26 Ekim 2010 Salı
Tanığıyız!
22 Ekim 2010 Cuma
Örümcek ağları
Konu şu
Hanefi Avcı, 28 Şubat’ta tanınmıştı ilk, yani o dönemeçte, Mali Şube Müdürü aracılığıyla daha önceden tanıştığı Ahmet Kaya kendisine destek olmuş, ilişkileri bir tür dostluğa evrilmiş (ki bende okuduğum yayınlardan - dergilerden yeni öğreniyorum) magazinciler gecesinin ardından Ahmet Kaya’yı ilk arayanlardan biri Avcı; pasaport sorununda da yardımcı olmuş Ahmet Kaya’ya.
Tuhaf ve ilginç bir ilişki elbette, bende ilk okuduğumda şöyle bir ‘durdum’, 12 Eylül’e karşı yükselen ilk seslerden biri olan, hayatı konserlerinin basılmasıyla, göz altılarla geçen Ahmet Kaya ve işkenceciliği tescilli bir polis. O tescil sayesinde, bugüne kadarki makamlarının hiç birine gelememiş olması gereken bir polis.
(Tırnak içinde aklıma birden Mehmet Ağar geldi, hani şu ‘ben 1000 operasyon yürüttüm’ diye böbürlenen çete lideri zat, hakikaten bir ona dokunamadılar demi bir de şu Deniz Fenercilere, ‘ne acı’ ne demokrat ne özgürlükçü bir ülke değil mi? Amerikalıların 65 yıldır bizi neden sevdiklerinin kanıtı sanırım bu silsilede saklı.)
O polisin “cemaat”e yakınlığından ötürü 12 Eylül referandumunda “evet” diyeceği varsayılıyordu ki, bir kitap yayınladı ve deyim yerindeyse kıyamet koptu. Referandumun hemen ardından gelen tutuklanmayla, liberaller arasında “cemaat şeffaflaşmalı” eleştirilerinin dilendirilmesiyle yol alan bir tutuklanmaydı bu. Gerekçe, Avcı’nın güya Devrimci Karargâh örgütüne yakınlığıydı.
Bostancı’da Orhan Yılmazkaya’nın -Akın Birdal’ın vurguladığı gibi yargısız infazla- katledilmesinin ardından ilk defa bu kadar gürültü koparan bir örgüt hakikaten etkileme gücü ne kadardı ki Hanefi Avcı gibi eski azılı birini etkileyip kendi kulvarına sokuyordu yoksa uydurulmuş ve abartılmış bir sürü başka ilişkiyi potasına alacak kadar genişletilmiş miydi başka şeyler? İşte Avcı’nın tutuklanmasının ardından devrimciler bir birilerine bu soruyu sordu. (Örneğin bu örgütün neden bir yayım organı yok ya da neden bir merkezi yayın organın adını bilmiyor devrimci kurumlar) sorular çok.)
Zira operasyon Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) ve Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP) çevrelerine, eski Kurtuluşçulara kadar uzanmış, devrimcilerle Kürt hareketleri ve Ergenekon arasında kurgu dışı yazar Arthur Conan Doyle tarafından oluşturulan hayali dedektif kahraman Sherlock Holmes’a bile taş çıkartacak bir fantezi ağı inşa edilmeye başladı.
Bu arada bir soru daha geldi çok geçmeden: Hanefi Avcı’nın THKP-C ve Dev-Yol’la nasıl bir ilişkisi var? Mersin Emniyet’te Dev-Yol Masası şefi olan Avcı, neden kitabını Angora Yayınları’ndan bastırdı? Gözler, yayın evinin sahipleri Cahit Akçam ve Cumhur Özdemir’e çevrilince, THKP-C geçmişleri ve mahkumiyetleri giriyor devreye. Ve tabii hemen ardından Taner Akçam, Ermeni meselesi ve Dev-Yol yatırılıyor masaya… Nereden nereye. .
Necdet Kılıç Galatasaray’daki Yapı Kredi binasının hemen arkasındaki evini (İslamcı basın krokiyle bile gösteriyor, “Beyoğlu çocuğu” gibilerinden, kapıya çizili graffitilere ayrıca dikkat çekiyorlar) işkencesine yıllar sonra neden açmış, iyi bir romanın ya da “psikolojik” bir filmin konusu hakikaten, devrimcilerin Devrimci Karargâh’la ilişkisine yönelik fantezilerse, bir psikanaliz müdahalesini gerektiriyor sanki. İstihbarat örgütlerinin ve polis teşkilatının devrimci çevrelerden daha iyi bildiği devrimci bir örgüte ilk defa rastlıyoruz doğrusu.
Hanefi Avcı neci peki? Bildiğimiz, 12 Eylül’ün işkencelerinden birinci derecede sorumlu olduğu, 28 Şubat sonrasında yıldızının Fethullahçılar tarafından parladığı, çocuklarını Fethullah okullarında okuttuğu, adeta teşkilata tamamen hakim olmuş Pol-Bir kendi içinde kapışıyor, Hüseyin Kocadağ gibi Pol-Der’lileri de kendine benzetiyor (bu da bir fantezi sayılabilir tabii), Türkiye’deki “değişim”in sadece “askeri vesayet”le, “yüksek yargı”yla sınırlı kalmaması, Emniyet teşkilatının da bütünüyle -hem Avcı hem de karşıtlarıyla- sorgulanması, polisin rejimle ve gündelik hayatımızla ilişkisinin yeniden düşünülmesi gerekiyor.
İşin içinde RED Dergisi’nin, Bilim ve Gelecek Dergisi’nin nasıl karıştırıldığını anlayan varsa da beri gelsin, (ama bu arada, Ergenekon’la başlayan “Ulusalcı güçler” KCK operasyonuyla devam eden “Kürt muhalefet” belki ilgili belki ilgisiz), bir açıklama da ana akım 4. kuvvet dediğimiz medyada asla yer bulmayan baskın ve davalar için geçiyor (saklanıyor): Marksis Tutum dergisinden, Kızıl Barak’a, İşçi-Köylü’den, Yürüyüş dergisine ve irili ufaklı dergiler hakkında yürütülen yaygın bir operasyon mu var diye sorası geliyor insanın kendisine?!
20 Ekim 2010 Çarşamba
Utanma duygusu
“Utanmasak gündeme almazdık” Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP)’ni diline 12 Eylül’de düzenlenen referandumdan sonraki konuşmasında Tayyip beyden teşekkürlü konuşmasını almasaydı, işin açıkçası bizde bunu dillendirmeyebilirdik, dedim ya DSİP’in başını çeken var başsız değiller ya ne diyelim birde bunların başsız olduğunu düşünün, yokla var'olmama arasında benimde bilemediğim bir yerdeler… Neyse malumdur bunların başını Doğan Tarkan denen bir zat çekiyor (ben ona sakallını her ne kadar kesmiş olsa da hacı diyorum) şu Fethullahçı Zaman’a verdiği uzun röportajdan sonra bizde kendisi hakkında yazalım dedik.
Bence geç kaldık ama hak etti ve bence de iyi ettik…
Bu kişi sözüm ona Türkiye’de devrimci bir partinin liderliğine soyunmuş, tarihi katliamlarla dolu bir doktrinin Türkiye üzerindeki temsilcisinin “Yetmez ama evettt” diyenlerle aynı dili telefuz etmeye çalışıyor. Yani adam partisinin içindeki olgulardan yoksun… “Devrimci” mi, hayır! Ya “Sosyalist” mi, kesinlikle alakası yok! Peki, “İşçi” mi, o da yok! Zaten bir “Parti” olgusu kalıyor geriye, o da derler ya kanarya sevenler derneği tümcesi kadar anlamlı ve manidar… Gerisi de yok, ötesi de yok.
Dedim ya utanmamız ve genelleme yapmamız da inanın sokağı temsil ediyor, hakikaten Zaman'a verdiği röportajdan sonra Tv8’de Gökmen Karadağ’ın hazırlayıp sunduğu programla Devrimci İşçi Partisi kurucusu Sungur Savran’la karşı karşıya geldikleri tartışma noktası damgasını vurdu ve zaten Tv8’de bu haberi “Sosyalistlerin yol ayrımı” başlığı adıyla veriyordu, dedik ya Nuriye Akman’a verdiği röportajdan sonra bu iş iyice programdan sonra ayyuka çıktı.
DSİP gibi partileri sosyalist görmüyorum bunu açıklıkla söylemem gerekir, bırakın CHP’yi bile sol görmüyorum kaldı ki bu tartışmalardan sonra Doğan Tarkan'ı solda göreyim ama nafile, CHP DSİP'e göre daha da solda sayılır artık benim gözümde, zira programı izleyen Doğan Tarkan’ın salvolarını da görür, ses tonundaki titremeleri de, kendini soldan ayırmaya özellikle çalıştığı yargısına da görürsünüz. 21. yüzyıl solcuların yılıda olmuştur bence, şöyle ki hata yapmalarıyla ünlerine ün katmışlardır da, buda başka bir mevzu fakat 12 Eylül ’82 Anayasası’nda evet diyenler, 12 Eylül ‘10’da ki referandumda “Yetmez ama evet” diyen solcularda var. Takdiri ilahi işte…
Bilinci veren Cenabı Râb… Veren O, alan O, gerisi de hikaye zaten!’
