Çünkü tarihin en büyük manipülasyonun da sandıklardan 'Hayır'ın çıkmasına rağmen çuvallardan çamur çıktı. Bunu biz biliyoruz, iktidar da, uluslararası kamuoyu da biliyor. Fakat bu meşru ve haklı çıkışa rağmen sokaklarda günlerce yürüyen, referandumun iktidar ve YSK marifetiyle tezgahlanmış, tarihin en büyük hilesiyle gerçekleştirilmesine dikkat çekmeye çalışanlara rağmen bir de kirli siyaset yürütenler söz konusu.
Artık şöyle düşünüyoum (!) 2017-15 Nisan hileli referandumundan sonra hayır %90, evet %10 resmi sonuçlarla açıklansaydı bile Recep Tayyip Erdoğan bunu
tanımayacak ve ağzından düşürmediği o milli irade sözcüğünün aslında ne kadar
anlamsız, kendilerinin çıkarları söz konusu olmadığındaysa “milli irade”nin ne
kadar pespaye bir sözcük olduğunu bizlere kanıtlamak adına tonlarca şey
Tv'lerden yine zırvalayacaktı. Üstelikte her zamanki gibi lümpence ve daha da çok çemkirerek..
Gerçeklikte bir yandan panikleyen bir yandan da referandum gecesi dikkat çeken yüz ifadesiyle zaferi kazanmış değil, bu sonuçla şimdi ne yapacağını düşünen ifadelerle objektiflerden korkuyu yüzüne yansıtan bir Recep Tayyip Erdoğan’da gördük.
Hileyle gelen sözde zafer gecesinden sonra iktidarı bırakacağını
hiç kimse beklememeliydi ama yine de siyasal İslamcılara ısrarla güvenen (bazen bu hataya düşüyoruz), hâlâ sandığa gidebilmenin demokrasiyi savunmak
anlamına geldiğine inan “seçimle gider” diyen iyimser olan
aptal bir kesim var.
Ne olursa olsun iktidarını sonuna kadar “koruma” yönünde çabalarını ve girişimlerini bırakmamak adına belki de “iç savaş”ı körükleyecek (ki 15 Temmuz kalkışması denen şey tam da bunun denenmesiydi) ama işte bu koruma çaba ve girişimlerinin en son noktası olarak, karşıdakini halen “anayasa’ya saygı duymuyorum” diyen kişinin koltuğunu korumak istercesine bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde “yasalara saygılı vatandaş” pozisyonunda temenniler de bulunanlar da var.
Ne olursa olsun iktidarını sonuna kadar “koruma” yönünde çabalarını ve girişimlerini bırakmamak adına belki de “iç savaş”ı körükleyecek (ki 15 Temmuz kalkışması denen şey tam da bunun denenmesiydi) ama işte bu koruma çaba ve girişimlerinin en son noktası olarak, karşıdakini halen “anayasa’ya saygı duymuyorum” diyen kişinin koltuğunu korumak istercesine bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde “yasalara saygılı vatandaş” pozisyonunda temenniler de bulunanlar da var.
Yasa ve kural koyucu, kendi kural ve yasalarına uymuyor ki, yasalarıyla birlikte sana da saygılı olsun?
Bunun için AKP'nin 16 yıllık iktidarına bakmanız yeterli, secereleri kabarık. Örnek mi, 2014 seçimleri (!) öyle ki Ağrı’da belediye seçimlerini kazanamadığı için tam 16 kez itiraz ederek seçime gidildi. Keza Yalova’da da aynı süreç yaşandı. Sonuç o dönem belki de AKP için hakikaten hüsrandı. Sonrası 7 Haziran seçimleri...
Devam edeyim...
