26 Ekim 2010 Salı
Tanığıyız!
Marksizm'le söze girip Troçkizm’den ve proletaryadan dem vurup bir yandan da hayat sözü veriyordu, bunun referansı iddia ettiği partinin isminde ki cümlelerden saklıydı. Sözünü eyleme dökemedi ve birilerince belirli birilerince de belirsizce bir şekilde sağcılaştırıldı. İşte o ılımlı dokunuşun tanığıyız! Çünkü özgürlük ve dayanışma masallarından söz edip, söz ettiği yerin neresi olduğunu deşifre etti.. Zira dayanıştığı yer ise malumdur: işte o malum yeri ve hacıyı afişe etmek için buradayız.
25 Ekim 2010 Pazartesi
22 Ekim 2010 Cuma
Örümcek ağları
Daha önce yazmıştım Devrimci Karargâh ve Hanefi Avcı’nın kitabıyla ilgili düşüncelerimi “Kuyunun altında kurbağa” başlığını taşıyan yazımda. Şimdi bir kez daha değinmek lazım… Çünkü çabuk unutuyoruz. Döneminde Amerikan parlamenterlerinden biri söylemiş (adını anımsamıyorum şimdi) ama "Türklerin en çok sevdiğimiz özelliği çabuk unutuyor olmaları” gibi bi’şeyler demiş, bir Amerikalıya hak vereceğimi düşünmezdim ama sanırım haklı, aptallaştırdılar koskoca şu Türklerin övündüğü o 72 milyonluk toplumu.
Konu şu
Hanefi Avcı, 28 Şubat’ta tanınmıştı ilk, yani o dönemeçte, Mali Şube Müdürü aracılığıyla daha önceden tanıştığı Ahmet Kaya kendisine destek olmuş, ilişkileri bir tür dostluğa evrilmiş (ki bende okuduğum yayınlardan - dergilerden yeni öğreniyorum) magazinciler gecesinin ardından Ahmet Kaya’yı ilk arayanlardan biri Avcı; pasaport sorununda da yardımcı olmuş Ahmet Kaya’ya.
Tuhaf ve ilginç bir ilişki elbette, bende ilk okuduğumda şöyle bir ‘durdum’, 12 Eylül’e karşı yükselen ilk seslerden biri olan, hayatı konserlerinin basılmasıyla, göz altılarla geçen Ahmet Kaya ve işkenceciliği tescilli bir polis. O tescil sayesinde, bugüne kadarki makamlarının hiç birine gelememiş olması gereken bir polis.
(Tırnak içinde aklıma birden Mehmet Ağar geldi hani şu ‘ben 1000 operasyon yürüttüm’ diye böbürlenen zat, hakikaten bir ona dokunamadılar demi bir de şu Deniz Fenercilere, ‘ne acı’ ne demokrat ne özgürlükçü bir ülke değil mi? Amerikalıların 65 yıldır bizi neden sevdiklerinin kanıtı sanırım bu silsilede saklı.)
O polisin “cemaat”e yakınlığından ötürü 12 Eylül referandumunda “evet” diyeceği varsayılıyordu ki, bir kitap yayınladı ve deyim yerindeyse kıyamet koptu. Referandumun hemen ardından gelen tutuklanmayla, liberaller arasında “cemaat şeffaflaşmalı” eleştirilerinin dilendirilmesiyle yol alan bir tutuklanmaydı bu. Gerekçe, Avcı’nın güya Devrimci Karargâh örgütüne yakınlığıydı.
Bostancı’da Orhan Yılmazkaya’nın –Akın Birdal’ın vurguladığı gibi yargısız infazla– katledilmesinin ardından ilk defa bu kadar gürültü koparan bir örgüt hakikaten etkileme gücü ne kadardı ki Hanefi Avcı gibi eski azılı birini etkileyip kendi kulvarına sokuyordu yoksa uydurulmuş ve abartılmış bir sürü başka ilişkiyi potasına alacak kadar genişletilmiş miydi başka şeyler? İşte Avcı’nın tutuklanmasının ardından devrimciler birbirilerine bu soruyu sordu. (Örneğin bu örgütün neden bir yayım organı yok ya da neden bir merkezi yayın organın adını bilmiyor devrimci kurumlar(?) sorular çok.)
Zira operasyon Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) ve Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP) çevrelerine, eski Kurtuluşçulara kadar uzanmış, devrimcilerle Kürt hareketleri ve Ergenekon arasında kurgu dışı yazar Arthur Conan Doyle tarafından oluşturulan hayalî dedektif kahraman Sherlock Holmes’a bile taş çıkartacak bir fantezi ağı inşa edilmeye başladı.
Bu arada bir soru daha geldi çok geçmeden: Hanefi Avcı’nın THKP-C ve Dev-Yol’la nasıl bir ilişkisi var? Mersin Emniyet’te Dev-Yol Masası şefi olan Avcı, neden kitabını Angora Yayınları’ndan bastırdı? Gözler, yayın evinin sahipleri Cahit Akçam ve Cumhur Özdemir’e çevrilince, THKP-C geçmişleri ve mahkûmiyetleri giriyor devreye. Ve tabii hemen ardından Taner Akçam, Ermeni meselesi ve Dev-Yol yatırılıyor masaya… Nereden nereye. .
