarımızın içinde kendi yalnızlığımızı yaşıyoruz, her halükarda. Şimdilik yetiyor gibi bu. Ve içlerimizde ki her susuş aslında yalnızlığımızın dışa vurumudur bu yüzden… Bütün insanlar yaşamlarının en az bir döneminde kendilerini yapayalnız bir kişi gibi duyumsarlar, belki de bundan. Ve de gerçekten yalnızdırlar. Yaşamak, gizemli bir gelecekte varacağımız yere gitmek için geçmişte bulunduğumuz yerden yola koyulmak demektir.

Yalnızlık, insan duygusunun en derindeki gerçeğidir. Yalnız olduğunu bilen ve bir başkasını arayan tek varlık insandır. Doğası gereği insan, kendi varlığını bir başkasında gerçekleştirme özlemi içinde ve doğaya “hayır” diyerek yaşar (kendi kendini yaratan insanın bir “doğası”ndan söz etmemiz doğruysa eğer.) İnsan özlemdir, kavuşmak için bir aranıştır. Bu yüzden, kendi varlığını tanır tanımaz kişi, bir eş ya da arkadaştan yoksun olduğunu anlar, yalnızlığının bilincine varır. Hangimiz de olmamıştır ki bu.

Tıpkı, dünyaya gelmekle, bizi ana karnındaki o bilinçsiz yaşama bağlayan zincirden kopuş gibi. Ana karnındaki bebek, kendisini sarıp sarmalayan canlının bir parçasıdır, ilkel bir yaşamdır; kendi bilincinde bile değildir. Bilinçsiz yaşam diyorum, çünkü orada, istek ile doyum bir ve aynı şeydir. Doğumla gelen değişikliği, bir ayrılık, kopma ve yalnız bırakılma, yabancı ve düşmanca bir çevreye düşüş olarak algılarız. Sonraları, bu ilkel duyum yalnızlık duygusuna dönüşür; daha sonra bir bilinç oluşur: Gerçekte yazgımız yalnızlıktır ama bu yalnızlığı aşmak ve bizi geçmişe, cennetteki o mutlu yaşama bağlayan ilişkileri yeniden kurmak zorunda olduğumuz bilinci. Var gücümüzle, yalnızlığımızı aşıp yenmeye çalışırız.

Yalnızlıklar diyalektiktir 
Öyleyse, yalnızlık duygusunun iki ayrı anlamı var: Bir anlamda yalnızlık “kendini bil”mektir; öteki anlamdaysa, kendimizden (yalnızlığımızdan) kaçıp kurtulma özlemidir. Yaşamın temel koşulu olan yalnızlık, kaygıdan ve kararsızlıktan kurtulacağımız bir sınav ve arınmadır. Bu yüzden, yalnızlık dolambacının çıkış kapısında, mutluluğa, tüm dünya ile yeniden denge durumuna erişeceğimizi umarız. Yani yalnızlık derken başka bir “yalnızlıktan” başka bir “duygudan” söz etmeye çalışıyorum ki, onları açığa sermek için devam ediyorum…

Yalnızlıkla acıyı özdeşleyen halk dili işte bu ikilemi yansıtır. Aşk acısı yalnızlığın sancısıdır. Birlikte yalnızlık hem karşıt hem bütünleyici duygulardır. Yalnızlığın kurtarıcı gücü, içimizdeki o gizli suçluluk duygusunu açıklığa kavuşturur; yalnız insan “Tanrı elinin itelediği” kişidir. Yalnızlık duygusu hem bir ceza hem bir arınmadır, bir sürgün cezası olduğu kadar sanki o sürgünden artık kurtulacağımızı duyuran bir durumdur. İnsan yaşamının tümü bu diyalektiğin etkisi altındadır.

Aşktan beklediğimiz de birazcık gerçek yaşam, birazcık gerçek ölüm değil mi? Aşkı mutluluk için değil, olsa olsa, karşıtlıkların duyumsamayacağı, yaşamın ölümle, zamanın sonrasızlıkla bir ve birlik olabileceği o gizemli an için isteriz. Derinden derine sezeriz ki yaşamla ölüm aslında tek bir gerçekliğin (karşıt ama bütünleyici) iki yüzüdür. Aşk eyleminde, yaratma ile yıkma birleşir; çok kısa bir an içinde olsa, insan yetkin bir durumu sanki yakalayıp yaşamış gibi olur.

Bu yüzden olgun bir insan, üretici ve yaratıcı çağları boyunca da yalnızlıktan kurtulamıyorsa hasta bir kişi sayılır. Çağımızda bu türden yalnızların sayısının çoğalması, sorunlarımızın ağırlığını da yansıtır. Çağımızın tek Tanrısı olan iş güç (kazanç tutkusu) artık yaratıcılığını bugün için sürdürebilir ama yarın bu yitirilmiş olacaktır.

Güvenceler vardır, ama topluluk kargaşaya karşı henüz yeterince bağışıklık kazanmış değildir. Ölüm ve doğum, insanın yalnız başına yaşadığı deneyimlerdir. Yalnız başımıza doğar yalnız başımıza ölürüz. Anamızdan kopup dünyaya geldikten sonra ölümle bitecek olan o sancılı yolculuğa çıkarız. İşin sonunda yine yalnızsızızdır.

Yalnızlığımız da bir karşı koyuştur hayat içinde, kadında Hıristiyanlıkta ve Kur-an’a bakacak olursak İslamiyet’tin doğuşundan bu yana (ilahiyatta da halen mal görüşü egemen kılınıyor) hep mal olarak görülmüş ama O’da bir karşı koyuşla ayakta durmasını hep becermiş direnmiş, karşı koymuştur, aşk’ta öyle.. Âdem ile Havva’yı hatırlatmakta fayda var sanırım ne kadar mistik olsa da…

Âdem vurdumduymaz bir adam, Havva ise ilk başlarda onun gibi davranmış ama kıskançlıktan olacak ki, Âdem’e kur yapmaya başlamış, fesat bir kadın. Özetle ne Âdem ne de Havva aşkı becerememiş iki insan. Zorunlu birliktelik desem daha doğru olur. Aşk bahis konusu olunca Âdem ile Havva örnek verilir (komik gerçekten de) ama aşkı yaratamayan iki kişi yüceltilir durulur hala. Uzatmayayım aşk insanın yarattığı bulduğu bi’şey… Burada sadece vesaireler kalıyor geriye, o vesaireler içinde de ben bu hayat hızlı akıp giderken en umursamaz bir karşı koyuş tavrıyla direniyorum bu burjuva toplumda.

Kapitalist toplumda 
Louis Aragon’la noktayı koyayım, bakın ne diyor Aragon “Mutlu Aşk Yoktur” adlı yapıtı için: "Kendimle uzlaşmak gibi bir arzum yok, olmadı da hiç. George Brassens'in bestelediği ve yaygınlaştırdığı Mutlu Aşk Yoktur, 1943'de yazdığım bir şiirin dizesidir. Söz konusu mutsuzluk, işgal yıllarının mutsuzluğu. Fransa'nın içinde bulunduğu o acıklı durumda mutlu bir aşk olabilir miydi? Ortak bir mutsuzlukta bireysel mutlulukların olamayacağı teması, o zamanlar işlediğim bu tema, aslında, hemen yazdığım tüm yapıtlarda da var. Gerçekten, bu şiirde ortaya çıkan sorun, mutlu aşkın olup olmayacağı değil, mutlu çiftin olup olmayacağıdır. Kadın-erkek çiftini, erkeğin ve kadının en yüce şekli olarak düşündüğümü söylemiştim. Umarım gelecek günler kadın-erkek çiftine mutluluk taşır."

Evet, Aragon’a katılmamak mümkün değil ama öncelikle bugün için bu 21. yüzyılda burjuvazinin gök kubbeleri arasında aşk ya da mutluluktan söz etmek II. dünya savaşından da daha da çok kayıp veren günümüz kapitalist çağında şuandaki insanlık. Ve bugün kalkıp aşk ya da mutluluktan söz etmek karşımıza bir duvar gibidir. Emperyalizm içimizdedir ve kapitalizm emperyalizmdir şimdi.

İşte bunları düşününce; çevremden ve yanı başımdan geçen insanları düşünüyorum ve hepsi içlerinden bir Dua’yı mırıldanıyormuş gibi: Hayat güzeldir… Hayat güzeldir diye… Peki, hayat güzel midir gerçekten diye sorası geliyor insanın (?) şu gök kubbe arasında ki akıp giden  insanlara.

(?)

3 yorum:

Adsız dedi ki...

Yüreğinize, Bilincinize sağlık yoldaşim

Unknown dedi ki...

Merhaba cok guzel bır yazı olmus kendı blogumda bu yazıyı halkın gunlugu adında ya da baska bır ad kullanılcaksa paylasabılırmıyım onerılen yazı olarak
blogun adı politicaldrafts

Yeraltından Notlar (¡) dedi ki...

Elbette, mutlu olurum..