‘Kampus Liberalleri’nin sorusu şu: “Susurluk’ta sokaklara döküldünüz de Ergenekon’a niye sessiz kalıyorsunuz?” Aslında pek tuzaklı bir soru. Susurluk Çetesi’nin 12 Eylül darbecileri ve MHP artıkları tarafından biçimlendirilmiş, kökü Gladyo’ya kadar uzanan bir çıkar şebekesi, bir Soğuk Savaş kalıntısı olduğunu; ‘Ergenekon’ soruşturmasının ise AKP’nin hegemonya mücadelesinde esas stratejik aşamayı belirlediğini anlamayacak kadar aptal bir solcu var mı?
Ve ayrıca gerçek anlamda ilk etapta Kenan Evrenlerle birlikte 12 Eylül 'darbecileri'nin yargılanmasını talep etmek en doğrusudur. Ki ve de Ergenekoncuların yargılanması da böyle gerçekleşebilsin, doğal olarak bu bir taleptir, istektir. Ayrıca Kontrgerilla'nın dağıtılmasını talep etmekte bundan ayrı ve bağımsız düşünülmemelidir. Bu farklı bir şeydir ve biliyoruz ki (çoğunluk bazında ve -farklı ideoloji- görüş farklılıkları olsa da) temennilerin temeli de böyle olmalıdır, ama bu sistem 'devlet' yapısı ya da biçimiyle 'onların algıladığı biçimiyle değil. Olması gerektirdiği ve doğru olduğu için. Ve. Bunun olması için öncelikle Gül ve Erdoğan'da dahil yolsuzlluğa adı karışanların ve AKP'li diğer '47 milletvekilinin' dokunmazlıklarının kaldırılıp yargılanması da talep edilmeli ve cansiparane bu istenmeli ve dilendirilmelidir. Yoksa bizim, bu vb. gibi bilmem "neocularla" uğraşmamız yersizdir ve boşunadır. Dolayısıyla bütün anlamda bir bütünü teşkili edecek biçimde ve formda 'Ergenekoncuların' yargılanmasını istemek (ya da talep etmek) havada bir temenni olarak kalmaya mahkum olmaması için, vicdanlarımızda gecen sese kulak vermemiz en doğrusudur. 'Çetecileri' ve 'darbecileri' ancak böyle yargılayabiliriz.
Bundan dolayıdır ki, hiçbir şey bilmediği, anlamadığı, anlaşılması da pek mümkün olmayan bir konudan kendinden gayet emin bir tavırla yazanlar ve konuşanlar beni hep güldürmüştür. Bütün medya kanallarının yoğun bir sis bombardımanı altında kaldığı, kimsenin kimseyi ve hiçbir şeyi tam olarak göremediği bir durumda, basına sızdırılan bilgilere dair (özellikle de Atv, Kanal 7, Star, Taraf) ve (en başta Zaman gazetesini Yeni Şafak vb. gibileri anmaya hiç gerek yok) izlenimlerini kendi konumlarına ya da meşreplerine (ideolojilerine de diyebiliriz) uygulayarak anlatan ve yazanlar bugün söylediklerini ileride okuyunca ne düşünecekler?
Ortalığa pompalanan bunca haber, bilgi, yorum, çarpıtma, saptırma herkese bulaşan “eğlenceli” bir köpük fırtınasına yol açtı, fakat ülkedeki bütün ideolojik ve programatik yaklaşımlar arasındaki köprüleri de attı ve özellikle en geniş anlamda sosyalist sol içindeki ayrılıkları derinleştirdi. Özetle klasik Marksist deyişle, ‘emek ile sermaye’ ya da ‘üretim ilişkileri ile üretim güçleri arasındaki’ temel çelişme varlığını sürdürürken, şu anki baş çelişme “emperyalizm ile bütün halk ve ülkenin geleceği arasındaki” şu ya da bu biçimde siyasal bir çözüme doğru kuvvetle zorlanmaya başladı.