27 Şubat 1933 yılında gerçekleşen Reichstag yangınını hatırlattıran provokasyonel 15 Temmuz “darbe girişimi” gecesinde FaceTime bağlantısıyla (son anda o aklı da kim verdiyse artık elbette en çokta kendi hırslarını korumak adına) halkı sokağa çağıran ve parlamentoyu koruma ve parlamentoya övgü konuşmasını herkes göz ardı etti anlaşılan? Parlamento ayak bağıymış, halkı sokağa çağıran kişinin o geceki videosunu bir kez daha dikkatlice izleyin derim.
Her şey unutulmuş olacak ki şimdi de hileli referandumdan sonra muhalefet partileri 'Tanımıyoruz' dedikleri “şey”ler için çay muhabbeti yapar gibi 2019'a aday kim olsuna odaklanmış. Kaldı ki dünyada meşruiyetini neredeyse kaybetmiş biri için yeniden meşruiyet yolları aramanın da yanında dolaylı dolaysız işbirlikçiliktir bu.
Konuya geleyim…
Genellikle seçim sath-ı mailine girildiğinde solda ve “sol”da bir hareketlenme başlar. Kimileri (90’lardan itibaren özellikle) “legal olanaklardan yararlanma”, “seçim ortamında düzeni ve düzen partilerini teşhir etme”, “burjuva parlamentosu kürsüsü kullanma” vb. gerekçelerle seçimlere katılımı savunurken, kimileri doğrudan seçimlerin bir aldatmaca olduğunu söyleyerek “boykot taktiği”ni savunurlar.
2017-15 Nisan referandumundan sonra bu düşünce birçoğumuz da hakim olacak diye düşünüyorum. Söz de muhalefet denen şey aday arayışına şimdiden girdiyse en azından benim tavrım şimdiden belli olsun istiyorum.
Parlamenter mücadele üzerine Lenin “pasiflik” olarak gördüğü boykot pratiğine karşı çıkmış olabilir, ancak seçimlerin önemini abartmadan devrimin çıkarları için “orada da sızlanmadan ama övünmeden” mücadelemize devam edeceğiz diyor Lenin. Zira aynı Lenin ‘Rotatiflerin %70’i bizim için çalışmıyorsa devrim bir hayaldir’ de der.
Aktif boykot, seçimlerin, referandumun yapılmasını engelleme, parlamentonun oluşmasını engelleme, parlamento kurumunun toplanmasını engellemeye yönelik devrimci eylemler, ayaklanmaya kadar varan çeşitli devrimci eylemler demektir. Aktif boykot, kitlelerin parlamento kurumunu parçalamaya veya parçalanmasına izin vermeye hazır oldukları, “devrim dalgasının kabarışı” sırasında mümkündür.
Aktif boykota bir örnek:
Rusya’da Çarlık 1905 yılında kabaran devrimci dalgayı engellemek için şiddetin yanında “kanun yapma yetkisi olmayan bir danışma meclisi kurulması için seçim” yapma kararı alır. Bulygin’e Duma’yı kurma görevi verir.
Menşevikler Bulygin Duması’na katılmayı savunurlar.
Bolşevikler kitlelerin devrim için ayaklandıkları bir ortamda aktif boykot kararı alır ve uygularlar. Aktif boykot başarıya ulaşır. Duma’nın toplanması engellenir.
Lenin’in bu konuda şu tavrı takınır: “Aktif Duma boykotu ne demektir? Boykot, seçimlere katılmayı reddetmek demektir. Biz ne Duma’ya girecek temsilcileri, ne ikinci seçmenleri ve ne de vekilleri seçmek istiyoruz. Aktif boykot sadece seçimlerden uzak durmak anlamına gelmez, aynı zamanda seçim toplantılarından sosyal-demokrat ajitasyon ve örgütlenme için en geniş biçimde yararlanmak demektir. Toplantılardan yararlanmak ise, gerek legal (seçmen listelerine kaydolarak), gerekse illegal biçimde bu toplantılara girerek sosyalistlerin tüm programını ve bütün görüşlerini açıklamak, bu Duma’nın tüm yalancılığını ve sahtekârlığını göstermek ve kurucu meclis için mücadeleye çağırmak demektir.” (Lenin, Seçme Eserler, Cilt III, Sayfa: 342.)
Pasif boykot örneğine gelecek olursak, seçime, referanduma katılmamaktır. Seçime ya da referanduma katılmama, bu yönde propaganda faaliyeti, çalışması pasif boykottur. Bu çağrıyı yapan kurumun kendi gücü, etkilediği çevreyi seçime, referanduma katmamasıdır.
Muhalefet partilerinin gücüne bağlı olarak seçimlerde, referandumda yapacağı propaganda ve ajitasyon türleri de çeşitlilik gösterecektir. Yaygın bildiri dağıtımından kitlesel gösterilere varan çeşitli eylem biçimlerini kullanmak güce bağlıdır.
1905 Rus devrimi günlerinde Bolşeviklerin Duma
seçimlerini boykot etmesi ve ardından 1907 yılında Duma seçimlerine katılma
yönünde tutum almaları bu tartışmaların “somut” örneği olarak ele alınır.
Lenin, 1905 devrimi koşullarında Bulygin Duması seçimlerini boykot etmelerinin
nedenlerini ayrıntılı biçimde ele alarak 1907 yılındaki III. Duma seçimlerinin
farklı koşullarda yapıldığını, dolayısıyla seçimlere katılınması gerektiğini
belirtir.
“Boykot,” der Lenin, “eski rejimi tanımayı reddetmektir. Elbette lafta kalan bir ret değil; gerçek bir ret, ifadesini, örgütlerin feryatlarında ya da sloganlarında değil, eski rejimin yasalarına sistematik olarak karşı gelen, sistemli olarak yasadışı olsa da gerçekten işleyen yeni kurumlar oluşturan vb. kararlı halk kitleleri hareketinde bulan bir ret. Böylece, boykot ile kapsamlı devrimci yükseliş arasındaki bağlantı açıktır: Verili kurumun biçimini değil, gerçek varlığını reddeden boykot, mücadelenin en kesin aracıdır. Boykot, eski rejime karşı savaş ilanı, doğrudan bir saldırıdır. Kapsamlı devrimci yükseliş ve eski yasallığın sınırlarını zorlayacak kitlesel huzursuzluk oldukça boykotun başarılı olacağına kuşku yoktur.”
Evet, üsteki vurgu bir seçenek ve tespit. Şartlar ve
koşullar var mı, işte asıl tartışılması gereken bölümlerden birisi de bu (?)
ama 90’lı yıllara kadar Türkiye solu, legalistlerin geleneksel ve sürekli
“seçimlere katılma” tutumu ile illegal örgütlerin geleneksel ve sürekli “boykot
taktiği” arasında kesin çizgilerle birbirinden ayrışmıştı. Ayrışma ne kadar
kesin olursa olsun, yine de seçimlere ilişkin tutum konusundaki tartışmalar
halen bitmedi.
Burada çok açık biçimde “boykot taktiği” ile devrimci
mücadelenin yükselişi arasında doğrudan bir bağlantı kurulmakta... Açıkçası,
bugün Recep Tayyip Erdoğan, tüm iç savaş güçleriyle siyasal iktidara (devlete) el
koymuştur. Buna isterse “sivil darbe” denilsin, her durumda iç savaş güçleri
iktidara gelmiştir. Bu belirleme, ülke solunun geleneksel “boykot taktiği”
savunucularını (bu yönüyle “taktik” bir “strateji” haline dönüşmektedir) bir
ölçüde “açmaza” düşürüyor görünse de, (bugün iç savaşı göze almış gayrı-meşru
bir iktidar vardır) bu savaşı da haklıdan da çok daha örgütlü olan taraf kazanacaktır.
Kabul edelim (!) Marksist birikim, devrimci deneyim bir
kez daha haklı çıktı. Ne diyordu Stalin, 'Kimin oy verdiği değil kimin saydığı
önemlidir!' Bu süreçten sonra halen Tayyip’in balkon konuşmalarından referandum
gecesi twitterdan Fatih Yaşlı'nın da belirttiği gibi; "demokrasi, uzlaşma
falan bekleyen varsa ağır salaktır." Bu ülke ayakta böyle kalamaz,
yıkılacak olanı kuruyorlarsa da kalması söz konusu bile olamaz.
Özetle 'Erdoğan'a karşı aday olurum, deviririm' bunlar gerçekten boş işler. Karşınızda devlet örgütü AKP/Erdoğan kliği var. Sol güçler, CHP ve HDP başta olmak üzere diğer inisiyatifler gibi ‘Hayır’ bloğunun yapacağı aslında çok basit, tıpkı referandumda gerçekleştirilen ‘Hayır Komiteleri’nde olduğu gibi ‘Boykot Komiteleri’ kurulmalı ve boykot çağrısı yapmalı ve şimdiden boykotu örgütlemektir. Bundan sonrası için Erdoğan/AKP kanunsuzluğunu konuşmamak ve gündemimizden düşürmek için her türden toplumsal muhalefet boykota odaklanmalıdır.
Hileli referandumdan sonra belki de bu yüzden en sağlıklı güzergah (elbette gayri-meşru yollarla birlikte illegal mücadele seçeneğiniz yoksa ajandanızda) Tayyip Erdoğan’ın 'Başkanlık seçimi'nde tek başına bırakmak en mantıklı şey olacak.
Ve unutmayalım ki, bu gibi durumlarda bütün diktatörler servetlerini korumak için seçimlerden ve sandıklardan söz ederler ama tarihte diktatörlerin seçimle gittiği de görülmemiştir.
Dolayısıyla referandum, demokrasi oyunundan öte bir şey değil. Hatta bazen demokrasiyi tamamen ortadan kaldırmak için demokrasiyi kullanır muktedirler ve bunu da “milli irade” diye kitlelere yedirirler. Ve yığınlarda bu pespaye olmuş saçmalığa inanmak zorunda kalırlar.
Bırakalım %50'nin altında bir katılım ile seçilsin. Aslında bunu 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yapmak lazımdı ama kimse oralı olmadı. Topyekûn bir 'Boykot' çağrısından söz ediyorum. Yapıla bilinir mi, bence imkansız değil. İşe yarar mı onu zaman gösterir ama şuan gayrı-meşru işlerin tezgahlandığı bir Saray'a karşı seçim kazanma şansı ne muhalefetin ne de başka güçlerin var.
Boykot tavrı güçlü biçimde ortaya konursa, hem AKP’nin toplu taşımalı yığınsal paketi meşruiyetini hem de Erdoğan meşruiyetini yitirecek. Şimdiden söyleyeyim boykotun kime yaradığı tartışması boş bir tartışmadır, boykotla Erdoğan’la her türlü ilişkiyi kesecek ve muhatabın o olmadığını söylemiş olacaksın.
Referandumun sonucu sonuna kadar reddedilmeli, tüm hukuki yollar, muhalefet sürmeli falan filan, nereye kadar? Burada bir çalma deyimi var; “atı alan Üsküdar'ı geçti...” Bu rezaletin üstüne "hadi gel cumhurbaşkanı seçimi olmaz" denmeli ama denmiyor. Bir kaç kişi dışında kimse oralı bile olmuyor. Neyse... Hazır şimdiden 2019 için cumhurbaşkanı aday kim olsun diye kulislere başladılar, bende şimdiden tavrımı belli edeyim.
‘Hayır’ın ötesi boykota yedeklenmek, boykotu örgütlemektir. Erdoğan'a dokunmanın yolu boykottur ve Erdoğan’ın yenilgisi ancak böyle mümkündür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder