26 Ekim 2010 Salı

Tanığıyız!

Marksizm'le söze girip Troçkizm’den ve proletaryadan dem vurup bir yandan da hayat sözü veriyordu, bunun referansı iddia ettiği partinin isminde ki cümlelerden saklıydı. Sözünü eyleme dökemedi ve birilerince belirli birilerince de belirsizce bir şekilde sağcılaştırıldı. İşte o ılımlı dokunuşun tanığıyız! Çünkü özgürlük ve dayanışma masallarından söz edip, söz ettiği yerin neresi olduğunu deşifre etti.. Zira dayanıştığı yer ise malumdur: işte o malum yeri ve hacıyı afişe etmek için buradayız.

22 Ekim 2010 Cuma

Örümcek ağları

Daha önce yazmıştım Devrimci Karargâh ve Hanefi Avcı’nın kitabıyla ilgili düşüncelerimi “Kuyunun altında kurbağa” başlığını taşıyan yazıda. Şimdi bir kez daha değinmek lazım… Çünkü çabuk unutuyoruz. Döneminde Amerikan parlamenterlerinden biri söylemiş (adını anımsamıyorum şimdi) ama "Türklerin en çok sevdiğimiz özelliği çabuk unutuyor olmaları” gibi bi’şeyler demiş, bir Amerikalıya hak vereceğimi düşünmezdim ama sanırım haklı, aptallaştırdılar koskoca şu Türklerin övündüğü o 72 milyonluk toplumu.

Konu şu
Hanefi Avcı, 28 Şubat’ta tanınmıştı ilk, yani o dönemeçte, Mali Şube Müdürü aracılığıyla daha önceden tanıştığı Ahmet Kaya kendisine destek olmuş, ilişkileri bir tür dostluğa evrilmiş (ki bende okuduğum yayınlardan - dergilerden yeni öğreniyorum) magazinciler gecesinin ardından Ahmet Kaya’yı ilk arayanlardan biri Avcı; pasaport sorununda da yardımcı olmuş Ahmet Kaya’ya.

Tuhaf ve ilginç bir ilişki elbette, bende ilk okuduğumda şöyle bir ‘durdum’, 12 Eylül’e karşı yükselen ilk seslerden biri olan, hayatı konserlerinin basılmasıyla, göz altılarla geçen Ahmet Kaya ve işkenceciliği tescilli bir polis. O tescil sayesinde, bugüne kadarki makamlarının hiç birine gelememiş olması gereken bir polis.

(Tırnak içinde aklıma birden Mehmet Ağar geldi, hani şu ‘ben 1000 operasyon yürüttüm’ diye böbürlenen çete lideri zat, hakikaten bir ona dokunamadılar demi bir de şu Deniz Fenercilere, ‘ne acı’ ne demokrat ne özgürlükçü bir ülke değil mi? Amerikalıların 65 yıldır bizi neden sevdiklerinin kanıtı sanırım bu silsilede saklı.)

O polisin “cemaat”e yakınlığından ötürü 12 Eylül referandumunda “evet” diyeceği varsayılıyordu ki, bir kitap yayınladı ve deyim yerindeyse kıyamet koptu. Referandumun hemen ardından gelen tutuklanmayla, liberaller arasında “cemaat şeffaflaşmalı” eleştirilerinin dilendirilmesiyle yol alan bir tutuklanmaydı bu. Gerekçe, Avcı’nın güya Devrimci Karargâh örgütüne yakınlığıydı.

Bostancı’da Orhan Yılmazkaya’nın -Akın Birdal’ın vurguladığı gibi yargısız infazla- katledilmesinin ardından ilk defa bu kadar gürültü koparan bir örgüt hakikaten etkileme gücü ne kadardı ki Hanefi Avcı gibi eski azılı birini etkileyip kendi kulvarına sokuyordu yoksa uydurulmuş ve abartılmış bir sürü başka ilişkiyi potasına alacak kadar genişletilmiş miydi başka şeyler? İşte Avcı’nın tutuklanmasının ardından devrimciler bir birilerine bu soruyu sordu. (Örneğin bu örgütün neden bir yayım organı yok ya da neden bir merkezi yayın organın adını bilmiyor devrimci kurumlar) sorular çok.)

Zira operasyon Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) ve Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP) çevrelerine, eski Kurtuluşçulara kadar uzanmış, devrimcilerle Kürt hareketleri ve Ergenekon arasında kurgu dışı yazar Arthur Conan Doyle tarafından oluşturulan hayali dedektif kahraman Sherlock Holmes’a bile taş çıkartacak bir fantezi ağı inşa edilmeye başladı.