Çünkü şekilci, çünkü cephede her zaman çoğunluğun yanında… Çünkü O gökte ve şimdi O artık bu saatten ve tartışmadan da sonra DSİP’in yanında da olacaktır, ama O’nun Troçkistlerin yanında olmadığı kesin. Bu yüzden Doğan Tarkan’ın alınmaması malumdur, çünkü (Troçkist olmayarak) Troçkist görmüyorum kendisini hatta liberal rezilliğin dip dalgası içindedirde.
Çünkü malumdur, AKP’nin moda tabiriyle hepimiz en az 3 yıldır Ergenekoncuyuzdur, bu kesin.
100 kişiyi bir araya getiremeyen bir grubu “1000 üyemiz var” palavrasıyla andığı içinde değil, tersine “1000 kişiyle ne yapılır ki, biz de bunu yapıyoruz” ağzıyla yaptığı için utandık. İşte utanmanın temelinde yatanda bu. Bu ama tek tesellimiz, Türkiye solunun artık bize bazı utançları yaşatmamak için silkinmeye niyetli olduğunu görmemizdir. Zaten bu yazının çıkış noktası budur.
Amaç derken de bazı liberal geri zekalılar akıl etmeye bilir, yukarıda ismi zikir edilen grup DSİP’i deşifre etmeye yöneliktir. Çünkü gerçekten de solun geniş kesimleri, uzun süre kendilerini esir ya da rehin almış olan komprador soldan, ajan soldan, mikroplu soldan arınma konusunda hız kazanmış durumda olmasıdır. Emin olmak için liberal tayfanın yazdıklarında bakmak da yeterlidir ama sanırım en anlamı söz liberalizm üzerine Sartre’nin sözüdür, Sartre şöyle der; “Liberal rezil bir sözcüktür” buradaki liberal sözcüğünün karşılığı “Alçak, rezil, iğrenç, bayağı, pis…”dir…
Ne diyelim Zaman’da kem-küm, Tv8’de küm-kem savunulacak hiçbir değer kalmamış daha ne olsun bence dükkanı kapatıp AKP'ye geçme zamanı gelmiştir.
19 Ekim 2010 Salı
Komünist hipotez
Bu anlamıyla “komünizm”, son derece genel bir tasavvurlar kümesini ifade etmektedir. Bir programdan ziyade, Kant’ın kavramıyla söylersek, düzenleyici işlevi olan bir idea’dır. Bu komünist ilkeleri ütopyacı olarak adlandırmak ahmaklıktır. Bu ilkeler, burada tanımlandığı anlamıyla, her zaman farklı şekilde gerçekleşen modellerdir. Safkan bir eşitlik fikri olarak komünist hipotez şüphesiz devletin ortaya çıkışından beri varlığını sürdürmektedir. Kitle hareketi “eşitlikçi hareket” adı altında devlet baskısına başkaldırmaya başladığı andan itibaren hipotezin unsurları veya parçaları belirmeye başlar.
Halk isyanları –Spartaküs’ün başını çektiği köleler, Münzer’in önderliğini yaptığı köylüler– bu “komünist sabit”in pratik örnekleri olarak tanımlanabilir. Komünist hipotez, Fransız devrimiyle birlikte siyasal modernite çağını başlatmıştır. Bugün üstümüze düşen ise, komünist hipotezin tarihinde hangi noktada bulunduğumuzu belirlemektedir. Modern dönemin bir freski, aralarında kırk yıllık bir kesinti olan, hayati öneme sahip iki devasa sekans gösterecektir. İlki komünist hipotezin ortaya çıkışı, ikinci ise gerçekleştirilmesi için yapılan başlangıç hamleleridir.
İlki Fransız devriminden Paris Komünü’ne kadar sürer; 1972’den 1871’e kadar. Mevcut düzenin ayaklanmayla alaşağı edilmesinden kitlesel halk hareketinin iktidarı ele geçirmesine uzanır. Bu devrim, toplumun eski biçimlerini ortadan kaldıracak ve yerine “eşitler topluluğu”nu koyacaktır. Yüzyıl boyunca kent halkı, zanaatkarlar ve öğrencilerden oluşan ve belli bir kalıbı olmayan halk hareketi, çoğunlukla işçi sınıfının önerliği altında bir araya gelir.
