31 Mart 2009 Salı

Kızıldere dün, bugün, yarındır

“Devrim yolu engebelidir, dolambaçlıdır, sarptır... Kurtuluş bayrağı, bu yolu tırmanan gerillaların birbirine iletmesi ile oligarşinin burcuna dikilecektir.” (Mahir Çayan)

29 Mart 2009 Pazar

Emperyalizme ve AKP gericiliğine teslim olmadan Türkleri de, Kürtleri de özgürleştirebilmek - 2

Öcalan’ın daha önce de okumuş olduğum bazı yazılarından da çıkardığım birkaç olgu üzerine durmakta aslında fayda var. Öcalan’ın üç aşamalı devrimi, AKP’yi Hizbullah’ın resmi şekli olarak gören biçimi ve Kürtler içinde Yahudilerin yarattığı milliyetçi dalga ve bu milliyetçilik olgusu. İşte bütün bunlar aslında Öcalan’ın emperyalizme temkinli baktığını gösteriyor. (Kaldı ki daha önceki yazılarında da Kemalizm’i yanlış tahlil ettiğini ve PKK’nin tekrardan bu tahlili yapmasını öneriyordu yazılarında. Ve aynı zamanda da Mustafa Kemal’in eli öpülecek biri olduğu görüşünü deklere ediyordu yazılarından. Tam olarak algılamış değilim “el öpme” mecazimi yoksa cezaevi koşullarından mı kaynaklanıyor onu da bilemiyorum ama sonuçta böyle bir yazı kaleme aldığını gayet iyi biliyorum.)

Üç aşamalı devrimden söz ederken Öcalan (bunlar ekolojik devrim - kadının temel alındığı devrim ve demokratik cumhuriyetçi devrim) olgusunun olduğu bu görüşler kuşkusuz Amerikan emperyalizminin desteğini ve/ya da emperyal güçlere biçilmiş bir rolü kapsamıyordu.

Yahudi lobilerinin Kürtler üzerindeki oyunları en son Gül’ün Irak ziyaretiyle kendini gösterdi. Anlaşılıyor ki, burada bundan sonra İngilizlerin, Yahudilerin ve Amerikan -emperyalizminin- lobilerini de gelip giderken göreceğiz. Gelip gitmeleri elbette yine Talabani ve Barzani’nin “PKK ya silah bıraksın ya da Kuzey Irak’ı terk etsin” mesajlarında ki gibi okunabilir. Ya da Hizb-u Tahir Örgütü’nün Fethullah karşıtı sert tavrı ve İngiliz emperyalizmine yakın açıklamaları buna kaynak olabilir.

Peki, burada ki asal mesaj kime?

Doğaldır ki Amerikan emperyalizmine!

Peki, PKK silah bırakır mı?

İşin açıkçası bu ütopik bir şey, zira bunun Öcalan’ın İmralı’dan avukatları aracılığıyla dışarıya yansıttığı yazılarında da görüyoruz. PKK silahsızlanacak ya da silahsızlandırılacak iddiası ayakları yere basmayan bir iddiadır ve öylede kalacaktır. PKK’nin silahlarını terk etmesi PKK’nin tavsiyesi anlamına gelmektedir. PKK elinde tek teminat olarak tuttuğu silahını hiçbir zaman bırakmayacaktır. Siz bakmayın ucuz yoldan köşe edinmeye çalışan burjuva kalemşorlarımızın çokbilmişlik edalarına. Onların uyguladıkları düpedüz küçük-burjuva ayak oyunlarıdır. Yoksa bir şey bildiklerinden değil. Buna emin olabilirsiniz. Zaten şimdiden başladılar köşelerinden “ben demiştim”lere. Ne yazık ki hiç biri tutmayacak. Ne PKK’nin Avusturya’ya ne de İskoç ve Norveç eteklerine sürülmesi söz konusu değildir. Hele hele PKK’nin siyasallaştırılıp Türk siyasetinin bir parçası haline getiriliyor olması gerçekten de gülünçtür. DTP zaten bu işlevi gerçekten iyi yapmaktadır ve hatta DTP’nin rolüne soyunan AKP’nin bundan tasfiyesi söz konusu olmalıdır ki en doğrusuda zaten budur.

Ergenekon olayında kendilerine sızdırılan bilgilerde de olduğu gibi birileri yine kendilerine bilgi servis edecek ve köşelerinden atıp tutmaya Türkiye’yi ve dünyayı tahlil ederiz yalanına kendilerini inandırarak yoluna devam edeceklerini sanıyorlar. Umuyorum ki İmralı gerçeğine bakan Kürt halkı bunu boşa çıkaracaktır.

MEDENİYETLER ÇATIŞMASI TEZİ’NİN İDEOLOJİSİNE KARŞI SOSYALİZMİN İDEOLOJİSİ
Dolayısıyla Amerika patentli bu ideolojilerin kaynağı ne Türk halklarının ne Kürt halklarının ne de çeşitli milliyetlerden halkların emniyetini içermektedir. Fakat bu tez Amerika’nın emniyeti ve kapitalizmin geleceği için Amerika’nın ulusal çıkarlarını savunduğunu söylersek yanılıyor olmayız sanırım.

Dolayısıyla…

Fransa’dan yapılan bir eleştiride Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması”na şöyle cevap verilmektedir Le monde diplomatique dergisinde: Huntington’un analizi, İslam dünyasına ve Çin’e karşı (Huntington, Çin emperyalizmi ve İslami köktendinciliği’ni batının düşmanları olarak sunmaya çalışmıştır) Amerika’nın yürüttüğü çıkar savaşımına teorik bir meşruiyet kazandırmayı hedeflemektedir.

İngiltere’den yapılan diğer eleştiriyse: Yıllar önce İngiliz profesörü Fred Halliday, “Medeniyetler Çatışması” tezine bazı eleştiriler yöneltti. Halliday’e göre Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmesinden sonra, hiçbir İslam ülkesi Batı’yı tehdit edecek güçlü bir orduya sahip olmamıştır. İslam ülkelerinin toplam askeri gücü Batı’nın çok gerisindedir. Sırf bu nedenden dolayı İslam’ın tehdit oluşturduğu iddiası gerçekleri yansıtmaktadır.

Buna benzer başka eleştirilerde Edward Said ve Samir Âmin gibi tanınmış kişilerde Huntington’un tezlerini eleştirerek şöyle diyorlar.

Öreğin şöyle der Edward Said: Huntington, medeniyetler çatışması üzerine yazdığı yazının başlığını ve ana fikrini Bernard Lewis’dan almıştır. Ve Bernard Lewis’i ‘etimolojiye hile katmak, kötü niyetli gözlemler yapmakla’ suçlayan Said, Lewis hayret verecek kadar cahil bir şarkiyatçı olduğunu ifade etmiştir.

Bu yüzden belki de Huntington’un tezine en sert eleştiriyi bir zamanlar Pakistan Dışişleri Bakanlığı yapmış Sardar Aseff Ahmad Ali dile getirmiştir. Sardar Aseff Ahmad Ali, Huntington’un tezlerini ırkçı bularak, dahası Hitler’in “Mein Kampf” (Kavgam) ve Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” kitabının arasında çok önemli fark olmadığını ileri sürmektedir.

Yener Orkunoğlu’da: “Medeniyetler Çatışması” tezi, medeniyet kelimesi gibi, belirsiz ve bulanık bir sözcüğe (kavrama değil) dayanır. Medeniyet sözcüğü ile kastedilen nedir diye sorar Yener Orkunoğlu.

Din midir?

Kültür müdür?

Belirli bir yaşam biçimi midir?

Bu bulanık ve belirsiz sözcük üzerine bir teori inşa etmek, teorinin de belirsiz ve bulanık olduğu anlamına gelir, medeniyet sözcüğü gerçekten bir olguyu izah etmekten yoksundur der.

Anlaşılıyor ki bayrağına orak-çekici taşıyan bir ulusun temelde gerici ve milliyetçi söylevlerin temsilcisi misyonunu üstlenmesi söz konusudur. Bunu şimdilik gerici bir parti konumunda bulunan AKP yürütmektedir. Kuzey’de ise birer halı tüccarı rolünde olan Talabani ve Barzani bu misyonu üstlenmişlerdir. Türkiyeli Kürtlerin önünde emperyalizmin öne sürdüğü politikalar vardır ve sosyalistlerin tavrı da UKTH’nın öngörüsüne sahip bir mücadeleyi savunmaktadır. Doğru perspektifte bu olmalıdır.

Doğaldır ki, Türkiye’de ne Kürt halklarının ne de Türk halklarının bağımsızlık mücadelesi bu konumda olmalıdır. Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesi bir dava olarak birincil bir konu olarak öncelliğini korumalıdır. Türkiye’nin demokratik anlamda gerçek bir şekilde bağımsızlığını savunması hem Türkleri hem de Kürtleri özgürleştirecektir. Bağımsız bir Türkiye Kürt halklarını, özgür Kürt halklarıysa Türkiye’yle birlikte Kürt halklarını özgürleştirecektir. Konuya böyle bakılmalıdır.

Ve nihayetinde hem Türkiye açısından hem de Kürtler açısından sosyalizmin kaderi bu olmamalıdır.

İşte yeniden yıllar geçerken, şimdi ayakkabılarını Saddam’ın heykeline fırlatanlar bugün kürsüde konuşma yapan Bush’a ayakkabılarını fırlatabiliyorlar. Dolayısıyla emperyalizmin bireyi bir araç / fedai / kurban olarak görmesinin üzerinden de yıllar geçiyor. Araç olarak görülen fedai ve kurbanın uyanmasıysa an meselesidir.

Zira Türkiye’nin tam anlamda ‘bağımsız’ bir ülke olması kendi coğrafyasıyla birlikte Ortadoğu’yu da bağımsızlaştırarak devrimcileştirecektir. Gericileşen bir Türkiye kendiyle birlikte Ortadoğu’yu da gericileştirecektir. Çünkü devrimci bir kıvılcım her şeyi değiştirebilir.

Yeryüzü bu devrimci kıvılcıma hazır olmalıdır.

— Bitti —

27 Mart 2009 Cuma

Emperyalizme ve AKP gericiliğine teslim olmadan Türkleri de, Kürtleri de özgürleştirebilmek - 1

Yıllar geçiyor, sınıflar, sınırlar artık Lenin’in belirtmiş olduğu Ulusların Kaderini Tayin Hakkı (UKTH)’ndan farklı bir şekilde ilerliyor, uluslar - halklar üzerinden gerçekleştirilemiyor izlenimi veriyor yaşananlar. Halkların kendi kaderini tayin etme hakkının önceliğini savunmak ve demokratik iç işleyişi kalıcı kılmayı da ortak payda olarak kabul ederken bütün bu olguları gerçekleştirmek isteyen başka nedenler - sebepler ve güçler dengesi oluşuyor. Bu şuan kesinlikle günümüzdeki halk yığınları, özgür bireyler ve topluluklardan oluşmuyor. Emperyalizm bunun böyle olamayacağını kanıtlamaya çalışıyor. Çünkü: emperyalizm işbirlikçilerine bunu emrediyor.

Bu yüzden düşünsel gelişmişliğimizin en belirgin göstergesi şu anda bu. Bunun ipuçları var, yüklediğimiz anlamlar var.

Bunu Gündem-Online’de Öcalan’ın “Diyalog olmadan silahlı güçler tasfiye edilemez” başlıklı yazısını okuyunca da görüyorsunuz, -burjuva- basından takip ettiğimiz kadarıyla Amerika Birleşik Devletleri’nin valisi konumunda ki Abdullah Gül’ün Irak’ta Talabani’yle görüşmesinde de gördük bunu. Bu yüzden Öcalan’ın yazısında eksik yanlar da var, yanlış ve doğrular da. Kavram kargaşası ve süreci kendi lehine çekip bundan pay sahibi olmak isteyen güçlerde var. 29 Mart ‘Yerel Seçimleri’ne bir yatırım mıdır bilinmez ama kendine bunu misyon biçen ve bundan nemalanmak isteyenlerde var. Şüphesiz 29 Mart ‘Yerel Seçimleri’ni kendi lehine çevirmek isteyen iktidarın ve en önemlisi de emperyalizmin uzun süreli bir aşaması ve de emperyalistler bundan dolayı taşları tek – tek yerine yerleştirmeye de çalışacak. Kaldı ki bunu da yapıyor bütün aymazlıklarıyla.

Amerika’yı kurtarıcı olarak gören, bir yandan da deyim yerindeyse köylü kurnazlığıyla “Köprüden geçinceye kadar ayıya dayı derim” diyenlerde azımsanmayacak şekilde de yüksek.

Tartışmanın tarafları ve savundukları düşüncelere bakıldığında, gelişmişliğimizin, ortaçağı aşmışlığımızın sadece biçimsel olduğu, düşünsel anlamda pek de ileri olmadığımızı rahatlıkla görebiliyoruz. Bütün tartışmalar bu süzgeçsisi içinde kendini gösterdi ve demokrasiye bakış açımız, kadına yaklaşımımız, dinlere, özgürlüklere, bilime bakış biçimimiz hep böyle ola geldi.

Düşünce biçimi, soyut kavramların gerçek olduğunu ileri sürmekle kalmayıp, aynı zamanda, öz değişmezliği anlayışıyla, durağanlığı ve statükonun kalıcılığını da benimsetmeye çalıştı; “öz”ün sabit ve değişmezliğini iddia ederek, toplumsal farklılıklara, haksızlıklara ve ayrımcılığa onay veriyor; bu haksızlıkların ortaya çıkmasına zemin hazırlıyor; kutsal kişi ve kurumları yaşamın her alanına yayıp, söz konusu kutsallıkları dokunulmaz kılıyor; önemsenmeyen bireylerin, soyut kavramlara feda edilmesini sağlıyor; bilimsel bilgi için bir gereklilik olan gözlem ve deneyi küçümseyip, inançla harmanlanmış bir bilgiyi referans olarak sunuyor.

İşin ilginç yanı, farklı hatta karşıt cephelerde yer alanların da aynı anlayışı benimsemesi oluyor. Bireyin bir değer olmaktan çıktığı, “Ulu önder”, “Halk önderi” “Rehber” gibi gerçeklikten soyutlanmış kavramlara kurban edildiği günümüzde, karşıtların farklı kulvarlardan aynı anlayışa hizmet ettiklerini gördük!

Amerika hegemonyası son çeyrek yıldır belki de bu yüzden “İdeolojiler bitti” diyerek bütün bunlardan söz ediyor. Sözüm ona 11 Eylül saldırısından sonra “özgürlükler” adına “teröre savaş açarak” Afganistan’ı, Irak’ı “Demokrasi” adına “İşgal” ettiği topraklarda da bunun ipuçlarını veriyor.

İşte bundan dolayı belki de pembe bir çerçeve içerisinde gittiği ülkelerin iç işlerine burnunu sokarak ve işgal ederek halk yığınlarını “Özgürleştirdiğine” inandırdı, bu yüzden de Saddam’ın heykellerine ayakkabı fırlatarak gösterdi bütün gerçekliklerini ve samimi olma yarışlarını çılgınlarca göstermeye çalıştı. Böylesine coşkuyla karşıladı işte kurtarıcılarını.

Demokrasi, insan hakları, eşitlik, özgürlük, bağımsızlık gibi gelişmişliğin göstergesi olan kavramları dilimizden düşürmememize ve bu amaçla çok ağır bedeller ödememize karşın, kendi ortaçağımızı aşamadığımız gerçeğiyle karşı karşıya kaldık! Uzun bir sürede böyle devam edecek sanırım.

MEDENİYETLER ÇATIŞMASI TEZİ’NİN İDEOLOJİSİ
Amerika’nın vahşi kapitalizmi, emperyalizm evresine geçmeden önce 90’lı yıllardan sonra Soğuk Savaş’ın bitiminden itibaren uluslararası ittifakta belirleyici olan unsurun politik ya da ekonomik ideolojiler değil, medeniyetler olmaya başladığını ve 21. yüzyılda da bu trendin devam edeceğini ifade eden bir tezle yoluna devam ediyordu Bush, diğer elinde de kutsal bir kitabı bulunduruyordu!

Sözünü ettiğimiz tezlerden biri Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” adlı kitabı diğeri de kutsal bir kitap olan İncil’di kuşkusuz. 21. yüzyılda uluslararası politik alanda önce çıkacak haritalardan söz ederken Huntington, Batı tarafından kolonileştirilen dünyayı hedefliyordu. Bunun için kitabı okumanıza gerek yok aslında, kitap üzerine birkaç makale okusanız bile yeterli. Sarsılırsınız ve korkutucu bir “Medeniyet” savaşının neresinde olduğunuzu görürsünüz de diyebilirim. Zaten bu İncil’de de hatta Kur’an’da ve Tevrat’ta var. Dört kitap bunu emrediyor. Din adına “Öldüreceksiniz!”

Sovyetler Birliği’nin dağılması, Tito’nun Yugoslavya’sına olacakların zeminin oluşturulması ve Yugoslavya’da patlak veren savaşlardan doğan Sırp, Hırvat ve Boşnakların bir devlet olarak özerkliğini ilan etmeleri ve Yugoslavya ‘Bağımsızlık savaşının’ halk önderi Tito’nun özelleştirilmiş olan camekânlı mozolesi aslında bunu gösteriyor.

Bu yüzden sınırları belirleyen ve çizen kim?

Lenin’in hem UKTH’na hem de halkçı (halk ayaklanmalarına) devrimlerin yerine elbette şuan Amerika Birleşik Devletleri, yani emperyalizmin ideologları, Pentagon şeflerinin masaları!

Yani savaşlardan önce çizilmiş sınırlardan söz ediyoruz. İşte İstanbul’da gerçekleştirilen 2004-NATO Zirvesi bunun sonraki ayağı da oldu, Ortadoğu’nun şekillenmesinde önemli rol alacak olan ve bu topraklarda şekillenen Büyük Ortadoğu Projesi ve onun “Eşbaşkan”ları bunun ilk adımını ne yazık ki atmış durumda. Ne yazık ki diyorum çünkü: savaşlar, yıkımlar, işgaller döneminin başlangıcı oldu 21. yüzyıl dünyası.

Öyle ki bütün parçaları üst üste koyduğumuzda: Erdoğan’ın Davos çıkışı ve daha sonra meşhur Avrupa basınında Erdoğan için “Halife olsun”, Türkiye’de de “Hilafet kurulsun” yazılarından sonra yine Erdoğan için açılan “Son Osmanlı Padişahı I. Recep Tayyip Erdoğan” pankartı belki de bu açıdan anlamlıdır. Önemsenmesi gereken ise Huntington’un Türkiye'nin Atatürk'ü (ya da Avrupalıların artık bıktık dedikleri laiklik ilkesinin) reddedilmesi ve Osmanlı’nın mirasına sahip çıkmasını ve İslam ülkelerinin liderliği için Amerika’ya sadık bir ‘Yeni’ Osmanlı Devlet biçimini göstermiş olmasıdır. Ya da şöyle söyleyelim, durup dururken ağzında ki baklayı çıkartan Fethullah Gülen’in ‘Ilımlı İslam’ modelinin FBI tarafından korunan çiftliklerinden dillendirmesi de bize bir kanıt olabilir. Bu yüzden her şey Amerikalı Fethullah üzerinden dönüyor, o ağlıyor Türkiye’de taşlar yerinden oynuyor. O gülüyor taşlar yerine çekiliyor. O çemkiriyor Türkiye’de iktidarlar değişiyor.

Tıpkı Rusya’nın, Sovyetler Birliğini ve Lenin’i (burada bir parantez açalım, Putin’in tekrardan inşa ettiği Stalin heykellerini unutmuş olmalarına şaşırmıyorum) reddetmesinde ki gibi Türkiye’nin de ‘Laikliği’ reddetmesi ve Batı’ya yakın, Batı’nın istediği gibi sadık bir Müslüman ülke olmasının yanında Batı karşıtı güçlerin yok edilmesi talep ediliyor.

Özgür bireylerin oluşması, İslamiyet’in doğal olarak medeniyetler göz önüne alındığında Hıristiyanlığın bir adım önünde olması ve bu İslami adımın Hıristiyan dini için bir adım geriye çektirilmesi adına ideolojilerin bittiği savını ısrarla dillendirmesi boşuna değildir “Medeniyetler Çatışması” adlı yapıtın?!

Oysa söz konusu ideolojilerin bitimini savunanlar, bitti dediği ideolojilere gerektiğinde de gidip bir hınzırlıkla sarılması da söz konusudur. Yani düzensizlikler kendi içinde ister istemez bir düzen de inşa edebiliyorlar. Tıpkı Anarşizm doktrinin savuna geldiği düzensizliklerin de aslında kendi içinde bir düzen kurmasında olduğu gibi. Zira Huntington’un Medeniyetler Çatışması’nın reddi de burada tekrardan anlam kazanıyor. Bu reddediş “Medeniyetler Çatışması” tezini şiddetle reddetmekle kalmıyor çökertiyor da. Çünkü “Medeniyetler Çatışması” başlı başına bir ideolojiyi resim ediyor. İdeolojisiz bir dünyayı savunurken kendi ideolojisinin resmini vermesi açısından manidardır Huntington’un “Medeniyetler Çatışması.”

Bundan dolayıdır ki, Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması”na karşı birçok Marksist yazar gibi Oliver Roy’da “Yanlış Savaş” adlı kitabında buna farklı bir gözle bakıyor, Roy savunusunu yaparken şöyle diyor: “Uluslararası faaliyet gösteren İslamcı terör örgütlerinin kurbanlarının çoğu Müslümanlar. Bu gerçek, İslam dünyasının Batı'ya savaş açtığı iddiasına dayanan basit düşünce şekliyle çelişiyor” diyen Oliver Roy, El Kaide tarzında, küresel alanda faaliyet gösteren teröristleri, “Şii Hizbullah ya da Sünni Hamas gibi yerel ya da ulusal bir gündemi ve faaliyet sahası olan İslamcı aktörlerden” genel olarak ayırıyor.

“İslamlaşmanın stratejik bir faktör haline gelmesi için, bir diğer belirleyici etkenle daha bir araya gelmesi gerekir: Bu, genel olarak (Hamas ve İran örneklerinde olduğu gibi) aşırı milliyetçi, (Taliban örneğinde olduğu gibi) etnik ya da kabilesel bir etken olabilir” diyerek özetle bu yolu yanlış bularak Batı’lı seçkin yöneticilerin özeleştiri yapmasını bekliyor.

Devamı için
Emperyalizme ve AKP gericiliğine teslim olmadan Türkleri de, Kürtleri de özgürleştirebilmek - 2 başlıklı yazınının devamını okumak için burayı tıklayın.

21 Mart 2009 Cumartesi

Çakalın padişah olduğu yerde it olmak

“Amerika’nın değneksiz itleri” başlıklı yazımda son altı, yedi yıldır bizim güzide dincilerimizle birlikte liberallerin büyük bir Amerikan hayranlığına şahit oluyoruz demiştim.

Bu yazıda aslında onun devamı niteliğindedir.

Bunlardan bazıları biraz yola gelir gibi oldular ama mecburi istikametleri bu doğrultuda olduğu için aslında. Yoksa adamların umurunda değil objektif gazetecilik, halka tarafsız ve gerçek bilgi verebilmek.

Örneğin bunun başında bilindiği gibi, iktidarla ters düşen Doğan Gurubu geliyor, bu durum olmasaydı geçmişte de olduğu gibi AKP’ye ve Erdoğan kliğine yaranmak için gece-gündüz yine yalamalık işlevini devam ettireceklerdi manşetlerinden. Başında da Ertuğrul Özkök gelirdi sanırım, çünkü o halen korkuyu üstünden atabilmiş değil yazılarından çaktırıyor durumunu ve ruh halini.

Dolayısıyla bütün bunlar karşılıklı söz düellolarıyla ve pek demokrat ve özgürlükçü Erdoğan’ın boykot çağrıları ve bir baskı aracı olarak Maliye Bakanlığı’nın yetkileriyle Doğan Gurubu’na verdiği vergi cezalarıyla devam ediyor.

Gidişatı bilemiyoruz ama Doğan Gurubu’nun açık bir kapı bulur bulmaz Erdoğan’ın kucağına atlayacağını tahmin etmekte pek zor değil. Tabii Erdoğan’da onların kucağına…

Ama ilişkiler eskisi gibi olur mu? O bilinmez ama bundan en çokta Doğan Yayıncılığa bağlı gazetelerin bazı köşe yazarlarının dışında Doğan ve Erdoğan’ın mutlu olacağı kesin.

Biliniyor ki, elli yıldır ülkenin koynuna yangın bombası gibi düşmüş sağ siyasetin faturası işte önümüzde, bunu yapan yine o gün ki iktidarlara yaranmak için yürütülen basın desteğinin kuşkusuz katkıları olmuştur. Şimdi de kendini hem muhafazakâr ve de demokrat olarak lanse eden bir parti var iktidarda son 7 yıldır. Menderes gibi bol kepçeden atıyor, kim yerse!

Yaratmış oldukları gazete ve televizyonlarla, Valileriyle birlikte koro halinde hep beraber bağırıyorlar. Ya onlardansın ya bizden!

“Onlardan” olduğunu yavaş-yavaş belli eden bir tane var aslında şuan görsel basında. Aydın Doğan’ın boşalan yerini doldurmaya çalışıyor ama Doğan’ın verdiği tadı veremiyor. Yeni ve tombul küçük bir burjuva gazete sahibi de oldular sonunda. Başından beridir net değillerdi “Onlardan mı olsak yoksa…” diye düşünürlerken iktidardan olmakta karar kıldılar. Adı Haber Türk, hayırlı olsun! Diğer soytarılar yetmiyormuş gibi bir bunlar eksikti!

Şimdi düşünüyorum da gerçek anlamda korku aslında insan için ama bir yandan da gerçekten pis bi’şeymiş şu korku. Erdoğan, ATv ve Sabah gazetesini damadı için gasp ederken üzülmüştüm, hata üzülmenin dışında da dürüst olmak gerekirse, günlük hayatımızda herkesin yaptığı gibi hokkalı küfürler de savurmuştum. Boşunaymış şimdi anlıyorum. Ettiğim küfürleri bile hak etmediklerini düşünüyorum. Yavşaklığın dibi yok, yavşaklık her yerde Çakalın padişah olduğu yerde it olmak kolaydır” sözü gibi kendine yer arar, sıkışınca da ilk işi sıvışmak olur... Bir bakmışsınız başka bir şey olmuş... Çakal olmuş, it olmuş vs. vs... Malum burada ki “Çakal”da belli “İt”te.

Bir insan ne için yaşar?

Onur!

Gurur!

Dürüstlük!

Ahlak!?

Hayır!

Bunlar bu tiplere yabancı olgular.

Peki, ne için?

“Çakalın padişah olduğu yerde it olmak kolay” olduğu için. Yani fazlasıyla hak etmişler.

E kolay değil, sofra büyük, oyun zevkli. Özelleştirme pastası kimlerin aklını başından almadı ki. Hangi birini sayacaksın. Özalını mı, Demirelini mi, Çillerini mi?

O yıllar gazetecilerle birlikte özellikle o dönemin bürokrasisi içinde olan kodaman sermayedarlarla / siyasetçilerin, hangi hâkimleri, hangi kamu görevlisini doyurup kısa yoldan köşeyi dönmelerini gece-gündüz düşündükleri kesindi. Ve sonradan da çıkmıştı bütün pislikleri!

Sanırım AKP’nin ve özellikle de Erdoğan’ın pisliklerinin (gerçi o pis kokular şimdiden duyuluyor) hele ki mevcut iktidar AKP tarihin çöplüğüne gideceği zaman o gün daha net gün yüzüne çıkacağını şimdiden kestirmekte zor değil. O zaman da sanırım şöyle %47’lik bir ses duyulacak o kokularla karışık; way be neler neler yapmışlar. Biz de o pis kokulardan uzak seyredeceğiz kuşkusuz bunları. Haklılığımızı bir kez daha kutlayacağız.

Netice de sermayedarların ve Erdoğan gibilerinin iktidarları için it dalaşı bu. Yani birbirine yapışık köleler!

Bir de her boktan anlıyorlar, İmam Hatipler'de 4 yıl içerisinde ne tür şeyler öğretiliyor bilmiyorum ama bir yandan da keşke bende şu İmam Hatiplere öğrenci kılığında girsem de ne türlü şeyler öğretiliyor (?) diye şuan iç geçirirken bir yandan da cidden her şeye boktan bir cevap veriyorlar ya demek ki ilim ve bilim yuvası bu mübarek yerler. Bilimsel bir duruşları var, öyle ki mübareklerin mimikleri bile bilimsellik ve ilim akıyor.

Yüzlerinde ki ve ağızlarından çıkanlardan ve ülkeyi yönetiş biçimlerinden söz etmek istemiyorum. O ayrı bir “Sosyal” facia durumu.

Hele iki kişi var ki, Demirel iktidarı ve Cumhur Reisliği dönemi sesi çıkmayan ama o şavşatalı dönemler çöktükten sonra ki o dönemi çok iyi kaleme almış Nihat Genç: “Uğursuzluğun ve kokuşmuşluğun milli kraliçesi! Nazlı Ilıcak da, “Banka soygunu” yazısı yazmayanlardan. Bir tane yazayım dedi, “Sen önce, kocan Kemal Ilıcak, sen önce hırsız oğlun Mehmet Alı Ilıcak’tan haber var” dediler, neye uğradığını şaşırdı, kocamı, oğlumu hatırlatırlar diye soygun yazısı yazamıyor. Allah’a bin şükür, o günlerde genelkurmaydan “andıç” belgesi Allah’ın bir nimeti, önüne düştü.

(…) Şu kadını, çişini tutamayan bir albay emeklisiyle evlendirseler de biz de kurtulsak. Bu milli bataklıkta hala manken gibi yürümesini becerebiliyor. Mehmet Barlas’la “Soyguncuların, genelkurmayın” muhalefetini yaptıklarına, yalnızca ikisi inanıyor. Ülkemizin en soğuk gerçeği, muhalefetçi kalemlerimize bakın: Ilıcak, Barlas!

İslamcılara, sağcılara demokrasiyi öğreten işte bu mendebur kalem’ler.”

Bugünün sözde darbe karşıtı Ilıcak, 12 Eylül döneminde arşivler açılıp bakıldığında görülecektir ki darbeci Kenan Evren paşasına methiyeler dizmişte dizmiş…

Darbelere elbette karşıyız ama insan biraz dürüst olur demi, hani o gün ne dedin bugün çıkıyor işte, hiç mi düşünemiyor bunlar?

Birde bununla birlikte şimdi öyle bir noktaya geldik ki bütün bu haksızlıklar karşısında; kendini savunamayan, muhaliflik yapamayan Türk Solu’nu (Sosyal Demokratları) savunmakta bize düştü, bunun içinde elbette Kemalistler'de var (Sosyalizm yerine Türk solu, Kürt solu gibi kavramları da Öcalan siyasi litarütürümüze kattığı içinde kendisini kutluyoruz, çünkü tek kattığı şeyde bu oldu) öyle ki kendini “Sol” diye tabir edebilen ve doğası gereği “Sömürüye, kapitalizme, Amerikan emperyalizmine, Avrupa Birliği gibi emperyalist topluklara” karşı olması gerekenler bugün söylediklerinin karşıtı durumuna düştükleri için, “Devrimci sol güçlerimiz” utanmaksızın, insan içine çıkılmayacak bu zirzopluğun içinde siyaset yürütüyorlar ya insan cidden birleşip iki-üç kişilik “Demokrasinizin...” diyesi geliyor.

Bundan dolayıdır ki, yedi yıldır onların mide kaldırmayan pislik yazılarını artık sıkılarak ve sonunda da nasıl bitireceklerini bilerek okuyoruz.

Zira ben, yıllar önce Leman dergisi alınca ilk işim Nihat Genç’in ve Cezmi Ersöz’ün yazılarını okumak olurken ve daha sonra kendimi Ankara’da Yüksel Caddesi’nde ellerimizde dergilerle sokaklarda gezinirken bulunca Nihat Genç’in bizlere bakan çatık kaşlarıyla karşılaşmıştım. Ondan sonra Leman’ı okumayı bırakmıştım. Öyle ki etkilenmiştim, ne de olsa adam düşmanı mıymışız gibi bakmıştı bize.

Şimdi aradan uzun yıllar geçti.

Hiç düşünmezdim Nihat Genç’ten alıntı yapıp kendisini referans yapacağımı. Bari başladım, devamını getireyim. (Ayrıca şunun altını çizmek isterim, normalde yazılarımda küfürü ve argoyu kullanmam ama burada da argo bizim kültürümüzde vardır diyerek Erdoğan refarans olduğu için, dolayısıyla -güya- resmi bir makam olarak gördüğümüz bu kişiden hareketle ve halkı azarlayışını birer küfür de algılayarak burada yer vermekte sakınca görmüyorum.. Ayrıca az bile görmekteyim şuan!)

Son söz...

Yıllar önce…

“Genç Milli Takım antrenörü Serpil Hamdi Tüzün, takım yabancı bir takıma yenildikten sonra, hepsini soyunma odasına çekip, önlerine geçmiş. Sırayla, eliyle işaret ederek: “Senin ananı .ikiyim... Senin de ananı .kiyim... Senin de ananı .ikiyim...”

Yedek kaleciye kadar gelmiş sıra: “Senin de ananı s2yim” Yedek kaleci, şaşkın: “Hocam bana niye küfrediyorsun, ben sahaya bile çıkmadım.” Hoca; “Olsun, sen de, bu kaleciyi kesmedin, o yüzden ananı s2yim.”

Sen de Türk solu, elli yıldır, bu eşkıyalardan iktidarı alamadığın için, senin de...”

16 Mart 2009 Pazartesi

Aynaya bakınca görülenler…

Hafızamız taze, çok şükür gözümüz kör kulağımız sağır değil, haysiyetimizi de satmamışız, kimin adam öldürmeyi iyi bildiğini de çok iyi biliyoruz, tehditlerle de işlerimizi görmüyoruz.

Çalışan, emeğini ve alın terini ekmeği için ortaya koyan binlerce işçi Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi rekoruna ortak oldu, tarihi bir gelişme aç ve yeni “İşsizler ordusu” geliyor. Resmi rakamlar birçok Tv kanalında son dakika haberi diye geçiyor: “Türkiye’de son 3 ayda işsizlilik oranı %13,6’yı buldu!”

Bundan birkaç ay önce “Monşer” diye tabir ediklerinin dizlerinin dibinden ayrılamayan Kasımpaşalı Tayyip, eskisi gibi racon kesiyor. Kızıyor, kükrüyor, çemkiriyor, yüz hatları şekilden şekle giriyor, gözaltlarında şişmiş göz torbalarıyla dişlerini gösteriyor işçi sınıfına.

İşçi ön sıradan bağırıyor “Açımmmmm!”

Kasımpaşalı çemkiriyor “Bana neee, bana anlatma derdini!”
Alanları (zorunlu) dolduran binlerce esnaf, işçi, memur aç olan o işçi kardeşine tepkisini büyük bir dehşetle alkışlayarak veriyor Kasımpaşalıya destek olarak…

Kasımpaşalı tutamıyor kendini “Görüyorsunuz işte, sorumlusu sanki bizim hükümetmiş gibi açım diyor şu adam, oysa (gözünü sevdiğim, bayrağına kurban olduğum Amerika’sında da oluyor bunlar, daha dün Irak işgal edildiğinde Amerikalı askerler kazasız - belasız evlerine dönsün diye dua ettiğim günleri unutmayın. Allah’ın izniyle Amerika bizi kurtaracak, kriz bir burada yok, Amerika’da da var. Ayrıca bu kesin CHP’lidir, olmadı komünisttir) bunun sorumlusu sizsiniz diyecek, diyemiyor “Takdir-i İlahi işte söyleyemiyor." Dili tutuluyor.

Bu arada “İşsizler ordusu”, Jack London’un “Açlar ordusu” ve/ya da Nazım’ın dizelerinde ki gibi yürüyor:

“Açlık ordusu yürüyor
yürüyor ekmeksizleri ekmeğe doyurmak için
hürriyetsizleri hürriyete doyurmak için açlık ordusu yürüyor
yürüyor ayakları kan içinde.”

Sarsarak yürüyor Monşerlerin, Kasımpaşalıların, TÜSİAD’ların, MÜSİAD’ların aralarından, dünyanın herhangi bir kentinde artık başıboş, sokakları sarsıyor. Artık beraber ıslanmıyorlar, artık beraber aynı yollarda değiller. Ama yürüyecekler muhakkak bi’yere kadar, birlikte! Zaruri istikamet bu! Şimdilik!

Yanlarına avutulmuşlukları, umutlarını ve mevcut iktidarlarının kocaman yalanlarını da alarak yürüyecekler, belki de %47’den %50’ye varacaklar.

Yoksullar daha da yoksullaşıp, fakirleşirken, Kasımpaşalı racon keserek devam edecek yoluna ve son 6–7 yılda TÜSİAD’ların, MÜSİAD’ların, KOÇ’ların, EZCABAŞI’ların ve SABANCI’ların servetinden daha da çok çocuklarıyla birlikte onlardan yükselen servetlerine servetler katacak hem cinsleriyle, semirecekler, yiyecekler, saldıracaklar Tanrı adına üç beş kuruşuna da işçilerin. Ve bu yüzden daha gür çıkacak sesi Kasımpaşalının, daha da çemkirecek.

Sonra insanlar bu sözlerden NATO’nun özel savaş birimlerinden, taşeron istihbarat servislerinden gazetelere servis edilen bilgilere kadar, kokainman faşist katil sürülerinden, pezevenklerden, teslimiyetçi milliyetçilerden ve hasılı bilcümle kan dökücülerinden ve ortalıkta cirit atan dincilerden sanrılar çıkaracaklar. Gerçek ise, gerisi toptan olan o sanrıdan kendisini külliyen kurtaracak ve reddecektir bütün bu boyunduruğu ayaktakımı süvarileri!

Ve…

Davos çıkışından sonra, İsrailli generalin kendisine söylediği gibi aynaya bakmasını önerirken sesi çıkmayan dönekten kahraman yaratan Amerikan ve Londra merkezli Kasımpaşalının servetini yağmalayacak Nazım’ın açlık ordusu!
.
Ne mutlu o güne, o günü müjdeliyor işte o %13,6'lık işsizlik ordusu!
.
Yaşasın o günü müjdeleyen işçi sınıfının kızıllığına!

9 Mart 2009 Pazartesi

Küfür ettirmeyin lan şimdi!

“Karanlık bir gece…
Dalga korkusu ve bu derece dehşetli bir girdap.
Sahilde rahat rahat yolculuk edenler, halimizi nereden bilecekler?”
(Hafız Divanı)

İsrailli pilotlar Konya’da eğitim görürken, o aymazca bir şekilde patronların kurmuş olduğu ve zenginlerin fakirleri daha da iyi nasıl sömürebileceği bir toplantı olan Davos’a gidip geldi “Davos Fatihi” olarak ve Türk hava sahasına iniş yaptı önceden hazırlanmış sıcacık matbaa pankartlarıyla. Ve daha sonra metrobüs açılışına katıldı "Son Osmanlı Padişahı I. Recep Tayyip Erdoğan" pankartıyla. Ergenekon daha mistik bir hikayeyken AKP’nin silahşor kalemşorları sayesinde Ergenekon’un şemasını krokilerle açıklayıp deşifre ettiler hep birlikte.

Deniz Feneri yaktığı karanlık ışıkla din kardeşlerini tırtıklayarak cebine iç ettiği paralarla Tayyip’in pek güzide çocuklarına gemicikler aldı sus payı olarak, hem mümindiler hem de din kardeşi hepsi aynı davaya baş koydular Amerikan hegemonyası adı altında ve Kanal 7 gibi sahte Müslümanlarla Almanya mahkemelerince suçüstü olundular. Alman mahkeme salonları ‘yüzyılın vurgunu’ nidalarıyla sarsıldı, asıl suçlular Türkiye’de diye bağırıldı. Ses duyulmadı, tık yok!

Bunun üzerine 'bağımsız' Türk mahkemesi Ergenekon’da sınırsızlığını ve bağımsızlığını Deniz Feneri’nde Tayyipciğinin emriyle davayı korumak adına ‘bilgi dışarıya aktarılmayacak, avukatlar bile bunun dışında tutulacak’ diye resmi açıklama yaparak gösterdi bütün ‘tarafsızlığını.’

Tayyip’in valileri çeşitli yerlerde kendisi adına seçim anonsu geçerken valilik makamlarından özellikle de son dönemlerde Dersim’de (Not: Tunceli’nin eski adının Dersim olduğunu ve Dersim tarihini bilmeyen cahiller olabilir) suyu ve elektriği olmayan yerlerde gırla çamaşır makinesi, buzdolabı, çek yat tarzı kanepeler dağıldı kış aylarında, Tayyip her zaman ki Kasımpaşalılığıyla kendi gibi asalak valisinin koltuğuna sahip çıkarak ‘valisini yetirtmedi’ miting alanlarında. Ama Dersimliler de yemedi bütün bunları. Hakkı olanı aldılar ve hakkını da verecekler seçim günü Tayyip gibi sahte külhanbeylerine.

AKP’nin photoshoplu fotoğraflarla mitingler düzenlendiği ortaya çıktı, bunları da damadının gazetelerinden okuruna bire bir ücretsiz ve sosyal devlet olma anlayışı olmasından olsa gerek ‘başkent sokaklarında’ vatandaşlarına hizmette bulunarak veril(me)di. Tayyip’in biricik damadı Sabah ve ATV işçisinin sendika hakkından dolayı greve çıkış haberlerini de objektifliğinden ve emek dostu olduğundan dolayı yer vermeyerek yine gazetecilik örneği sergiledi gazetesinden. Üstüne üstelik Sabah-Atv’de greve çıkmış kendi basın emekçilerini de dava etti.

İşte bunlar, o pek güzide ‘demokrasinin beşiği’ ülkemizde yaşanıyor.

Cumhurbaşkanları Kenya’da Fethullah okulları açıp safarilere katılıp aslanların başını okşarken, Türkçe karşılanıyor Kenyalı çocuklarca. Oğlu 14-16 yaşında iş hayatına atılıyor. Sicili ‘kocasından da kabarık Emine, Tayyip’i aratmayarak’, ülke insanları açlık sınırının altındayken ve pazar yerlerinden ‘çöp toplarken’ pek umurlarında olan güya o çok sevdiği halk için, parmağına 50 milyonluk yüzük takma cesareti gösteriyor kendi atadıkları Cumhurbaşkanlarının eşleri gibi. Türk havalimanlarında kuyumcular açıyor Amerikan’ın herhangi bir eyaletinde yaşayan çocuklarıyla.

Sırtından cennete girmek için ve THY uçağı düşmesin diye zavallı bir deveciği kurban ederken Türk Hava Kurumu Müdürlüğü, havalimanı kapısı önünde gazete deklanşörlerine yakalanırken onlar alkış sesleriyle inletiyorlar meclis guruplarını…

Ve sonuç… Uçak düşüyor, devenin sırtından cennete girmek için heves edenlerin boğazına diziliyor deveciğin etleri.

Bütün bunlardan neden söz ediyorum?

Bayağı bir demokrasimiz varmış ondan söz ediyorum, yani ‘hamdolsun’ demokrasi zenginiyiz!