Bu arada bir soru daha geldi çok geçmeden: Hanefi Avcı’nın THKP-C ve Dev-Yol’la nasıl bir ilişkisi var? Mersin Emniyet’te Dev-Yol Masası şefi olan Avcı, neden kitabını Angora Yayınları’ndan bastırdı? Gözler, yayın evinin sahipleri Cahit Akçam ve Cumhur Özdemir’e çevrilince, THKP-C geçmişleri ve mahkumiyetleri giriyor devreye. Ve tabii hemen ardından Taner Akçam, Ermeni meselesi ve Dev-Yol yatırılıyor masaya… Nereden nereye. .

Necdet Kılıç Galatasaray’daki Yapı Kredi binasının hemen arkasındaki evini (İslamcı basın krokiyle bile gösteriyor, “Beyoğlu çocuğu” gibilerinden, kapıya çizili graffitilere ayrıca dikkat çekiyorlar) işkencesine yıllar sonra neden açmış, iyi bir romanın ya da “psikolojik” bir filmin konusu hakikaten, devrimcilerin Devrimci Karargâh’la ilişkisine yönelik fantezilerse, bir psikanaliz müdahalesini gerektiriyor sanki. İstihbarat örgütlerinin ve polis teşkilatının devrimci çevrelerden daha iyi bildiği devrimci bir örgüte ilk defa rastlıyoruz doğrusu.

Hanefi Avcı neci peki? Bildiğimiz, 12 Eylül’ün işkencelerinden birinci derecede sorumlu olduğu, 28 Şubat sonrasında yıldızının Fethullahçılar tarafından parladığı, çocuklarını Fethullah okullarında okuttuğu, adeta teşkilata tamamen hakim olmuş Pol-Bir kendi içinde kapışıyor, Hüseyin Kocadağ gibi Pol-Der’lileri de kendine benzetiyor (bu da bir fantezi sayılabilir tabii), Türkiye’deki “değişim”in sadece “askeri vesayet”le, “yüksek yargı”yla sınırlı kalmaması, Emniyet teşkilatının da bütünüyle -hem Avcı hem de karşıtlarıyla- sorgulanması, polisin rejimle ve gündelik hayatımızla ilişkisinin yeniden düşünülmesi gerekiyor.

İşin içinde RED Dergisi’nin, Bilim ve Gelecek Dergisi’nin nasıl karıştırıldığını anlayan varsa da beri gelsin, (ama bu arada, Ergenekon’la başlayan “Ulusalcı güçler” KCK operasyonuyla devam eden “Kürt muhalefet” belki ilgili belki ilgisiz), bir açıklama da ana akım 4. kuvvet dediğimiz medyada asla yer bulmayan baskın ve davalar için geçiyor (saklanıyor): Marksis Tutum dergisinden, Kızıl Barak’a, İşçi-Köylü’den, Yürüyüş dergisine ve irili ufaklı dergiler hakkında yürütülen yaygın bir operasyon mu var diye sorası geliyor insanın kendisine?!

20 Ekim 2010 Çarşamba

Utanma duygusu

Başlarken

“Utanmasak gündeme almazdık” Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP)’ni diline 12 Eylül’de düzenlenen referandumdan sonraki konuşmasında Tayyip beyden teşekkürlü konuşmasını almasaydı, işin açıkçası bizde bunu dillendirmeyebilirdik, dedim ya DSİP’in başını çeken var başsız değiller ya ne diyelim birde bunların başsız olduğunu düşünün, yokla var'olmama arasında benimde bilemediğim bir yerdeler… Neyse malumdur bunların başını Doğan Tarkan denen bir zat çekiyor (ben ona sakallını her ne kadar kesmiş olsa da hacı diyorum) şu Fethullahçı Zaman’a verdiği uzun röportajdan sonra bizde kendisi hakkında yazalım dedik.

Bence geç kaldık ama hak etti ve bence de iyi ettik…

Bu kişi sözüm ona Türkiye’de devrimci bir partinin liderliğine soyunmuş, tarihi katliamlarla dolu bir doktrinin Türkiye üzerindeki temsilcisinin “Yetmez ama evettt” diyenlerle aynı dili telefuz etmeye çalışıyor. Yani adam partisinin içindeki olgulardan yoksun… “Devrimci” mi, hayır! Ya “Sosyalist” mi, kesinlikle alakası yok! Peki, “İşçi” mi, o da yok! Zaten bir “Parti” olgusu kalıyor geriye, o da derler ya kanarya sevenler derneği tümcesi kadar anlamlı ve manidar… Gerisi de yok, ötesi de yok.

Dedim ya utanmamız ve genelleme yapmamız da inanın sokağı temsil ediyor, hakikaten Zaman'a verdiği röportajdan sonra Tv8’de Gökmen Karadağ’ın hazırlayıp sunduğu programla Devrimci İşçi Partisi kurucusu Sungur Savran’la karşı karşıya geldikleri tartışma noktası damgasını vurdu ve zaten Tv8’de bu haberi “Sosyalistlerin yol ayrımı” başlığı adıyla veriyordu, dedik ya Nuriye Akman’a verdiği röportajdan sonra bu iş iyice programdan sonra ayyuka çıktı.

DSİP gibi partileri sosyalist görmüyorum bunu açıklıkla söylemem gerekir, bırakın CHP’yi bile sol görmüyorum kaldı ki bu tartışmalardan sonra Doğan Tarkan'ı solda göreyim ama nafile, CHP DSİP'e göre daha da solda sayılır artık benim gözümde, zira programı izleyen Doğan Tarkan’ın salvolarını da görür, ses tonundaki titremeleri de, kendini soldan ayırmaya özellikle çalıştığı yargısına da görürsünüz. 21. yüzyıl solcuların yılıda olmuştur bence, şöyle ki hata yapmalarıyla ünlerine ün katmışlardır da, buda başka bir mevzu fakat 12 Eylül ’82 Anayasası’nda evet diyenler, 12 Eylül ‘10’da ki referandumda “Yetmez ama evet” diyen solcularda var. Takdiri ilahi işte…

Bilinci veren Cenabı Râb… Veren O, alan O, gerisi de hikaye zaten!’

Çünkü şekilci, çünkü cephede her zaman çoğunluğun yanında… Çünkü O gökte ve şimdi O artık bu saatten ve tartışmadan da sonra DSİP’in yanında da olacaktır, ama O’nun Troçkistlerin yanında olmadığı kesin. Bu yüzden Doğan Tarkan’ın alınmaması malumdur, çünkü (Troçkist olmayarak) Troçkist görmüyorum kendisini hatta liberal rezilliğin dip dalgası içindedirde.

Çünkü malumdur, AKP’nin moda tabiriyle hepimiz en az 3 yıldır Ergenekoncuyuzdur, bu kesin.

100 kişiyi bir araya getiremeyen bir grubu “1000 üyemiz var” palavrasıyla andığı içinde değil, tersine “1000 kişiyle ne yapılır ki, biz de bunu yapıyoruz” ağzıyla yaptığı için utandık. İşte utanmanın temelinde yatanda bu. Bu ama tek tesellimiz, Türkiye solunun artık bize bazı utançları yaşatmamak için silkinmeye niyetli olduğunu görmemizdir. Zaten bu yazının çıkış noktası budur.

Amaç derken de bazı liberal geri zekalılar akıl etmeye bilir, yukarıda ismi zikir edilen grup DSİP’i deşifre etmeye yöneliktir. Çünkü gerçekten de solun geniş kesimleri, uzun süre kendilerini esir ya da rehin almış olan komprador soldan, ajan soldan, mikroplu soldan arınma konusunda hız kazanmış durumda olmasıdır. Emin olmak için liberal tayfanın yazdıklarında bakmak da yeterlidir ama sanırım en anlamı söz liberalizm üzerine Sartre’nin sözüdür, Sartre şöyle der; “Liberal rezil bir sözcüktür” buradaki liberal sözcüğünün karşılığı “Alçak, rezil, iğrenç, bayağı, pis…”dir…

Ne diyelim Zaman’da kem-küm, Tv8’de küm-kem savunulacak hiçbir değer kalmamış daha ne olsun bence dükkanı kapatıp AKP'ye geçme zamanı gelmiştir.

19 Ekim 2010 Salı

Komünist hipotez

Jenerik anlamıyla, Manifesto’da da belirtildiği gibi, “komünist” öncelikli olarak sınıf mantığı (ilk çağdan beri varlığını sürdüren bir dizge olarak emeğin egemen sınıfın tahakkümü altında olması) kaçınılmaz değildir, aşılabilir. Bu yüzden “komünist hipotez”, refah eşitsizliğini ve hatta iş bölümünü ortadan kaldıracak bir kolektif örgütlenmenin mümkün ve uygulanabilir olmasıdır. Devasa zenginliklere özel kişilerce el konması ve bunların miras yoluyla devredilmesi ortadan kalkacaktır. Sivil toplumdan ayrı olarak var olan baskıcı bir devlet artık bir mecburiyet olmaktan çıkacaktır: üreticilerin özgür birlikteliğine dayalı uzun erimli bir yeniden örgütlenme, böyle bir devlet aygıtının sönümlenmesini sağlayacaktır.

Bu anlamıyla “komünizm”, son derece genel bir tasavvurlar kümesini ifade etmektedir. Bir programdan ziyade, Kant’ın kavramıyla söylersek, düzenleyici işlevi olan bir idea’dır. Bu komünist ilkeleri ütopyacı olarak adlandırmak ahmaklıktır. Bu ilkeler, burada tanımlandığı anlamıyla, her zaman farklı şekilde gerçekleşen modellerdir. Safkan bir eşitlik fikri olarak komünist hipotez şüphesiz devletin ortaya çıkışından beri varlığını sürdürmektedir. Kitle hareketi “eşitlikçi hareket” adı altında devlet baskısına başkaldırmaya başladığı andan itibaren hipotezin unsurları veya parçaları belirmeye başlar.

Halk isyanları –Spartaküs’ün başını çektiği köleler, Münzer’in önderliğini yaptığı köylüler– bu “komünist sabit”in pratik örnekleri olarak tanımlanabilir. Komünist hipotez, Fransız devrimiyle birlikte siyasal modernite çağını başlatmıştır. Bugün üstümüze düşen ise, komünist hipotezin tarihinde hangi noktada bulunduğumuzu belirlemektedir. Modern dönemin bir freski, aralarında kırk yıllık bir kesinti olan, hayati öneme sahip iki devasa sekans gösterecektir. İlki komünist hipotezin ortaya çıkışı, ikinci ise gerçekleştirilmesi için yapılan başlangıç hamleleridir.

İlki Fransız devriminden Paris Komünü’ne kadar sürer; 1972’den 1871’e kadar. Mevcut düzenin ayaklanmayla alaşağı edilmesinden kitlesel halk hareketinin iktidarı ele geçirmesine uzanır. Bu devrim, toplumun eski biçimlerini ortadan kaldıracak ve yerine “eşitler topluluğu”nu koyacaktır. Yüzyıl boyunca kent halkı, zanaatkarlar ve öğrencilerden oluşan ve belli bir kalıbı olmayan halk hareketi, çoğunlukla işçi sınıfının önerliği altında bir araya gelir.

Komünist hipotezin ikinci sekansı 1917’den 1976’ya kadar sürer: Bolşevik devriminden Kültür Devrimi’nin (1966-75 yılları arasında dünya üzerindeki militan) ayaklanmanın sonuna kadar sürer. Bu dönemde hakim soru şudur: Nasıl kazanırız? Paris Komünü’nün aksine, mülk sahibi sınıfların silahlı reaksiyonuna nasıl karşı koyarız; düşmanların saldırısından koruyabilmek için yeni iktidarı nasıl örgütlemeliyiz? Artık soru, komünist hipotezi formüle etmek ve sınamak değil, onu gerçekleştirmekti(r): 19. yüzyılın tahayyül ettiğini 20. yüzyıl gerçekleştirdi.

Şimdi 21. yüzyıldayız! Örgütlenme sorununa odaklanan bu zafer tutkusunun en temel ifadesi, komünist partinin “çelik disiplini” olmuştur. Buysa, hipotezin ikinci sekansının temel vasfıdır. Parti, söz konusu sorunu büyük oranda ilk deneyimle çözmüş: devrim ya ayaklanmayla ya da uzun süren bir halk savaşı aracılığıyla çözmüştür. Örneğin Rusya, Çin, Kore, Vietnam ve Küba’da varlığını sürdürdü ve yeni bir düzen kurmayı başarmıştır.
● 21. yüzyıl halk savaşlarının (ayaklanmalarının) çağı olması umudu yitirmediğimiz bir olgudur ve belleklerimizde de halen durmaktadır.

11 Ekim 2010 Pazartesi

‘Türban’a özgürlük’ diye bir özgürlük!

“Kadınlarınız sizin için bir tarladır. Tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın. Kendiniz için önceden (uygun davranışlarla) hazırlık yapın. Allah'tan korkun, biliniz ki siz O'na kavuşacaksınız. (Yâ Muhammed!) müminleri müjdele!”
 (Bakara: 223)

21. yüzyılda Tevrat’ın On Emriyle; İncil’den ayetlerle ve Kur’an’la Türban konusunu tartışıyor yine siyasetçiler, işin açıkçası 1400 yıllık bir konuyu yeniden, Türban konusunda Kur’an’a gönderme yaparak yürütülen tartışmalar, tarih bilgimizi genişletir ama hukukun kaynağı olamaz.

Çağdaşlığın kaynağı değildir
Devletin temel düzenlerini din esaslarına göre belirlemeye kalkacaksak -ki bu demokratik ülkelerde sökmez- zaten bütün demokratik ülkelerde ki Anayasa’ya aykırıdır. Tabi biz istisnai bir ülke olduğumuz için bizde geçerlidir sanırım. Çünkü “Bir Türk dünyaya bedelden” tutunda “Her Türk asker doğar” gibi bütün dogma – saptırılmış sözcükler bizdedir. Şimdi de Türban’la da demokratik yasalar çerçevesinde bir ülke yönetilir sanıyorlar.

En katı yobaz bile bunu gerçekleştirme kutsallığına ermemiştir, işte örneğin Nisa Suresi, Ahzab Suresi veya Bakara Suresi ve/ya da başka bir sure ve ayete dayanarak düzenlemeye çalışmaları da bunun göstergesi.

Türban’la da demokratik yasalar çerçevesinde bir ülke yönetilemez ama demokratik ve uygar hakikaten sosyalleşmeyi -yani insanı ön plana çıkarmış bütün toplumlarda- bu tür fenomenleşmiş olguları savunabilir hatta uygulayabilirsiniz. Örneğin SSCB devrimden sonra o dönemde bile uygar olduğu için reddetmemiştir dini, sonuçta inanlar kadar inançsızlarda vardır ve bu her iki olguda kendi içinde “İnanç”ı resmeder. Çünkü tarihten de biliyoruz ki, Sovyetler döneminde komünist papazlar vardır.

Beğenin ama beğenmeyin kişisel düşünceleri – ideolojisi hoşunuza gidebilir ya da gitmeyebilir, yanılmıyorsam bu sözü ilk dillendirende Doğu Perinçek olmuştur, cidden belleklerde kalacak bir söz: “Hz. Muhammed, dünya tarihinin en büyük devrimcilerindendir” İslam tarihine şöyle ciddi ciddi baktığımızda Muhammed’in (Hz. Ali ile birlikte) devrimciliğini ne Ebubekir’de ne Osman’da ne de Ömer’de görebiliyoruz.

Öyle ki Ayşe’yi bile bu kategoriye koymak mümkün, Camel (Deve) Savaşı’nda Hz. Ali’ye karşı hilafetlik için ilk ata binen ve kılıç kuşanan kadında diyebiliriz. Bu yüzden kadının yeri açısından Ayşe’de kendi çağı açısından bir misyona bürünmüştür. Devrimcilikten kasıt ise, ilericiliği kendi dönemine içinde taşımıştır. Bu yüzden putlar ve tabular denince aklıma Freud’un bu konu hakkında yazdığı kitaplar geldi, hatta Payel yayınlarından ‘97’de ilk baskısı yapılan Wilhelm Rich’in 'Kişilik Çözümlemesi' yapıtı da okunmaya değerdir.

İslam düzenlemeleri içerisinde bundan 1400 yıl öncesine 6. ve 7. yüzyılda, 15. ve 16. yüzyılda yaşıyorsanız bunu hukuk olarak savunabilirsiniz. Sakıncası da yok, ama dönemin dışında 21. yüzyıldaysanız ve uygarlıktan dem vurup insanlığın merkezinden ve de insanı ön plana çıkarmaktan söz ediyorsak (ki ediyoruz) savunmak bir yana elle tutulur bir argümanınız olması gerekmekte. . Demek istediğim bunu ne Tevrat’la ne İncil’le ne de Kur’an’la örtüştürebiliriz.

İnanlar diyecek ki dinimizin emri bu(?) o zaman o emri bulup delileriyle önümüze sermeliler. Çünkü Türban’ı bu kategori içinde savunmak başlı başına ikincil bir plana itmek ve cinselliğe vurgunun simgesi yerine koymaktır. Çünkü dini algılama sorunudur bu ve bu algı sorunu böyle devam ettikçe, hoca efendilerin tükürüğüyle bütünleşmiş, (inanlar açısından) Kur’an ve Muhammed’in tutum ile bütünleşmemektedir.

Tıpkı eski köleci Yunan ve Roma kültürünü bugün savunan hatta Ortaçağ’ın o karanlığında yaşananlarda, o dönemin sözde asilzadeleri tarafından kadını cinsel köle yaparak kadını ikincil ve sürülecek bir mal olarak algılaya geldi. Bizim dini bütün iktidarımız penceresinden de değişen pek bir şey yok. . Dönemin cariyelerinin ya da Osmanlı padişahlarının haremindeki her kadının durumu da buydu. O yüzden değişen hiçbir şey yok derken bunu görebiliyoruz. Dolayısıyla da çağdaşlığın kaynağı da değildir.

Kapitalizmin nimetleri ve dinin kullanırlılığı
Örneğin Mâide Suresi 77. ayet de ki, “Ey Ehlikitap! Dininizde azgınlık edip hak dışına çıkarak aşırılığa gitmeyin. Daha önce sapmış, birçoğunu saptırmış ve yolun denge noktasından uzağa düşmüş bir topluluğun keyiflerine uymayın.”

Bu ülkede din sorunu varsa tıpkı Eren Erdem’in dediği gibi: “Bu Abdestli kapitalizm nedeni iledir…” Hatta E. Erdem devamla dillendirdiği: “Tesettür, örtünme ve benzeri konular, asırlardır (tartışılan), hiçbir icma -birlik- tarafından kabul edilmiş bir görüş değildir. Hatta mezhep imamlarının dahi (hiçbir hüküm yetkileri yok iken) ortaya koyduğu görüş; bu simgelerin dinsel olmadığı hususundadır… Kur’an’ın dininde Türban; don bezinden daha kutsal değildir!” der.

Bakın E. Erdem yine devamla şöyle diyor: Dinin öncelikleri arasında böyle bir şey yoktur. Din; "La ilahe illallah’’ çıkışı ile başlayan bir olgudur ki; bundan yoksun olanların "Şekil bağımlısı olacağı açık biçimde vurgulanır.’’

Bu yüzden İslam’ın düzenlemelerinden söz edip Türban’dan söz edenler açıp kutsal kitapları okusunlar. Tesettür, örtünme ve benzeri konular, asırlardır “Tartışılan’’, birlik tarafından "kabul edilmiş bir görüş değildir” diyor E. Erdem haklıdır, bakıldığında görüyoruz ki günümüz Türkiyesinde moda olan cemaati yapılanmalar bu konuda bile bir birlik sağlayamamış. İBDA-C’ci biri Fethullah ismini duyduğunda “O köpekkkler mi” diye tepki vermekte, Karaköy’de çaycılık yaparken bir merkeze indirtilen Cüppeliler tebessüm edip ezan okunduğunda helâda ne yapmamız hakkında saçma – sapan bilgiler vermekte, tebessüm edip geçmektedir. Nedeniyse Fethullah efendinin örtünmeye çalıştığı Türban değil, kapitalizmin nimetleri ve dinin kullanırlığıdır.

Ama ne olursa olsun şu yukarıda ismini andığımız tüccarlar dışında birçok mezhep imamının dahi (hiçbir hüküm yetkileri yok iken) ortaya koyduğu görüş; bu simgelerin dinsel olmadığı hususundadır.

Yine Türban’ın bir rahibe örtüsüdür olgusuysa reel olarak gerçekliğini korumaktadır, bu olgu Sümer ve Asur’larda vardır. Fakat yemeni, başörtüsü, ferace, eşarp, peçe vardır, ama Türban yoktur diyebiliyoruz. Türban’ın olduğu tek yer Emine Erdoğanların parmaklarında 50 milyarlık yüzüklerde vardır. Yani E. Erdem’in tabiriyle “Kara lastikle okula giden kızların olduğu bir ülkede; lüks arabada gezen türbanlının örtüsü dinin savunduğu bir unsur değildir aksine dine göre; o türbanlı kara lastikli kızın katilidir.”

Yani Türban’a özgürlük diğer tabirle şeyhin ayağına yüz sürmeye özgürlükle aynı anlamı taşımaktadır

Çünkü E. Erdem’den öğreniyoruz ki, “Ticaret, ‘Te’ca’r’ biçiminde, ‘Ca’r’ kökünden türemiş bir kelime ve manası elden ele dolaşan (…) hatta bu kökten türeyen "Cariye’’ kelimesi, elden ele dolaşan kadın manasına gelir. Ticaret ise; emeğin doğrudan sermayeye ve onun yine salt emeğe dönüşmesi demektir. Belki çok eleştirilecek ama şunu söylemek mümkündür; Bu denklem, Marks’ın Kapital’de teorize ettiği; Mal-Para-Mal denkleminin aynısıdır. Hatta Kur’an’ın ticaret kelimesinin Kapital’de ki tam karşılığı "Distribute’’dir.

Ancak bize böyle şeyi dayatan Emevi şahsiyetsizliğinin dönemi İslamiyet’te olduğu gibi dayatabilir, ama görüyoruz ki bu dayatma kendi döngüsü içinde o kötü – kara referanslarıyla devam ediyor. Çünkü onların Tanrısı göklerde oturan ve şekillere göre hareket eden bir Tanrı’dır.

Son olarak yine E. Erdem’le bitirilelim; Kur’an’ın Nur Suresi’nde ki 31. ayette kasıt edilen örtü; "Herhangi özel bir yere ait" örtü değildir. Çevirisiyse şöyle ki: örtülerini göğüslere salsınlar biçiminde olmalıdır. Çünkü ilgili kelime "Humurihiyne’’ biçimindedir. Başı niteleyen "Res’’ vurgusu yoktur. Eğer Allah başörtüsünü murad etseydi; "Humurrues’’ demeliydi…

Ancak, ilgili kelime aynı zamanda "Şarap manasına gelen’’ bir kelime ile aynı kökten türer. Dolayısı ile sarhoşluğun başa olan etkisi göz önüne alındığında; baş kasıt edilmiş olabilir diyebilmekteyiz.

İşte, Kur’an’ın mucizeyi perspektifi budur. Bu ayetten anlaşılması gereken şey başın değil; göğüslerin örtülmesidir. Başını örten örter, örtmeyen örtmez. Din indinde iki durum arasında fark yoktur. Örtmemek farz değildir, örtmek farz değildir. İşte Kur’an semantiği budur...

Ayetin tam çevirisi şöyledir; “Allah’tan emin olan kadınlara söyle: karşı cinsi yanlış düşüncelere sevk edecek eylemlerden kaçınsınlar. Namus ve şahsiyetlerini korusunlar. Süslerini / ziynetlerini, görünen kısımlar müstesna, açmasınlar. Örtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar." (Nur 31)

Geleceğin toplumu dinsel kaynaklara göre kurulmayacak, bunu biliyoruz. Her ne olursa olsun bizce Türban şeyhin ayağına yüz sürmekle eşdeğerdir. Öyle bir toplum düşünün ki, günümüz yüzyılında özgürlükleri örtünmeye – ikincil duruma düşecek şekilde değere bağlasın… Böyle bir özgürlük kavramı yoktur, hatta kuşlar bile bunu reddeder. Ama yine de cennettin ortasından geçeceğine inan Türban takabilir, ama benim bakış açım sicili kabarık bir kliğin ipine takılıp demokrasiden ve özgürlüklerin peşinden gitmenin tam anlamıyla liberal güruhun politik söylevlerinin tutarsızlığına kapılmak anlamına geliyor ki, iradesi olmayan bir kuşun sırf kanatları var ve istediği her yere uçabiliyor diyen birisinin “Kuşlar özgürdür” saftası neyse Türban’a özgürlük yaygaraları da bununla eşdeğerdir.

Bizim temel meselemiz sınıflar arasındaki ezen – ezilen çelişkisinin de yanında dinin yine ezilenleri yönlendirmek, dini duygularını sömürmek ve baskıya almasına karşı olmamız gerekliliğidir. Dine dayalı sistemlerin Türban çözümü sadece ve sadece çözümsüzlüktür. AKP, Türbanı bir mağduriyet konusu haline getirerek adeta özgürlük simgesi olarak sunmaya çalışsa da, Türban bugünkü muhafazakâr baskının ve bu doğrultudaki toplum projesinin bir simgesi haline gelmiştir.

Çünkü özgürlükler, demokratik devrimlerle geldi. Özgürlük, Ortaçağ ilişkilerinden kurtulmaktır. Kadın açısından da özgürlükler ve eşitliğe kavuşmak, toplumun çalışan, üreten, yaratan, onurlu üyesi olmaktır. Yoksa padişahlığa, ağalığa, şeyhliğe, erkek tahakkümüne dönme özgürlük değildir. Türbanı savunmak esaret özgürlüğünü savunmaktan başka bir şey değildir.

Dinin (algılayış ve zorlama) bakış açısıyla Türban özgürlük değildir. . Çünkü din özgürlük değildir!

9 Ekim 2010 Cumartesi

¡Venceremos!

Şairler ve filozoflar O'na coşkulu methiyeler düzdüler, müzisyenler O’na adanmış besteler yaptılar ve ressamlar O’nu kahramanca pozda sayısız kes resim ettiler. Asya, Afrika ve Latin Amerika’da kendi toplumlarını “devrimcileştirmek” isteyen Marksist gerillalar, savaşa girdiklerinde O’nun bayrağını yükseltmeye çalıştılar. Che öldürülmüş (katledilmiş) olabilir, ancak ruhu yaşamaya devam ediyor. Che aynı anda her yerde ve hiçbir yerde! Hepimizin gözlerinde, hepimizin yüreğinde ve yüzlerinde bir Che var, “Hasta la victoria, siempre” diyen...

4 Ekim 2010 Pazartesi

‘Lili Marlen’, bir şarkının hikayesi

Ahmet Kaya’nın sesinden gelmişti o kış solcu aşk şarkıları peş peşe ve o yıllar Lili Marlen gerçeğini bilmek, yarım kalan bir hikayenin tamamlanmasıydı da biz bilmiyorduk. Bütün değerlerin yerini sadece ari ırk yaratmak egosunun kapladığı ve gitgide büyük bir coğrafyaya yayılan savaşta, cephede bir Alman askerin yazdığı bir şiirmiş ilk önce Lili Marlen. Bu asker aslında hayatına girmiş ve şimdi geride bıraktığı ve cephede nöbet tutarken düşlerinde birleştirdiği iki ayrı kadına duyduğu aşkı ve özlemi anlatıyormuş Lili ve Marlen iki ayrı kadının tek bir aşka dönüşen hikayesiydi şiire konu olan ve sonra bestelenip Lale Andersen’in söylediği ve hayatını değiştiren aşk ve savaş şarkısı oluyordu kitap da.

Orijinal sözleri 1915'de I. Dünya Savaşı'nda Rus cephesinde savaşan Hans Leip tarafından yazıldı, şarkının orijinal ismi Nöbetteki Genç Askerlerin Şarkısı olarak değiştirdiği 'Lambanın Altındaki Kız'dı fakat 'Lili Marlen' olarak ün kazandı. 

Lambanın Altındaki Kız şiirinin de yer aldığı şiir seçkisi Die Kleine Hafenorgel’i ise 1937’de yayımlar. Şiir başlangıçta sınırlı sayıdaki okuyucuya ulaşır. Ta ki Hamburg kabarelerinde şarkı söyleyen, kimselerin tanımadığı Lale Andersen kitabı bir kitapçıda keşfedinceye kadar.

“O günlerde yasaklı olmayan bir şeyler bulmak çok zordu. Brecht, Weill ve Tucholsky yasaklıydı. Ben de bulabildiğim ve izin verilen kategorideki tüm şiir kitaplarını alıyordum. Bir gün Die Kleine Hafenorgel’i keşfettim ve Lili Marleen’e bayıldım.” O günlerde tüm genç Almanlar gibi Andersen’in erkek arkadaşı da silah altındadır. Her gün evine giderken üniformalı, fener altında nöbet tutan askerleri gören ve şiirde kendisini, erkek arkadaşını bulan Lale besteci Rudolf Zink’ten şiiri bestelemesini ister.

Belgrad ve çevresindeki işgal komiserliği eski Yugoslavya’dan kalan bütün kurumlara el koyar. Bakanlıklar, kışlalar, okullar, hastaneler artık hepsi Alman propaganda makinesinin aygıtı olarak çalışacaktır. El konan kurumların arasında Belgrad Radyo İstasyonu da vardır. Artık Almanca yayın yapan radyonun amacı cephelerdeki Alman askerlerini motive etmektir. Buna uygun olarak adı Soldatensender Belgrad değiştirilir. Radyonun direktörü Viyana’daki Reich radyosundan plak sipariş eder. Gelen plaklardan biri de Lale Andersen’inkidir.

Radyonun direktörü Karl-Heinz Reintgen gelen plaklar arasından tesadüfen keşfettiği, o güne sadece 700 kopya satış yapmış albümdeki Lili Marlen şarkısını çok beğenir ve yayınlarda tekrar tekrar çalmaya başlar.

Belgrad Radyosu’nun önemi; Almanya dahil hemen tüm Avrupa’dan, Kuzey Afrika’dan, Süveyş Kanalı dahil Akdeniz boyunca dinlene bilmesiydi. Radyo sayesinde şarkı Afrika ve Doğu cephesindeki askerler ve sevgilileri için “Cepheyle yaşam arasındaki köprüye” dönüşür. Lili Marlen’e yalnızca Alman askerleri arasında değil; düşman saflardaki başta İngiliz birlikleri, yayının ulaştığı hemen her yerde popüler olur. Tanıklıklara göre her akşam 21.55’te şarkı başladığında her iki taraftan da silahlar susar, şarkı bitiminde yeniden ateşlenmek üzere.

Ve böylelikle Lili Marlen türküsü hiçbir komutanın emri olmadan savaş durduran tek şarkı olarak tarihteki yerini aldı. Aşkın bunca kötülüğe ve şiddete rağmen askerlerin kalbinde yankılanmasının acıklı türküsü de diyebiliriz Lili Marlen türküsü için.

Atilla İlhan’ın şiirinde Zagreb Radyosu aslında Belgrat Radyosu'dur kitapta. Her akşam saat 10’a 5 kala bu şarkı çalınmaya başladığında bütün cephelerde sessizlik olurmuş Almanya’da, Rusya’da, Kuzey Afrika’da ve savaş dururmuş şarkı bitinceye kadar, hiçbir komutanın emri olmadan dururmuş kim bilir ne gibi umutlara dalarmış zorla savaştırılan insanlar ve saat 10’a 5 kalaya geldi mi sessizliğin içinden bir ses yankılanır karşı düşman cepheden, Alman askerlerinin cephesine 'Hey asker radyonun sesini açsana biraz..'

Araştırmacılara göre sözleri I. Dünya Savaşı sırasında yazılan şarkı II. Dünya Savaşı bütün vahşetiyle sürerken tüm tarafların üzerinde anlaştığı tek konu haline gelir. Aradan geçen 75 seneden sonra dahi Lili Marlen’siz bir II. Dünya Savaşı öyküsü eksik kalacaktır. Savaştan sonra da popülaritesini kaybetmedi Lili Marlen. Bugün hala II. Dünya Savaşı denince akla ilk gelen şarkı olan Lili Marlen’i 40’tan fazla dilde yüzlerce müzisyen, farklı türlerde söyledi, halen de söylemeye devam ediyor.

İşte Attila İlhan da “Zagreb Radyosu’nda Lili Marlen türküsü” derken Avrupa’yı saran faşizm günleri anlatıyordu. 

Önceleri Rudolf Zink adlı besteci tarafından bestelenip Lale Andersen tarafından seslendirilen bu türkü ise askerleri o dönem etkileyen en duygusal şarkıdır. Sonrasında Türk şiirinin kaptan-ı deryası Attila İlhan’ın kalbinden de bu türkü için güzel mısralar dökülür…

Ve başlarmış Lili Marlen türküsü…

Tekrar dinlemeye ne dersiniz, işte Ahmet Kaya'nın eşsiz yorumuyla Lili Marlen!