Komünist hipotezin ikinci sekansı 1917’den 1976’ya kadar sürer: Bolşevik devriminden Kültür Devrimi’nin (1966-75 yılları arasında dünya üzerindeki militan) ayaklanmanın sonuna kadar sürer. Bu dönemde hakim soru şudur: Nasıl kazanırız? Paris Komünü’nün aksine, mülk sahibi sınıfların silahlı reaksiyonuna nasıl karşı koyarız; düşmanların saldırısından koruyabilmek için yeni iktidarı nasıl örgütlemeliyiz? Artık soru, komünist hipotezi formüle etmek ve sınamak değil, onu gerçekleştirmekti(r): 19. yüzyılın tahayyül ettiğini 20. yüzyıl gerçekleştirdi.
Şimdi 21. yüzyıldayız! Örgütlenme sorununa odaklanan bu zafer tutkusunun en temel ifadesi, komünist partinin “çelik disiplini” olmuştur. Buysa, hipotezin ikinci sekansının temel vasfıdır. Parti, söz konusu sorunu büyük oranda ilk deneyimle çözmüş: devrim ya ayaklanmayla ya da uzun süren bir halk savaşı aracılığıyla çözmüştür. Örneğin Rusya, Çin, Kore, Vietnam ve Küba’da varlığını sürdürdü ve yeni bir düzen kurmayı başarmıştır.
● 21. yüzyıl halk savaşlarının (ayaklanmalarının) çağı olması umudu yitirmediğimiz bir olgudur ve belleklerimizde de halen durmaktadır.
11 Ekim 2010 Pazartesi
‘Türban’a özgürlük’ diye bir özgürlük!
9 Ekim 2010 Cumartesi
¡Venceremos!
4 Ekim 2010 Pazartesi
‘Lili Marlen’, bir şarkının hikayesi
“O günlerde yasaklı olmayan bir şeyler bulmak çok zordu. Brecht, Weill ve Tucholsky yasaklıydı. Ben de bulabildiğim ve izin verilen kategorideki tüm şiir kitaplarını alıyordum. Bir gün Die Kleine Hafenorgel’i keşfettim ve Lili Marleen’e bayıldım.” O günlerde tüm genç Almanlar gibi Andersen’in erkek arkadaşı da silah altındadır. Her gün evine giderken üniformalı, fener altında nöbet tutan askerleri gören ve şiirde kendisini, erkek arkadaşını bulan Lale besteci Rudolf Zink’ten şiiri bestelemesini ister.
Radyonun direktörü Karl-Heinz Reintgen gelen plaklar arasından tesadüfen keşfettiği, o güne sadece 700 kopya satış yapmış albümdeki Lili Marlen şarkısını çok beğenir ve yayınlarda tekrar tekrar çalmaya başlar.
Belgrad Radyosu’nun önemi; Almanya dahil hemen tüm Avrupa’dan, Kuzey Afrika’dan, Süveyş Kanalı dahil Akdeniz boyunca dinlene bilmesiydi. Radyo sayesinde şarkı Afrika ve Doğu cephesindeki askerler ve sevgilileri için “Cepheyle yaşam arasındaki köprüye” dönüşür. Lili Marlen’e yalnızca Alman askerleri arasında değil; düşman saflardaki başta İngiliz birlikleri, yayının ulaştığı hemen her yerde popüler olur. Tanıklıklara göre her akşam 21.55’te şarkı başladığında her iki taraftan da silahlar susar, şarkı bitiminde yeniden ateşlenmek üzere.
Araştırmacılara göre sözleri I. Dünya Savaşı sırasında yazılan şarkı II. Dünya Savaşı bütün vahşetiyle sürerken tüm tarafların üzerinde anlaştığı tek konu haline gelir. Aradan geçen 75 seneden sonra dahi Lili Marlen’siz bir II. Dünya Savaşı öyküsü eksik kalacaktır. Savaştan sonra da popülaritesini kaybetmedi Lili Marlen. Bugün hala II. Dünya Savaşı denince akla ilk gelen şarkı olan Lili Marlen’i 40’tan fazla dilde yüzlerce müzisyen, farklı türlerde söyledi, halen de söylemeye devam ediyor.
İşte Attila İlhan da “Zagreb Radyosu’nda Lili Marlen türküsü” derken Avrupa’yı saran faşizm günleri anlatıyordu.