Necdet Kılıç Galatasaray’daki Yapı Kredi binasının hemen arkasındaki evini (İslamcı basın krokiyle bile gösteriyor, “Beyoğlu çocuğu” gibilerinden, kapıya çizili graffitilere ayrıca dikkat çekiyorlar) işkencesine yıllar sonra neden açmış, iyi bir romanın ya da “psikolojik” bir filmin konusu hakikaten, devrimcilerin Devrimci Karargâh’la ilişkisine yönelik fantezilerse, bir psikanaliz müdahalesini gerektiriyor sanki. İstihbarat örgütlerinin ve polis teşkilatının devrimci çevrelerden daha iyi bildiği devrimci bir örgüte ilk defa rastlıyoruz doğrusu.
Hanefi Avcı neci peki? Bildiğimiz, 12 Eylül’ün işkencelerinden birinci derecede sorumlu olduğu, 28 Şubat sonrasında yıldızının Fethullahçılar tarafından parladığı, çocuklarını Fethullah okullarında okuttuğu, adeta teşkilata tamamen hâkim olmuş Pol-Bir kendi içinde kapışıyor, Hüseyin Kocadağ gibi Pol-Der’lileri de kendine benzetiyor (bu da bir fantezi sayılabilir tabii), Türkiye’deki “değişim”in sadece “askeri vesayet”le, “yüksek yargı”yla sınırlı kalmaması, Emniyet teşkilatının da bütünüyle –hem Avcı hem de karşıtlarıyla– sorgulanması, polisin rejimle ve gündelik hayatımızla ilişkisinin yeniden düşünülmesi gerekiyor.
İşin içinde RED Dergisi’nin, Bilim ve Gelecek Dergisi’nin nasıl karıştırıldığını anlayan varsa da beri gelsin, (ama bu arada, Ergenekon’la başlayan “Ulusalcı güçler” KCK operasyonuyla devam eden “Kürt muhalefet” belki ilgili belki ilgisiz), bir açıklama da ana akım 4. kuvvet dediğimiz medyada asla yer bulmayan baskın ve davalar için geçiyor (saklanıyor): Güney’den, Kızıl Barak’a, İşçi-Köylü’den, Yürüyüş Dergisi’ne ve irili ufaklı dergiler hakkında yürütülen yaygın bir operasyon mu var diye sorası geliyor insanın kendisine?!?
Konu şu
Hanefi Avcı, 28 Şubat’ta tanınmıştı ilk, yani o dönemeçte, Mali Şube Müdürü aracılığıyla daha önceden tanıştığı Ahmet Kaya kendisine destek olmuş, ilişkileri bir tür dostluğa evrilmiş (ki bende okuduğum yayınlardan - dergilerden yeni öğreniyorum) magazinciler gecesinin ardından Ahmet Kaya’yı ilk arayanlardan biri Avcı; pasaport sorununda da yardımcı olmuş Ahmet Kaya’ya.
Tuhaf ve ilginç bir ilişki elbette, bende ilk okuduğumda şöyle bir ‘durdum’, 12 Eylül’e karşı yükselen ilk seslerden biri olan, hayatı konserlerinin basılmasıyla, göz altılarla geçen Ahmet Kaya ve işkenceciliği tescilli bir polis. O tescil sayesinde, bugüne kadarki makamlarının hiç birine gelememiş olması gereken bir polis.
(Tırnak içinde aklıma birden Mehmet Ağar geldi hani şu ‘ben 1000 operasyon yürüttüm’ diye böbürlenen zat, hakikaten bir ona dokunamadılar demi bir de şu Deniz Fenercilere, ‘ne acı’ ne demokrat ne özgürlükçü bir ülke değil mi? Amerikalıların 65 yıldır bizi neden sevdiklerinin kanıtı sanırım bu silsilede saklı.)
O polisin “cemaat”e yakınlığından ötürü 12 Eylül referandumunda “evet” diyeceği varsayılıyordu ki, bir kitap yayınladı ve deyim yerindeyse kıyamet koptu. Referandumun hemen ardından gelen tutuklanmayla, liberaller arasında “cemaat şeffaflaşmalı” eleştirilerinin dilendirilmesiyle yol alan bir tutuklanmaydı bu. Gerekçe, Avcı’nın güya Devrimci Karargâh örgütüne yakınlığıydı.
Bostancı’da Orhan Yılmazkaya’nın –Akın Birdal’ın vurguladığı gibi yargısız infazla– katledilmesinin ardından ilk defa bu kadar gürültü koparan bir örgüt hakikaten etkileme gücü ne kadardı ki Hanefi Avcı gibi eski azılı birini etkileyip kendi kulvarına sokuyordu yoksa uydurulmuş ve abartılmış bir sürü başka ilişkiyi potasına alacak kadar genişletilmiş miydi başka şeyler? İşte Avcı’nın tutuklanmasının ardından devrimciler birbirilerine bu soruyu sordu. (Örneğin bu örgütün neden bir yayım organı yok ya da neden bir merkezi yayın organın adını bilmiyor devrimci kurumlar(?) sorular çok.)
Zira operasyon Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) ve Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP) çevrelerine, eski Kurtuluşçulara kadar uzanmış, devrimcilerle Kürt hareketleri ve Ergenekon arasında kurgu dışı yazar Arthur Conan Doyle tarafından oluşturulan hayalî dedektif kahraman Sherlock Holmes’a bile taş çıkartacak bir fantezi ağı inşa edilmeye başladı.
Bu arada bir soru daha geldi çok geçmeden: Hanefi Avcı’nın THKP-C ve Dev-Yol’la nasıl bir ilişkisi var? Mersin Emniyet’te Dev-Yol Masası şefi olan Avcı, neden kitabını Angora Yayınları’ndan bastırdı? Gözler, yayın evinin sahipleri Cahit Akçam ve Cumhur Özdemir’e çevrilince, THKP-C geçmişleri ve mahkûmiyetleri giriyor devreye. Ve tabii hemen ardından Taner Akçam, Ermeni meselesi ve Dev-Yol yatırılıyor masaya… Nereden nereye. .
Necdet Kılıç Galatasaray’daki Yapı Kredi binasının hemen arkasındaki evini (İslamcı basın krokiyle bile gösteriyor, “Beyoğlu çocuğu” gibilerinden, kapıya çizili graffitilere ayrıca dikkat çekiyorlar) işkencesine yıllar sonra neden açmış, iyi bir romanın ya da “psikolojik” bir filmin konusu hakikaten, devrimcilerin Devrimci Karargâh’la ilişkisine yönelik fantezilerse, bir psikanaliz müdahalesini gerektiriyor sanki. İstihbarat örgütlerinin ve polis teşkilatının devrimci çevrelerden daha iyi bildiği devrimci bir örgüte ilk defa rastlıyoruz doğrusu.
Hanefi Avcı neci peki? Bildiğimiz, 12 Eylül’ün işkencelerinden birinci derecede sorumlu olduğu, 28 Şubat sonrasında yıldızının Fethullahçılar tarafından parladığı, çocuklarını Fethullah okullarında okuttuğu, adeta teşkilata tamamen hâkim olmuş Pol-Bir kendi içinde kapışıyor, Hüseyin Kocadağ gibi Pol-Der’lileri de kendine benzetiyor (bu da bir fantezi sayılabilir tabii), Türkiye’deki “değişim”in sadece “askeri vesayet”le, “yüksek yargı”yla sınırlı kalmaması, Emniyet teşkilatının da bütünüyle –hem Avcı hem de karşıtlarıyla– sorgulanması, polisin rejimle ve gündelik hayatımızla ilişkisinin yeniden düşünülmesi gerekiyor.
İşin içinde RED Dergisi’nin, Bilim ve Gelecek Dergisi’nin nasıl karıştırıldığını anlayan varsa da beri gelsin, (ama bu arada, Ergenekon’la başlayan “Ulusalcı güçler” KCK operasyonuyla devam eden “Kürt muhalefet” belki ilgili belki ilgisiz), bir açıklama da ana akım 4. kuvvet dediğimiz medyada asla yer bulmayan baskın ve davalar için geçiyor (saklanıyor): Güney’den, Kızıl Barak’a, İşçi-Köylü’den, Yürüyüş Dergisi’ne ve irili ufaklı dergiler hakkında yürütülen yaygın bir operasyon mu var diye sorası geliyor insanın kendisine?!?
Etiketler »
Bilim ve Gelecek,
Devrimci Karargâh,
Ergenekon,
Fethullahçılar,
Güney,
Hanefi Avcı,
İşçi-Köylü,
Kızıl Bayrak,
Kurtuluş,
RED,
Yürüyüş THKP-C
20 Ekim 2010 Çarşamba
Utanma duygusu

“Utanmasak gündeme almazdık” Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP)’ni diline 12 Eylül’de düzenlenen referandumdan sonraki konuşmasında Tayyip beyden teşekkürlü konuşmasını almasaydı, işin açıkçası bizde bunu dillendirmeyebilirdik, dedim ya DSİP’in başını çeken var başsız değiller ya ne diyelim birde bunların başsız olduğunu düşünün, yokla var'olmama arasında benimde bilemediğim bir yerdeler… Neyse malumdur bunların başını Doğan Tarkan denen bir zat çekiyor (ben ona sakallını her ne kadar kesmiş olsa da hacı diyorum) şu Fethullahçı Zaman’a verdiği uzun röportajdan sonra bizde kendisi hakkında yazalım dedik.
Bence geç kaldık ama hak etti ve bence de iyi ettik…
Bu kişi sözüm ona Türkiye’de devrimci bir partinin liderliğine soyunmuş, tarihi katliamlarla dolu bir doktrinin Türkiye üzerindeki temsilcisinin “Yetmez ama evettt” diyenlerle aynı dili telefuz etmeye çalışıyor. Yani adam partisinin içindeki olgulardan yoksun… “Devrimci” mi, hayır! Ya “Sosyalist” mi, kesinlikle alakası yok! Peki, “İşçi” mi, o da yok! Zaten bir “Parti” olgusu kalıyor geriye, o da derler ya kanarya sevenler derneği tümcesi kadar anlamlı ve manidar… Gerisi de yok, ötesi de yok.
Dedim ya utanmamız ve genelleme yapmamız da inanın sokağı temsil ediyor, hakikaten Zaman'a verdiği röportajdan sonra TV8’de Gökmen Karadağ’ın hazırlayıp sunduğu programla Devrimci İşçi Partisi kurucusu Sungur Savran’la karşı karşıya geldikleri tartışma noktası damgasını vurdu ve zaten TV8’de bu haberi “Sosyalistlerin yol ayrımı” başlığı adıyla veriyordu, dedik ya Nuriye Akman’a verdiği röportajdan sonra bu iş iyice programdan sonra ayyuka çıktı.
DSİP gibi partileri sosyalist görmüyorum bunu açıklıkla söylemem gerekir, bırakın CHP’yi bile sol görmüyorum kaldı ki bu tartışmalardan sonra Doğan Tarkan'ı solda göreyim ama nafile, CHP DSİP'e göre daha da solda sayılır artık benim gözümde, zira programı izleyen Doğan Tarkan’ın salvolarını da görür, ses tonundaki titremeleri de, kendini soldan ayırmaya özellikle çalıştığı yargısına da görürsünüz. 21. yüzyıl solcuların yılıda olmuştur bence, şöyle ki hata yapmalarıyla ünlerine ün katmışlardır da, buda başka bir mevzu fakat 12 Eylül ’82 Anayasası’nda evet diyenler, 12 Eylül ‘10’da ki referandumda “Yetmez ama evet” diyen solcularda var. Takdiri ilahi işte…
Bilinci veren Cenabı Râb… Veren O, alan O, gerisi de hikaye zaten!’
Çünkü şekilci, çünkü cephede her zaman çoğunluğun yanında… Çünkü O gökte ve şimdi O artık bu saatten ve tartışmadan da sonra DSİP’in yanında da olacaktır, ama O’nun Troçkistlerin yanında olmadığı kesin. Bu yüzden Doğan Tarkan’ın alınmaması malumdur, çünkü (Troçkist olmayarak) Troçkist görmüyorum kendisini hatta liberal rezilliğin dip dalgası içindedirde.
Çünkü malumdur, AKP’nin moda tabiriyle hepimiz en az 3 yıldır Ergenekoncuyuzdur, bu kesin.
100 kişiyi bir araya getiremeyen bir grubu “1000 üyemiz var” palavrasıyla andığı içinde değil, tersine “1000 kişiyle ne yapılır ki, biz de bunu yapıyoruz” ağzıyla yaptığı için utandık. İşte utanmanın temelinde yatanda bu. Bu ama tek tesellimiz, Türkiye solunun artık bize bazı utançları yaşatmamak için silkinmeye niyetli olduğunu görmemizdir. Zaten bu yazının çıkış noktası budur. Yani tam anlamıyla Facebook’ta hiç üşenmeden – gücenmeden yani şurada Devrik Sünepe İşbirlikçiler Partisi (DSİP) adına açtığımız grupta yatmaktadır bütün amaç.
Amaç derken de bazı liberal geri zekalılar akıl etmeye bilir, yukarıda ismi zikir edilen grup DSİP’i deşifre etmeye yöneliktir. Çünkü gerçekten de solun geniş kesimleri, uzun süre kendilerini esir ya da rehin almış olan komprador soldan, ajan soldan, mikroplu soldan arınma konusunda hız kazanmış durumda olmasıdır. Emin olmak için liberal tayfanın yazdıklarında bakmak da yeterlidir ama sanırım en anlamı söz liberalizm üzerine Sartre’nin sözüdür, Sartre şöyle der; “Liberal rezil bir sözcüktür” buradaki liberal sözcüğünün karşılığı “Alçak, rezil, iğrenç, bayağı, pis…”dir…
Ne diyelim Zaman’da kem-küm, TV8’de kem-küm savunulacak hiçbir değer kalmamış daha ne olsun bence dükkânı kapatıp AKP'ye geçme zamanı gelmiştir.
Not: Doğan Tarkan’ı Facebook’ta açmış olduğumuz Devrik Sünepe İşbirlikçiler Partisi (DSİP)’ne bekliyoruz. Umuyoruz ki bizi yalnız bırakmaz çünkü Türkiye’nin (o koyun olmayan) halkının kendisine ihtiyacı vardır. Eğer Tayyip beyde izin verirse gelip bir görsün… Bizi kendisinden mahrum bırakmasını temenni ediyoruz.
19 Ekim 2010 Salı
Komünist hipotez

Bu anlamıyla “komünizm”, son derece genel bir tasavvurlar kümesini ifade etmektedir. Bir programdan ziyade, Kant’ın kavramıyla söylersek, düzenleyici işlevi olan bir idea’dır. Bu komünist ilkeleri ütopyacı olarak adlandırmak ahmaklıktır. Bu ilkeler, burada tanımlandığı anlamıyla, her zaman farklı şekilde gerçekleşen modellerdir. Safkan bir eşitlik fikri olarak komünist hipotez şüphesiz devletin ortaya çıkışından beri varlığını sürdürmektedir. Kitle hareketi “eşitlikçi hareket” adı altında devlet baskısına başkaldırmaya başladığı andan itibaren hipotezin unsurları veya parçaları belirmeye başlar.
Halk isyanları –Spartaküs’ün başını çektiği köleler, Münzer’in önderliğini yaptığı köylüler– bu “komünist sabit”in pratik örnekleri olarak tanımlanabilir. Komünist hipotez, Fransız Devrimi’yle birlikte siyasal modernite çağını başlatmıştır. Bugün üstümüze düşen ise, komünist hipotezin tarihinde hangi noktada bulunduğumuzu belirlemektedir. Modern dönemin bir freski, aralarında kırk yıllık bir kesinti olan, hayati öneme sahip iki devasa sekans gösterecektir. İlki komünist hipotezin ortaya çıkışı, ikinci ise gerçekleştirilmesi için yapılan başlangıç hamleleridir.
İlki Fransız Devrimi’nden Paris Komünü’ne kadar sürer; 1972’den 1871’e kadar. Mevcut düzenin ayaklanmayla alaşağı edilmesinden kitlesel halk hareketinin iktidarı ele geçirmesine uzanır. Bu devrim, toplumun eski biçimlerini ortadan kaldıracak ve yerine “eşitler topluluğu”nu koyacaktır. Yüzyıl boyunca kent halkı, zanaatkârlar ve öğrencilerden oluşan ve belli bir kalıbı olmayan halk hareketi, çoğunlukla işçi sınıfının önerliği altında bir araya gelir.
Komünist hipotezin ikinci sekansı 1917’den 1976’ya kadar sürer: Bolşevik Devrimi’nden Kültür Devrimi’nin (1966–75 yılları arasında dünya üzerindeki militan) ayaklanmanın sonuna kadar sürer. Bu dönemde hâkim soru şudur: Nasıl kazanırız? Paris Komünü’nün aksine, mülk sahibi sınıfların silahlı reaksiyonuna nasıl karşı koyarız; düşmanların saldırısından koruyabilmek için yeni iktidarı nasıl örgütlemeliyiz? Artık soru, komünist hipotezi formüle etmek ve sınamak değil, onu gerçekleştirmekti(r): 19. yüzyılın tahayyül ettiğini 20. yüzyıl gerçekleştirdi.
Şimdi 21. yüzyıldayız! Örgütlenme sorununa odaklanan bu zafer tutkusunun en temel ifadesi, komünist partinin “çelik disiplini” olmuştur. Buysa, hipotezin ikinci sekansının temel vasfıdır. Parti, söz konusu sorunu büyük oranda ilk deneyimle çözmüş: devrim ya ayaklanmayla ya da uzun süren bir halk savaşı aracılığıyla çözmüştür. Örneğin Rusya, Çin, Kore, Vietnam ve Küba’da varlığını sürdürdü ve yeni bir düzen kurmayı başarmıştır.
● 21. yüzyıl halk savaşlarının (ayaklanmalarının) çağı olması umudu yitirmediğimiz bir olgudur ve belleklerimizde de halen durmaktadır.
11 Ekim 2010 Pazartesi
‘Türban’a özgürlük’ diye bir özgürlük!
“Kadınlarınız
sizin için bir tarladır. Tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın. Kendiniz için
önceden (uygun davranışlarla) hazırlık yapın. Allah'tan korkun, biliniz ki siz
O'na kavuşacaksınız. (Yâ Muhammed!) müminleri müjdele!” (Bakara: 223)
21. yüzyılda
Tevrat’ın On Emriyle; İncil’den ayetlerle ve Kur’an’la Türban konusunu
tartışıyor yine siyasetçiler, işin açıkçası 1400 yıllık bir konuyu yeniden,
Türban konusunda Kur’an’a gönderme yaparak yürütülen tartışmalar, tarih
bilgimizi genişletir ama hukukun kaynağı olamaz.
Çağdaşlığın
kaynağı değildir
Devletin temel
düzenlerini din esaslarına göre belirlemeye kalkacaksak -ki bu demokratik
ülkelerde sökmez- zaten bütün demokratik ülkelerde ki Anayasa’ya aykırıdır.
Tabi biz istisnai bir ülke olduğumuz için bizde geçerlidir sanırım. Çünkü “Bir
Türk dünyaya bedelden” tutunda “Her Türk asker doğar” gibi bütün dogma – saptırılmış
sözcükler bizdedir. Şimdi de Türban’la da demokratik yasalar çerçevesinde bir
ülke yönetilir sanıyorlar.
En katı yobaz
bile bunu gerçekleştirme kutsallığına ermemiştir, işte örneğin Nisa Suresi,
Ahzab Suresi veya Bakara Suresi ve/ya da başka bir sure ve ayete dayanarak
düzenlemeye çalışmaları da bunun göstergesi.
Türban’la da
demokratik yasalar çerçevesinde bir ülke yönetilemez ama demokratik ve uygar
hakikaten sosyalleşmeyi -yani insanı ön plana çıkarmış bütün toplumlarda- bu
tür fenomenleşmiş olguları savunabilir hatta uygulayabilirsiniz. Örneğin SSCB
devrimden sonra o dönemde bile uygar olduğu için reddetmemiştir dini, sonuçta
inanlar kadar inançsızlarda vardır ve bu her iki olguda kendi içinde “İnanç”ı
resmeder. Çünkü tarihten de biliyoruz ki, Sovyetler döneminde komünist papazlar
vardır.