Öyle aşırı ve abartılı bir demokrasiye sahibiyiz ki umuyoruz bu demokrasi başta Tayyip olmak üzere AKP’nin üzerine yığılır ve demokrasi zehirlenmesi geçirirler diye umut ediyoruz.

Nazi propaganda yöntemlerine benzer, ‘yaratılmış’ bir yalancı pehlivanlık vakasıyla karşı karşıyayız Tayyip sayesinde. İsrail Cumhurbaşkanı Peres’e haddini bildirdiği türünden palavralar sıkanlar (ki burada Tayyip, kendine bir zamanlar ‘menfaat ve çıkar ilişkilerinden dolayı’ destek veren Aydın Doğan gurubunu CHP’nin yandaş medyası diye suçlarken kimse bunlar zamanında seni de destekledi o zaman neydi bunlar? Ya da sen onun bunun malını gasp edip -çalarken- damadın adına gazete alırken ve Cem Uzan gibi lümpenlerin mallarına el koyup peşkeş çekerken o malları kendi yalakalarına zorla el koydurup, gazetelerin başına oturturken yandaşlarını kimse sorgulama derdine düşmedi despotizminin sayesinde) fakat kimse de o dönem asıl tavrın da Mahir Çayan’ın 17 Mayıs 1971’de İsrail konsolosu Efraim Elrom’un kafasına sıkarak gerçekleştirdiğini de dillendiremedi!

Bizimle birlikte Red Dergisi dışında kimse buna vurgu yapmadı maalesef. Hepsi bir korku imparatorluğunda yaşıyorlar çünkü!

Ya biz de köşeyi döneriz bir gün diye umut ediyorlar ya da oluşturduğumuz o küçük bloklardan bizi de elbet fark eden olur diye ‘inanmışlığından değil’ yalakalığında üstünde bir performans gösteriyorlar.

Kimsenin işine gelmiyor anlaşılan. Yalakalığın, asalaklığın, yavşaklığın sınırı yok, artık bizde bunu biliyoruz.

Örneğin;

1.) Gece gündüz uygulamış oldukları ‘en iyi uşaklık nasıl olur’ politikasıyla bütün değerlerimize küfür ediyorlar.

2.) Sırf “Bağımsız Türkiye” sloganı çerçevesinde sol-devrimci ve Marksist geleneği gericilikle itham ediyorlar.

3.) Dini ritüellerle din üzerinden siyaset yapıyorlar. Emperyalizmin kara propagandasıyla birlikte kinci, şovenist, dini-faşizan yeni bir ayrışmaya gidiyorlar.

4.) 29 Mart seçimlerinden sonra Amerika’yla ve onun ekonomik gücü IMF’yle anlaşma yapılacağını ve AKP’nin masaya oturacağını korkularından dillendiremiyorlar.

İşten çıkarılan işçiler işinden olduğu için ağlıyor, kafasına silah dayıyor… Yoksulluk sadece Tayyip’i teğet geçiyor, yoksulu daha da yoksullaştırılıyor… Patronlar düzenlediği gecelerde dümbelekler çalıyor… Hamdolsun Emineler 50 milyonluk yüzük takıyor!

İsrail’e laf eden Tayyip, İsrail komutanından ‘sen git de aynaya bak!’ diye fırça yiyor, ‘Davos Fatihi’ süt kesmiş kediye dönüyor, sesi bile çıkamıyor… Ama kimileri onu ‘Padişah’ ilan etmeye hevesleniyor… Ve ABD marifetiyle koca bir ‘Fethullah toplumu (saçmalığı) yaratılıyor…

Suçları bu yüzden büyük, hatalarını hatalarla düzeltiyorlar. En büyük hataları dün İngiliz uşaklığıydı, bugün Amerikan uşaklığı!

Bilemiyoruz belki de Tayyip bugün için son padişah diye görülüyor ve birkaç partili yalakacısı tarafından kulis yapılarak, son padişah pankartıyla karşılanıyor olması bizi şaşırtmamalı (şerefsiz ve onursuz bir şekilde) tıpkı Vahdettin dedesi gibi birgün oda bir İngiliz gemisine atlayıp soluğu İngiltere’de alabilir?!
.
Kim bilebilir belki de bu yüzden Tayyip oğluna bir gemicik almış olabilir, ne de olsa gidecek diğer padişah o, Amerikalıların ve pek güzide Avrupalıların sadık çocuğu olan son padişah o değil mi?

Dedelerine özeniyor anlaşılan, o yüzden ‘Başbakan Erdoğan, metrobüs hattının açılışında bir pankartla karşılanırken Tayyip’in ailesinin Osmanlı Sarayı ile bir ilgisi var mıydı? Bunu bilemiyoruz…’ ama sanırız bu konu hakkında da Soner Yalçın yardımcı olabilir diye düşünüyorum bizlere.

Asalak topluluğunun yaşamlarındaki bayağılık hakkında fikir edinmemizi sağlayacak bir olay bu aslında, ‘devrim’ sloganıyla ‘burjuva (düzen) partisi’ düzenlemesinde yatıyor bu yüzden bütün olay. Kelime haznesi üç yüz rakamıyla sınırlı insanlar, his dünyasının altında ne kadar zengin olduğunu anlatma gayretiyle ıkınınca basenlerinin arasından yeni bir tür (demokrasi sesi) çıkıyor.

O yüzden gazetelerde ‘Başbakan Erdoğan Sinop-Boyabat Tüneli Geçiş Yolu’nun hizmete açılması sırasında video bağlantısı olmadığını öğrenince çok kızıp, görevliye söylediği o diyaloga vurgu yapıp yazımın başlığını “Küfür ettirmeyin lan şimdi!” diye neden verdiğimin açıklamasını yapayım. Çünkü aslında devrimci ağzı değildir bu. Bundan dolayı Tayyip görevliye arasında şunlar geçerken…

Tayyip: Şimdi sizleri şuradaki mega board’dan tünelin açılışına davet ediyorum. Hep birlikte burayı izleyeceğiz. Ve buradan göreceğiz.

Görevli: Bağlantı yok efendim.

Tayip: Nasıl yok ya?

Görevli: Tünele bağlantı yok efendim.

Tayyip: Niye yok olur mu öyle şey ya? Şimdi küfür ettireceksiniz bana…

Bu yüzden bizde senin savunduğun ta o 'hoşgörünün' ve ‘demokrasinin…’ diyoruz!

Sanırım meramımız anlaşılmıştır!