İstim üzerinde olduğumu belirteyim, takip ediyorum.
Gazetelerde yazılanları okuyorum, yorumlara tebessümle bakıyorum. Yarı
hayranlıkla yarı hayretle takip ediyorum. Kendimi görevli hissediyorum.
Sorumluklarımız var ne de olsa sokaktaki insana, tanımadığımız yanı başımızda
durana ya da ben yanlış biliyorum ve kandırılmışım diye de düşünüyorum bu son
zamanlar. Ya da böyle bir şey olmayabilir. Canım ne sorumluluğu diye didişip
duruyorum kendimle. Bu yüzden herkes gibi konumuz Yargıtay’ın bildirisi (!) mühim
bir konu, daha da önemlisi bir olay. Sıkı sıkıya üzerinde durmak lazım. Ona
göre de yazmak.
27 Mayıs sonrası
ve sol
27 Mayıs’ın yıl dönümü (ya da anması bazılarına göre) yaklaşıyor, hani şu “27 Mayıs ihtilali” sonrasında dönemin “Cumhurbaşkanı Celal Bayar, başbakan Adnan
Menderes, hükümet üyeleri ve aralarında Milli Mücadele'nin dönemin önemli
komutanlarından Ali Fuat Cebesoy'un da olduğu Demokrat Parti milletvekilleri
yakalanarak Yassıada'da yargı önüne çıkarılması gibi. Dava, eski Menderes'in 17 Eylül 1961 günü saat 2.31’de; eski dışişleri bakanı Fatin Rüştü
Zorlu ve eski maliye bakanı Hasan Polatkan'ın ise İmralı adasında 16 Eylül 1961
günü "Anayasayı ihlal" suçundan idam edilmeleri ile sonuçlanmıştı. O
dönemde 27 Mayıs 1960 sabahı erken saatlerde radyolardan Milli Birlik Komitesi
üyesi dönemin Albayı Alparslan Türkeş tarafından okunan bildiri vardı.” Tarih
öyle tekerrür ediyor ki sanki zaman makinesiyle o döneme gitmiş gibisiniz, o
tarihi okuyup bugünü yaşadığınızda.
Muhalefet eden gazeteciler gözaltına alınıyor,
eleştirenler zorla baskı ve baskına uğruyormuş tarihin anlattığına göre. Süreç
2008’in 27 Mayısından çıkıp ışık hızıyla sanki “27 Mayıs İhtilaline” çarpıyor
gibi karşımızda diye düşünmekten de alamıyor insan kendini. O gün DP’liler
İnönü’ye Uşak’ta taşlı saldırıda bulunuyor ve İnönü, Menderes’i kastederek şu
sözü söylüyordu: “Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam.” Kemalizm
her yerde muhakkak ağırlığını gösterecektir. Gösteriyor. Ve yine muhakkak
onunda doğası gereği, gerektiği yerde SOL'a, gerektirdiğinde de SAĞ'a
vuracaktır. Ama şu değişmez bir gerçektir ki Kemalizm, bir ideoloji var ki en
çok onu düşman bellemiştir ve en çok onunla uğraşmıştır. Sosyalistler her daim
amansız düşman kesilmiştir.
Gerektiğinde Moskof uşağı görülmüş, gerektiğindeyse
komünistlerle mücadele için anti-komünist dernekleri kurdurulmuş,
gerektiğindeyse en yakın laikliğin teminatı - garantisi - dinamosu da olmuştur
SOL!
Hem de hepsinden çoook, ne sosyal demokratlar buna bu
kadar maruz kalmış, ne de sağcı milliyetçiler. Biz bu olguların argümanıyızdır.
Bu yüzden de en çok SOL’dan biçmiştir sistem. Kaldırmış mıyız? Kaldırmışız ama
bir türlüde toplanamamışız / toparlanamamışızdır. Ve belki bu yüzden ikinci
adam İnönü hem “İhanetçi” damgası yerken DP’lilerden ve DP yüzde 47’lerde
AKP’den aldığı oy fazlasıyla Menderes hükümeti Erdoğan’la aynı
mesafededir gibi görünmektedir, ama aslında çok öndedir. Ama Erdoğan, uşaklık ve
işbirlikçilikte de dudak ısırtmıştır. Zaten o İnönü bile kurtaramadı
Menderes’i. Bu yüzden AKP'yi kurtaracak etkeni merak ederken aklıma
Mendereslerin idamları geldi.
Sisteme kapılmak
Acıdır ama gerçektir. Tıpkı Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve
Yusuf Arslan’ın idam edilişi gibi. Şimdi diyeceksiniz ki Denizlerle ne ilgisi
var. Oysa en büyük olayı ve bağlantıyı bu olay bize / düşüncemize
yüklemektedir. Tıpkı AKP'nin medya ayağı atv’de yayımlanan Hatırla Sevgili dizisinde de
kafamıza vura vura ve yanlışla doğruların karıştırılmasında da olduğu gibi. O
dönem çoban Sülo vardı ve siyasetteydi. Ve Mendereslerin idamlarına karşılık
-birer rövanş gibi görülüp- sonra deyim yerindeyse Denizlerin ilk idam
sehpasına da vuran konumundadır çoban Sülo. Bugün aynı adam Demirel siyasetin
arkasından sosyal demokratlara - sağcı milliyetçi cenaha vb. oluşumlara kucak
acıyor, akıl veriyor, yol gösteriyor.
Eh bu bizim solun doğası gereğidir, bir adım atmanız
yeterlidir. Yobaz demiş, gerici demiş hiç bir anlam ifade etmez. Hemen koşar,
sarılır. Şu “Hümanistliğinden olsa gerek”, hiç beklemeye gerek yoktur bu
yüzden, SOL ummadığınız hırçın ve çılgın bir hızla gelecektir size. Gelmiştir
de! Uzlaşmamayı temel alır ama en uzlaşıcı da onlardır, yani içinde ki liberal,
revizyonist kliklerle. Bu yüzden bizim memleket SOL da durduğunu gösterir ama
SOL’dan değil, SAĞ’dan vurur. Ve bu dalgaya / köpürmeye kapılanlar, yiyiciler yalağından
yediği kadarını yer. Olmadı diğer bir gün pişkince yine gelir (çoğu doğrucu olsa bile) eski tüfektir.
Çünkü eskitilip döneğin üst aşaması olan devşirilmeye geçirtilmiştir. (Örneğin H. Uluengin ve tıpkı Filistin
kampında yastığının altında hep bir silah bulunduran ve “yoldaşlarım beni
vuracak” diyen C. Çandar vb. gibiler) daha sonradan geçmişlerine küfür
edecek kadar işi uzatıp abartmışlardır. Bu duygular bir köpeğin sindirimini
izafe etmektedir, tıpkı bir köpek gibi sindirmişlerdir. Hele sindirmemeye gör
bak neler oluyor.
Türkiye; küçük
Amerika mı, büyük Amerika mı?
Bu yüzden tıpkı Hollywood’da olduğu gibi Pentagon’un
izniyle hazırlanan beş (5) adet senaryo Pentagon'a gittikten ve onay aldıktan
sonra çekilmeye başlanır. TC’de artık senaryolar MİT vb. gibi kurumların
onayından geçmektedir, sakıncalı bir sahne varsa müdahale edilmektedir, sözler
değiştirilmektedir. Yerine yeni cümleler bile eklenir. Dolayısıyla Kurtlar
Vadisi gibi vb. dizilerden tutunda, Hatırla Sevgili’ye kadar hepsi takip
edilir. Zaten o filmin finaline gidildiğinde göreceğiz ki, Adnan Menderes ve
arkadaşlarını aklama gayretindedir ve bu yüzden de belki övgü almaktadır.
SOL, hele özgürlükler söz konusu olduğunda hiçbir yerde
duramaz. Muhalefet bayraklarını açar can siper hane bekler. Eleştirdiğini
düşünerek eleştiri kategorisini karşısındakinin kafasına fırlatır. Bu yüzden
olsa gerek ve doğası gereği SOL, özgürlüklerin alanını açacağını düşündüğünden,
kendisini kısır bir döngüye hapseder ve geçmişin özeleştirisini yapar.
Örneğin İran Halkın Fedaileri Gerillaları’nın yaşadıkları
gibi. “Mücadeleleriyle harekete geçen İran işçilerini ve emekçi sınıfları, Şah
bağımlı rejimini devirmek ve İran’daki emperyalist tahakkümü kaldırmak için
anti-emperyalist ve demokratik bir hareket oluşturmuşlardır. Ancak devrimci
mücadele süreç içinde yoğunlaştıkça, emperyalist efendileri Şah rejimini
sürdürmenin imkansız olduğunu düşünmeye başlamışlar, kitlelerin hareketine
karşı koymak üzere emperyalist güçler eski Sovyetler Birliği’ni bir yeşil
kuşakla çevreleme siyasetlerinin uzantısında, Guadeloupe Zirvesi’nde Şah
rejiminin yerine İslami bir akımın geçmesini kararlaştırmışlardır. O günlerde,
Humeyni’nin otoritesi altındaki bu İslami akım bir örgüte bile sahip değildi,
ancak emperyalistlerin siyasal ve maddi destekleriyle, bu klik hızla yükselişe
geçti ve bir devrimci önderliğin yokluğu koşullarında (bizim hareketimizin o
dönemde yediği ağır darbeler göz önünde bulundurulursa), emperyalistler için
“alternatif vakum” rolünü oynamıştır.”
Bu yazının devamını okumak için daha önceden derlenen yazı: İslami bağnazlık, emperyalizmin aracı
Bu yaşanmışlıkların ardından Humeyni tarafından Şeriat’ı
uygulamak üzere göreve getirilen Ayetullah Khalkali’nın adamları tarafından
Fedai gerillalarının kurşuna dizilmesinden sonra İran Halkın Fedaileri
Gerillaları artık tövbekar olmuşlardır. Özeleştiri üzerine özeleştiri
vermişlerdir.
Bir sömürü aracı
"din"
Bundan dolayı biliyoruz ki, din söz konusu olduğunda
susarız, konuşmayız. Korkularımız gün ışığına çıkar. Ya yanlış bir şey
söylersek diye, kendimizi sustururuz. Din bu ülkede sömürünün en baş aracıdır
bir ezelden bu yana. İşin özeti bizim memleket de bu konuya, tanıklık edenler
bir haylidir ve geçmiş dönemleri İran’ı belleklerinde tutmaktadırlar. Sıtkı
Demirkıran’ın Kasaba Notları’nda ki gibi doğrucu değillerdir, nedeniyse bunu
dillendirmezler.
Bu topraklarda SOL’a eğik ekilen hiçbir fidenin
tutmayışında belki de bu ayakların yere basmayışı etkendir. İstisnai birkaç
ismi dikkate almazsak, kendini solcuyum diye ortaya atan ağabeylerimizin yaşam
çizgileri, “Hocanın dediğini yap, yaptığından uzak dur” eğrisine değiyor. Gerçi
bu malullük bu topraklardaki her inanç sivrileni için geçerli, şimdi yok yere
de günah almayalım da, takdiri diğer iman müdafileri bizim sorumluluğumuz
altında değil, onun endişesi Kasımpaşalılara kalsın. Bizi ilgilendiren kısım
aklımızın metronom misali artı - eksi arasında gidip gelmesine sebebiyet veren
sol mememiz altındaki cevahirin kararıp, ağarması. Kendimizi bildik bileli ne
İsa’nın yemek masasında, ne de Musa’nın deniz yaran asasında bulduk. “Eski
tüfek, yeni Revolver, az kullanılmış Piştov” nitelemeleriyle değerlendirdiler.
Sıtkı Demirkıran böyle diyor, çokta haklıdır.
İnönü Menderes’e “Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi
kurtaramam” demişti, 27 Mayıs sürecini biliyoruz. AKP’yi ve Erdoğan’ı kimin
kurtaracağı muğlaklığını korurken, bir öngörü ve varsayımla bizim SOL, ABD ve
AB’li siyasetçiler güçlü bir ittifak kurabilirler. Kırk yıl düşünseniz bile
böyle bir ittifak hayal edemezdiniz ama olma olasılılığı son ihtimaller
arasında. Bir yandan da “Emekçiler, işçiler bunu hesabını soracak”
demektedirler ki, onlar dağıtılan Kömür Torbalarını, torpille verilen işleri,
arkasına “Satılamaz” yazan çeyrek altınları unutmaktadırlar.
Ve yine onlar işçiye söveni, kafasında coplar
yemişliğini, hardal gazlarına boğulduğunu, ekonomik alanda nefessiz
kalmışlığını, çiftçisiyle birlikte "Ananı da al lan, git"leri
unutmuştur. Demokrasinin araçlar kavramına sığdırıldığını, İslamiyet’in de
"Ilımlı"laştırıldığını unutmuştur. Öfkenin bir hitabet biçimi olduğu
vurgusu yapılmış, kafamıza vurula vurula düşünme yetimiz elimizden alınmış, özetle
her türlü "Sosyal hakları" elinden alınmış, yok sayılmışız. Ama
hiçbir zaman "Siyasetçiler" gibi nankörleşmemişiz. .
Dünyanın en kısa süreli ve at tarafından hayaları
tekmelenmiş rodeocusu yüzünden bu memleketin prize fiş takarken besmele çekme
alışkanlığını yok mu sayacağız, ya da kendi insanımıza yaban göründüğümüz de bu
sefer “Komünist” lafını küfür gibi sarf edenleri nereye koyacağız diyordu Sıtkı
Demirkıran yazısının sonunda. Bir diğeri salya – sümük vaazlarıyla Amerikan
piyesinde başrol kapmışken, Türkiye şubesi ve çok istikrarlı Erdoğan kliği de
nemalandıkça nemalanmış, hocasından aldığı feyizle beddua aldığı vatandaşlar
topluluğuna vaaz verip dururken, mazlum rolleriyle misyonunu yerine getirsin..
Amerika'nın hizmetkarları
Hayatında gerçekleştiremediklerini (örneğin Karacaahmet
Derneği’ni Büyükşehir Bld. Başkanlığı döneminde yıktıramadığı için, Başbakan
seçildikten sonra “Orayı yıktıramamam içimde bir uhdedir.” Kaynak: Medya) dışa
vursun, kendine özgü “Müslümanlık” anlayışıyla günah çıkartsın… Bunun adı
inançlara özgürlük olsun!
DPT’nin kapatılması davası sürecinde Yargıtay’a övgüler
düzülsün, kendi partisi söz konusu olduğun da “Demokrasiye darbe” yaygaraları
ayyuka çıksın. İşin aslı elbette Erdoğan kliği gibi “Demokrasiyi bir araç ya da
inilmesi gereken bir durak” olarak görmüyorum. Çünkü demokrasiye inanmıyorum.
Nedeniyse hepsi kendi çıkarları uyuştuğu sürece özgürlüklerin / demokrasinin
yanında… Ve kendi kanunsuz yollarını meşrulaştırma derdindedirler.
Son söz
Görüldüğü kadarıyla Türkiye’de dahil dünya üzerinde
demokrasiyle yönetilen ülkelerin olmayışıdır. Bundan dolayı 1945’lerin ağ ve
sol partileri de dahil, siyaset arenasında ki hiçbir oluşumun ayakları maalesef
Türkiye üzerine basmamaktadır. Bugün için yurtseverlik elbette ki, vatanla
nitelendirilebilinecek kadar basit bir olgu değildir. Yurtseverlerin yolu “Vatan
olgusu” ya da “Bağımsızlık ön plana çıktığı zaman” vatandan geçmez. Onlar zaten
vatanın içindedir. Tıpkı dünya üzerinde ki yurtseverlerin bu olguya “Enternasyonal”
gözle baktıkları gibi. Bu yüzdendir ki, bu SOL’culuğu ve SOL’u değil, ezilen
halk kitlelerini ayrıştırmadan birleştirecek, yüzünü kendi halkına dönebilecek
bir SOL’dan söz etmekteyim! Yani kendi doğası gereği emperyalizme karşı duran
bir SOL’dan söz ediyorum.
Gerçekten kim kurtaracak SOL’u?
3 yorum:
Her gün etrafımı gözetler gibi bakınıyorum.Rahatsızlıgını duydugum o kadar çok şey varki. Herşey şekillenmiş duygular düşünceler hatta atılan her adım.Bazen nefretle bakınıyorum ortalıkta dolanan insanlara, sadece tüketiyorlar.
ÇOK ANLAMSIZ GELECEK BELKİ AMA "SOL'U"kim düzeltecek sorunun cevabı bence EGİTİM.Egitimsiz, düşünmeyen, kendisine dayanak olarak erkekleri gören, özgüveni kalmamış kadınların çocuk yetiştirdiği ve benim yaşam alanlarıma katarak hayatımın karartıldıgı, çarşafa dolanmışcasına adımlarını sadece rahat yaşamak için atan kadınların çocukları düzeltmicek.
Bu ülkede o kadar çok şey zor ki artık, perdemi aralayıp dışarıya bakmak bile gelmiyor içimden.
Solcu geçinenlerin hiçmi suçu yok: elbette var yanlızca eleştiriyoruz ama dediğin gibi hala hümanisttiz bizi çarşaflarına dolayanlara hala insanmış gibi davranıyoruz.Oysa o çarşafa dolayanların bizle selamlaşmaları bile çıkar için.Biz hümanist oldukça SOL düzelmez.ASİLİĞİMİZİ geri kazanmalıyız.Bizim için duvarlar inşa edenlerin önüne surlar çekmeliyiz.
Yazın gerçeklerin bir kısmını anlatıyor, düşünen insanların oldugunu görmek güzel, seni tanıdığıma mutluyum.
Kendine iyi bak, Sevgiyle kal...
Merhabalar,
yazınızı okudum ve çok beğendim. Ülkemizin şu an ki içler acısı durumunun umudu olabilecek bir "sol"un tarihini güzel özetlemişsiniz.
Sayfanızın "kollektivizm"den yana olması nedeiyle de sitemizde (keditor.com) yayınlayabileceğimize karar verdik.
Yazınızın sitemizde yayınlanmasını istemiyorsanız, belirtmeniz yeterli olacaktır.
Sevgi ve saygılarımızla,
iyi günler....
solcu olmak, devrimci olmak, dahası sempatizan olmak bile zor zanaat. Çevrenizi kuşatan, attığınız her adımda ensenizde hangi eli zincirli, parmakları muştalı, beli makineli faşist komandonun soluğunu hissedeceğiniz kaygısıyla yaşadığınız, daha dün gece koğuşta ranzanızı paylaştığınız, geldiği köyün ya da kasabanın gün yüzü görmemiş, yakası açılmamış hikâyelerini, taze bir yürek yangınının dumanını havasına uzun uzun saran türkülerini dinlediğiniz karayağız, gülpembe kardeşinizin çok değil birkaç yıl, hatta ay, gün sonra hangi zindanda yıllarca çürüyeceğini, ömrünün o gencecik deminde gövdesinin dinmeyen ateşini hangi ağudan beter, buzdan keskin, mermiden sivri sulara, belki de köyünde bile olmayan, makineleşmek isteyen aydınlık bir geleceğin hayalini her dem ışıltılar içinde rengârenk yaşatan o elektriğin canhıraş feryatlarına teslim edeceğini, kimi zaman açlık, kimi zaman Birinci sigarası kokan nefesini hangi duvar dibinde, yağlı urganda son kez vereceğini ne aklınızla bilebileceğiniz ne de kalbinizle hissedebileceğiniz günler, solcu olmak, devrimci olmak, dahası sempatizan olmak bile zor zanaat. Öyle çok kitap vardı ki okunacak, öyle çok Sosyalizmin Alfabesi, Felsefenin Başlangıç İlkeleri, Lenin’in Emperyalizm’i, Mao’nun Teori ve Pratik’i, Mahir Çayan’ın yazıları, Doğanın Diyalektiği, Komünist Manifesto, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni vardı ki, öyle çok dergi, gazete, örgütsel bildiri, Bekir Yıldız’ın Kaçakçı Şahan’ı, Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü, Yaşar Kemal’in İnce Memed’i, Ostrovski’nin Ve Çeliğe Su Verildi’si, Dimov’un Tütün’ü, Gorki’nin Ana’sı, Kaypakkaya’nın ser verip de vermediği sır, öyle çok seminer, toplantı, yürüyüş, boykot, direniş, işgal, gerilla, kır, şehir, sarı pabuç, yüz derecede kaynayan su, iki kez yıkanılmayan nehir, nicel, nitel, zıtlar, başat çelişki vardı ki… Bunca şenliğin, karnavalın ortasında, değil sevdiğin kızla evlenip ev bark kurmak, çocuk doğurmak, akşamları sarhoş olup eve geç gitmek, gebe karının karnına başını yaslayıp kımıltılar dinlemek, birine gönül düşürmek bile bir tatlı hayal, bir acı şarkı, bir gizli gazel, bir saklı Orhan, Ferdi idi.
İşte o dünya, o şenlik ateşi, o karnaval meydanı o şarabi eşkıyanın eviydi, ocağıydı, aşı, ekmeği, sofrasıydı, oyun bahçesiydi, siperiydi, cephesiydi, dağıydı, sokağıydı, meydanıydı. Ana kucağını özleyenlerin, baba kokusuna hasret çekenlerin sessiz feryadını duymaya, gizli gözyaşını dinlemeye, çıkılan o uzun, o zorlu, o çetrefil yolda ölenlerin matemini tutmaya bile vakit yoktu. Günler, aylar gelip geçiyor, türküler, marşlar birbiri ardına haykırılıyor, eşkıya çakmak çakmak gözleriyle karanlığın ortasında çağlaya çağlaya, ırmak ırmak güneşe akıyordu. Avucunuzdaki ekmek sadece bir lokmaydı, bir bütünün parçasıydı, bir büyük bütünün parçası olmaktı yani o lokmayı çiğnemek. İçtiğiniz su sadece bir damlaydı, sürekli akışlı sürekli açık bir akışın parçacığıydı, iki kez yıkanılmayan o nehirde akmaktı yani o damlayı içmek. Yani yoksulluk onurdu, gururdu, isyandı, savaştı, paylaşmaktı, bölüşmekti, akıldı, bilgiydi, teoriydi, pratikti, bu dünyayı değiştirmek için ekmek ve su kadar gerekli ama utopyasını gerçekleştirdiğinde kendini yok edecek her şeydi yani.
Yetmişlerde solcu olmak, yetmişlerde çocuk olmak, seksenlerde çocuk olmaya, doksanlarda çocuk olmaya, millenyumda çocuk olmaya ne bir önsözdü ne de bir kehanet. devrimci olmak hep devrimci kalmaktı, çocuk olmak hep çocuk kalmaktı. Şimdi o çağlayanlar barajlara doldu, altında binlerce anı, acı, hayal, binlerce ölü, yaralı, sakat, binlerce hayat bırakarak. Şimdi o ırmaklar kurudu, kıyısındaki ağaçlar birer birer kurudu, sarı sıcaklarda açan yapraklarına bir zalim “eylül fırtınası” değdi, sararmadan savruldu, gövdeleri devrildi, çürüdü. Şimdi onların hikâyesi onlardan olmayanların diline düştü, onların türküsü onların tutmadığı sazlarda söylendi.
Yorum Gönder