Beğenin ama
beğenmeyin kişisel düşünceleri – ideolojisi hoşunuza gidebilir ya da gitmeyebilir,
yanılmıyorsam bu sözü ilk dillendirende Doğu Perinçek olmuştur, cidden
belleklerde kalacak bir söz: “Hz. Muhammed, dünya tarihinin en büyük
devrimcilerindendir” İslam
tarihine şöyle ciddi ciddi baktığımızda Muhammed’in (Hz. Ali ile birlikte) devrimciliğini ne Ebubekir’de ne
Osman’da ne de Ömer’de görebiliyoruz.
Öyle ki
Ayşe’yi bile bu kategoriye koymak mümkün, Camel (Deve) Savaşı’nda Hz. Ali’ye karşı hilafetlik
için ilk ata binen ve kılıç kuşanan kadında diyebiliriz. Bu yüzden kadının yeri
açısından Ayşe’de kendi çağı açısından bir misyona bürünmüştür. Devrimcilikten
kasıt ise, ilericiliği kendi dönemine
içinde taşımıştır. Bu yüzden putlar ve tabular denince aklıma Freud’un bu konu
hakkında yazdığı kitaplar geldi, hatta Payel yayınlarından ‘97’de ilk baskısı
yapılan Wilhelm Rich’in 'Kişilik Çözümlemesi' yapıtı da okunmaya değerdir.
İslam düzenlemeleri
içerisinde bundan 1400 yıl öncesine 6. ve 7. yüzyılda, 15. ve 16. yüzyılda
yaşıyorsanız bunu hukuk olarak savunabilirsiniz. Sakıncası da yok, ama dönemin
dışında 21. yüzyıldaysanız ve uygarlıktan dem vurup insanlığın merkezinden ve
de insanı ön plana çıkarmaktan söz ediyorsak (ki ediyoruz) savunmak bir yana elle tutulur bir
argümanınız olması gerekmekte. . Demek istediğim bunu ne Tevrat’la ne İncil’le
ne de Kur’an’la örtüştürebiliriz.
İnanlar
diyecek ki dinimizin emri bu(?) o zaman o emri bulup delileriyle önümüze
sermeliler. Çünkü Türban’ı bu kategori içinde savunmak başlı başına ikincil bir
plana itmek ve cinselliğe vurgunun simgesi yerine koymaktır. Çünkü dini
algılama sorunudur bu ve bu algı sorunu böyle devam ettikçe, hoca efendilerin
tükürüğüyle bütünleşmiş, (inanlar açısından) Kur’an ve Muhammed’in tutum ile
bütünleşmemektedir.
Tıpkı eski
köleci Yunan ve Roma kültürünü bugün savunan hatta Ortaçağ’ın o karanlığında
yaşananlarda, o dönemin sözde asilzadeleri tarafından kadını cinsel köle
yaparak kadını ikincil ve sürülecek bir mal olarak algılaya geldi. Bizim dini
bütün iktidarımız penceresinden de değişen pek bir şey yok. . Dönemin
cariyelerinin ya da Osmanlı padişahlarının haremindeki her kadının durumu da
buydu. O yüzden değişen hiçbir şey yok derken bunu görebiliyoruz. Dolayısıyla
da çağdaşlığın kaynağı da değildir.
Kapitalizmin
nimetleri ve dinin kullanırlılığı
Örneğin Mâide Suresi 77. ayet de ki, “Ey Ehlikitap! Dininizde azgınlık
edip hak dışına çıkarak aşırılığa gitmeyin. Daha önce sapmış, birçoğunu
saptırmış ve yolun denge noktasından uzağa düşmüş bir topluluğun keyiflerine
uymayın.”
Bu ülkede din
sorunu varsa tıpkı Eren Erdem’in dediği gibi: “Bu Abdestli kapitalizm nedeni iledir…” Hatta E. Erdem devamla
dillendirdiği: “Tesettür, örtünme ve benzeri konular,
asırlardır (tartışılan), hiçbir
icma -birlik- tarafından kabul edilmiş bir görüş değildir. Hatta mezhep
imamlarının dahi (hiçbir hüküm yetkileri yok iken) ortaya
koyduğu görüş; bu simgelerin dinsel olmadığı hususundadır… Kur’an’ın dininde
Türban; don bezinden daha kutsal değildir!” der.
Bakın E. Erdem
yine devamla şöyle diyor: Dinin öncelikleri arasında böyle bir şey yoktur. Din; "La ilahe illallah’’ çıkışı ile başlayan bir olgudur ki;
bundan yoksun olanların "Şekil bağımlısı olacağı açık biçimde
vurgulanır.’’
Bu yüzden
İslam’ın düzenlemelerinden söz edip Türban’dan söz edenler açıp kutsal
kitapları okusunlar. Tesettür, örtünme ve benzeri konular, asırlardır “Tartışılan’’,
birlik tarafından "kabul edilmiş bir görüş değildir” diyor E. Erdem haklıdır, bakıldığında
görüyoruz ki günümüz Türkiyesinde moda olan cemaati yapılanmalar bu konuda bile
bir birlik sağlayamamış. İBDA-C’ci biri Fethullah ismini duyduğunda “O köpekkkler mi” diye tepki vermekte, Karaköy’de
çaycılık yaparken bir merkeze indirtilen Cüppeliler tebessüm edip ezan
okunduğunda helâda ne yapmamız hakkında saçma – sapan bilgiler vermekte,
tebessüm edip geçmektedir. Nedeniyse Fethullah efendinin örtünmeye çalıştığı
Türban değil, kapitalizmin nimetleri ve dinin kullanırlığıdır.
Ama ne olursa
olsun şu yukarıda ismini andığımız tüccarlar dışında birçok mezhep imamının
dahi (hiçbir
hüküm yetkileri yok iken) ortaya
koyduğu görüş; bu simgelerin dinsel olmadığı hususundadır.
Yine Türban’ın
bir rahibe örtüsüdür olgusuysa reel olarak gerçekliğini korumaktadır, bu olgu
Sümer ve Asur’larda vardır. Fakat yemeni, başörtüsü, ferace, eşarp, peçe
vardır, ama Türban yoktur diyebiliyoruz. Türban’ın olduğu tek yer Emine
Erdoğanların parmaklarında 50 milyarlık yüzüklerde vardır. Yani E. Erdem’in
tabiriyle “Kara lastikle okula giden kızların olduğu bir
ülkede; lüks arabada gezen türbanlının örtüsü dinin savunduğu bir unsur
değildir aksine dine göre; o türbanlı kara lastikli kızın katilidir.”
Yani Türban’a
özgürlük diğer tabirle şeyhin ayağına yüz sürmeye özgürlükle aynı anlamı
taşımaktadır
Çünkü E.
Erdem’den öğreniyoruz ki, “Ticaret, ‘Te’ca’r’ biçiminde, ‘Ca’r’ kökünden türemiş bir kelime ve manası
elden ele dolaşan (…) hatta bu kökten türeyen "Cariye’’ kelimesi, elden ele dolaşan kadın
manasına gelir. Ticaret ise; emeğin doğrudan sermayeye ve onun yine salt emeğe
dönüşmesi demektir. Belki çok eleştirilecek ama şunu söylemek mümkündür; Bu
denklem, Marks’ın Kapital’de teorize ettiği; Mal-Para-Mal denkleminin
aynısıdır. Hatta Kur’an’ın ticaret kelimesinin Kapital’de ki tam karşılığı "Distribute’’dir.
Ancak bize
böyle şeyi dayatan Emevi şahsiyetsizliğinin dönemi İslamiyet’te olduğu gibi
dayatabilir, ama görüyoruz ki bu dayatma kendi döngüsü içinde o kötü – kara
referanslarıyla devam ediyor. Çünkü onların Tanrısı göklerde oturan ve
şekillere göre hareket eden bir Tanrı’dır.
Son olarak
yine E. Erdem’le bitirilelim; Kur’an’ın Nur Suresi’nde ki 31. ayette kasıt edilen örtü; "Herhangi özel bir yere
ait" örtü
değildir. Çevirisiyse şöyle ki: örtülerini göğüslere salsınlar biçiminde
olmalıdır. Çünkü ilgili kelime "Humurihiyne’’ biçimindedir. Başı niteleyen "Res’’ vurgusu yoktur. Eğer Allah başörtüsünü
murad etseydi; "Humurrues’’ demeliydi…
Ancak, ilgili
kelime aynı zamanda "Şarap manasına gelen’’ bir kelime ile aynı kökten türer.
Dolayısı ile sarhoşluğun başa olan etkisi göz önüne alındığında; baş kasıt
edilmiş olabilir diyebilmekteyiz.
İşte,
Kur’an’ın mucizeyi perspektifi budur. Bu ayetten anlaşılması gereken şey başın
değil; göğüslerin örtülmesidir. Başını örten örter, örtmeyen örtmez. Din
indinde iki durum arasında fark yoktur. Örtmemek farz değildir, örtmek farz
değildir. İşte Kur’an semantiği budur...
Ayetin tam
çevirisi şöyledir; “Allah’tan emin olan kadınlara söyle: karşı
cinsi yanlış düşüncelere sevk edecek eylemlerden kaçınsınlar. Namus ve
şahsiyetlerini korusunlar. Süslerini / ziynetlerini, görünen kısımlar müstesna,
açmasınlar. Örtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar." (Nur 31)
Geleceğin
toplumu dinsel kaynaklara göre kurulmayacak, bunu biliyoruz. Her ne olursa
olsun bizce Türban şeyhin ayağına yüz sürmekle eşdeğerdir. Öyle bir toplum
düşünün ki, günümüz yüzyılında özgürlükleri örtünmeye – ikincil duruma düşecek
şekilde değere bağlasın… Böyle bir özgürlük kavramı yoktur, hatta kuşlar bile
bunu reddeder. Ama yine de cennettin ortasından geçeceğine inan Türban
takabilir, ama benim bakış açım sicili kabarık bir kliğin ipine takılıp
demokrasiden ve özgürlüklerin peşinden gitmenin tam anlamıyla liberal güruhun
politik söylevlerinin tutarsızlığına kapılmak anlamına geliyor ki, iradesi
olmayan bir kuşun sırf kanatları var ve istediği her yere uçabiliyor diyen
birisinin “Kuşlar özgürdür” saftası neyse Türban’a özgürlük
yaygaraları da bununla eşdeğerdir.
Bizim temel
meselemiz sınıflar arasındaki ezen – ezilen çelişkisinin de yanında dinin yine
ezilenleri yönlendirmek, dini duygularını sömürmek ve baskıya almasına karşı
olmamız gerekliliğidir. Dine dayalı sistemlerin Türban çözümü sadece ve sadece
çözümsüzlüktür. AKP, Türbanı bir mağduriyet konusu haline getirerek adeta
özgürlük simgesi olarak sunmaya çalışsa da, Türban bugünkü muhafazakâr baskının
ve bu doğrultudaki toplum projesinin bir simgesi haline gelmiştir.
Çünkü
özgürlükler, demokratik devrimlerle geldi. Özgürlük, Ortaçağ ilişkilerinden
kurtulmaktır. Kadın açısından da özgürlükler ve eşitliğe kavuşmak, toplumun
çalışan, üreten, yaratan, onurlu üyesi olmaktır. Yoksa padişahlığa, ağalığa,
şeyhliğe, erkek tahakkümüne dönme özgürlük değildir. Türbanı savunmak esaret
özgürlüğünü savunmaktan başka bir şey değildir.
Dinin (algılayış ve zorlama) bakış açısıyla Türban özgürlük
değildir. . Çünkü din özgürlük değildir!
9 Ekim 2010 Cumartesi
Venceremos!
Şairler ve filozoflar O'na coşkulu methiyeler düzdüler, müzisyenler O’na adanmış besteler yaptılar ve ressamlar O’nu kahramanca pozda sayısız kes resim ettiler. Asya, Afrika ve Latin Amerika’da kendi toplumlarını “devrimcileştirmek” isteyen Marksist gerillalar, savaşa girdiklerinde O’nun bayrağını yükseltmeye çalıştılar. Che öldürülmüş (katledilmiş) olabilir, ancak ruhu yaşamaya devam ediyor! Che aynı anda her yerde ve hiçbir yerde! Hepimizin gözlerinde, hepimizin yüreğinde ve yüzlerinde bir Che var, “Hasta la victoria, siempre!” diyen...
4 Ekim 2010 Pazartesi
‘Lili Marlen’, bir şarkının hikâyesi
Ahmet Kaya’nın sesinden gelmişti o kış solcu aşk şarkıları peş peşe ve o yıllar Lili Marlen gerçeğini bilmek, yarım kalan bir hikâyenin tamamlanmasıydı da biz bilmiyorduk. Bütün değerlerin yerini sadece arî ırk yaratmak egosunun kapladığı ve gitgide büyük bir coğrafyaya yayılan savaşta, cephede bir Alman askerin yazdığı bir şiirmiş ilk önce Lili Marlen. Bu asker aslında hayatına girmiş ve şimdi geride bıraktığı ve cephede nöbet tutarken düşlerinde birleştirdiği iki ayrı kadına duyduğu aşkı ve özlemi anlatıyormuş Lili ve Marlen iki ayrı kadının tek bir aşka dönüşen hikâyesiydi şiire konu olan ve sonra bestelenip Lale Andersen’in söylediği ve hayatını değiştiren aşk ve savaş şarkısı oluyordu kitap da. Orijinal sözleri 1915'de I. Dünya Savaşı'nda Rus cephesinde savaşan Hans Leip tarafından yazıldı, şarkının orijinal ismi 'Lambanın altındaki kız'dı fakat 'Lili Marlen' olarak ün kazandı.
Ve böylelikle Lili Marlen türküsü hiçbir komutanın emri olmadan savaş durduran tek şarkı olarak tarihteki yerini aldı. Aşkın bunca kötülüğe ve şiddete rağmen askerlerin kalbinde yankılanmasının acıklı türküsü de diyebiliriz Lili Marlen türküsü için.
Atilla İlhan’ın şiirinde Zagrep Radyosu aslında Belgrat Radyosu'dur kitapta. Her akşam saat 10’a 5 kala bu şarkı çalınmaya başladığında bütün cephelerde sessizlik olurmuş Almanya’da, Rusya’da, Kuzey Afrika’da ve savaş dururmuş şarkı bitinceye kadar, hiçbir komutanın emri olmadan dururmuş kim bilir ne gibi umutlara dalarmış zorla savaştırılan insanlar ve saat 10’a 5 kalaya geldi mi sessizliğin içinden bir ses yankılanır karşı düşman cepheden, Alman askerlerinin cephesine 'Hey asker radyonun sesini açsana biraz..'
Ve başlarmış Lili Marlen türküsü… Tekrar dinlemeye ne dersiniz (?) işte Ahmet Kaya'nın eşsiz yorumuyla Lili Marlen!
Ahmet Kaya - Lili Marlen Türküsü | Yeraltından Notlar!'
Ve böylelikle Lili Marlen türküsü hiçbir komutanın emri olmadan savaş durduran tek şarkı olarak tarihteki yerini aldı. Aşkın bunca kötülüğe ve şiddete rağmen askerlerin kalbinde yankılanmasının acıklı türküsü de diyebiliriz Lili Marlen türküsü için.
Önceleri Rudolf Zink adlı besteci tarafından bestelenip
Lale Andersen tarafından seslendirilen bu türkü ise askerleri o dönem etkileyen
en duygusal şarkıdır. Sonrasında Türk şiirinin kaptan-ı deryası Attila İlhan’ın
kalbinden de bu türkü için güzel mısralar dökülür…
Ahmet Kaya - Lili Marlen Türküsü | Yeraltından Notlar!'
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)