Sosyalist solun içinde liberalizmden etkilenenler ile anti-emperyalist olanlar hızla ayrışmaya başladılar. “Bu işte bir emperyalistlik ‘oyun’ var”, diye şüphelenenler ve gırla ortalıkta dolaşan ‘komplo teorileri’ fazlasıyla var. Bu Hitler'in 'Kavgam' kitabının çok satıldığı yaygarasını çıkaran burjuva medyanın 'yine' boş bir'şeysi'dir. “TSK pasifize edilince memlekete demokrasi gelecek, İslam bülbülleri hep bir ağızdan demokrasiyi şakıyacaklar” yaklaşımını benimseyenler hızla ayrışıyorlar. İlginç bir dönem açıkçası! Örneğin başka bir partinin oylarıyla milletvekili seçilen kendi partisinin genel başkanının (Ufuk Uras) Fethullahçı Zaman gazetesi tarafından ‘kestaneleri ateşten alacak’ maşa olarak kullanıldığını ve bunun aynı gazetede açıkça yazıldığını gören ‘sosyalist’, elbette oturup düşünecek. Bundan da normal bir şey yoktur sanırım. Tabii ki, bu ayrışma Taraf gazetesinin üzerindeki ‘solcu’ cilaya da zarar verdi. Bu yüzdendir ki, Taraf’ın köşe yazarları hep bir ağızdan ‘sola’ yönelik sitemkar salvolara başladılar. Yine Radikal’den de bazı paralel atışlar ve serzenişler geliyor.
Oysa ABD Türkiye’deki ikili iktidar bloklarını terbiye etmektedir ve buda sanırım etkili olmuştur. Hem terbiye edilenler, hem de terbiye edilenlerin kuyruğuna takılanların da terbiye isteği. Örneğin TSK, AKP ve yandaş medya. Aslında üzücü bir durum bu. Tıpkı daha önce ABD’li yetkililerin “Our boys have done it” yani “Bizim çocuklar becerdi” demelerini mi beklemeliyiz?
Bu yüzden “tehlike AKP’mi, yoksa darbe mi?” diye tartışılıyor. Taraf gazetesiyle mi dayanışalım, yoksa darbeye karşı yürüyüş mü yapalım? Yoksa bayrakları alıp sokaklara mı çıkalım? Oysa asıl tehlike kafa bulanıklığıdır. Bütün meselede budur. Sınıf çelişkileri kendini göstermiş, bir iktidar ‘diğer biçimiyle’ kendine muhalif olan bir argümanı yok etmek istemektedir. Kazanan kim olacaktır? İşçi sınıfı mı, yoksa burjuvazi mi? Meseleye de böyle bakmak gerekmektedir.
Asıl üzücü olanda, nüfusunun neredeyse %90’ının Amerika’nın bölgesel siyasetlerine karşı olduğu bilinen bir halkın bütün bu olup bitenleri televizyon ekranlarından seyretmesi ve Sam Amca’nın bütün bu işlere nasıl derinlemesine nüfuz ettiğini görmemesinin özellikle engellenmesidir.
Özet olarak sizler illa “Nazlı Ilıcak ve Abdurrahman Dilipak gibi unsurlarla cephe oluşturacağım diyorsanız, dış cephenizde oluşacak kanlı ve kirli lekeleri” hangi boyayı kullanarak kapatırsınız orasını hiç bilmiyoruz?!
Ha ayrıca unutmadan “işçilerden, emekçilerden, varoşlardan söz ediyorsanız” yani işçilerden - emekçilerden söz ediyorsanız ve de konu oysa buyurun gidin. Her yerin bir varoş mahallesi ve işçi mahalleri vardır kuşkusuz, tabii yolu bulabilirseniz demokrasi sevdalıları. Buyurun gidin.
Bakalım bunu yaptıkları gün (yani becerdiğiniz zaman) ve aynı zamanda da ‘darbeye, darbelere, darbecilere’ karşı olmak ve mücadele etmek nedir? Ve… İşçiden yoksun bütün eylemlerde halk adına konuşmak neymiş yapılan eylemlerde. Bunu da görmüş oluruz sizin sayenizde. Tabii cesaretiniz varsa...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder