22 Ekim 2010 Cuma

Örümcek ağları

Daha önce yazmıştım Devrimci Karargâh ve Hanefi Avcı’nın kitabıyla ilgili düşüncelerimi “Kuyunun altında kurbağa” başlığını taşıyan yazıda. Şimdi bir kez daha değinmek lazım… Çünkü çabuk unutuyoruz. Döneminde Amerikan parlamenterlerinden biri söylemiş (adını anımsamıyorum şimdi) ama "Türklerin en çok sevdiğimiz özelliği çabuk unutuyor olmaları” gibi bi’şeyler demiş, bir Amerikalıya hak vereceğimi düşünmezdim ama sanırım haklı, aptallaştırdılar koskoca şu Türklerin övündüğü o 72 milyonluk toplumu.

Konu şu
Hanefi Avcı, 28 Şubat’ta tanınmıştı ilk, yani o dönemeçte, Mali Şube Müdürü aracılığıyla daha önceden tanıştığı Ahmet Kaya kendisine destek olmuş, ilişkileri bir tür dostluğa evrilmiş (ki bende okuduğum yayınlardan - dergilerden yeni öğreniyorum) magazinciler gecesinin ardından Ahmet Kaya’yı ilk arayanlardan biri Avcı; pasaport sorununda da yardımcı olmuş Ahmet Kaya’ya.

Tuhaf ve ilginç bir ilişki elbette, bende ilk okuduğumda şöyle bir ‘durdum’, 12 Eylül’e karşı yükselen ilk seslerden biri olan, hayatı konserlerinin basılmasıyla, göz altılarla geçen Ahmet Kaya ve işkenceciliği tescilli bir polis. O tescil sayesinde, bugüne kadarki makamlarının hiç birine gelememiş olması gereken bir polis.

(Tırnak içinde aklıma birden Mehmet Ağar geldi, hani şu ‘ben 1000 operasyon yürüttüm’ diye böbürlenen çete lideri zat, hakikaten bir ona dokunamadılar demi bir de şu Deniz Fenercilere, ‘ne acı’ ne demokrat ne özgürlükçü bir ülke değil mi? Amerikalıların 65 yıldır bizi neden sevdiklerinin kanıtı sanırım bu silsilede saklı.)

O polisin “cemaat”e yakınlığından ötürü 12 Eylül referandumunda “evet” diyeceği varsayılıyordu ki, bir kitap yayınladı ve deyim yerindeyse kıyamet koptu. Referandumun hemen ardından gelen tutuklanmayla, liberaller arasında “cemaat şeffaflaşmalı” eleştirilerinin dilendirilmesiyle yol alan bir tutuklanmaydı bu. Gerekçe, Avcı’nın güya Devrimci Karargâh örgütüne yakınlığıydı.

Bostancı’da Orhan Yılmazkaya’nın -Akın Birdal’ın vurguladığı gibi yargısız infazla- katledilmesinin ardından ilk defa bu kadar gürültü koparan bir örgüt hakikaten etkileme gücü ne kadardı ki Hanefi Avcı gibi eski azılı birini etkileyip kendi kulvarına sokuyordu yoksa uydurulmuş ve abartılmış bir sürü başka ilişkiyi potasına alacak kadar genişletilmiş miydi başka şeyler? İşte Avcı’nın tutuklanmasının ardından devrimciler bir birilerine bu soruyu sordu. (Örneğin bu örgütün neden bir yayım organı yok ya da neden bir merkezi yayın organın adını bilmiyor devrimci kurumlar) sorular çok.)

Zira operasyon Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) ve Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP) çevrelerine, eski Kurtuluşçulara kadar uzanmış, devrimcilerle Kürt hareketleri ve Ergenekon arasında kurgu dışı yazar Arthur Conan Doyle tarafından oluşturulan hayali dedektif kahraman Sherlock Holmes’a bile taş çıkartacak bir fantezi ağı inşa edilmeye başladı.

Bu arada bir soru daha geldi çok geçmeden: Hanefi Avcı’nın THKP-C ve Dev-Yol’la nasıl bir ilişkisi var? Mersin Emniyet’te Dev-Yol Masası şefi olan Avcı, neden kitabını Angora Yayınları’ndan bastırdı? Gözler, yayın evinin sahipleri Cahit Akçam ve Cumhur Özdemir’e çevrilince, THKP-C geçmişleri ve mahkumiyetleri giriyor devreye. Ve tabii hemen ardından Taner Akçam, Ermeni meselesi ve Dev-Yol yatırılıyor masaya… Nereden nereye. .

Necdet Kılıç Galatasaray’daki Yapı Kredi binasının hemen arkasındaki evini (İslamcı basın krokiyle bile gösteriyor, “Beyoğlu çocuğu” gibilerinden, kapıya çizili graffitilere ayrıca dikkat çekiyorlar) işkencesine yıllar sonra neden açmış, iyi bir romanın ya da “psikolojik” bir filmin konusu hakikaten, devrimcilerin Devrimci Karargâh’la ilişkisine yönelik fantezilerse, bir psikanaliz müdahalesini gerektiriyor sanki. İstihbarat örgütlerinin ve polis teşkilatının devrimci çevrelerden daha iyi bildiği devrimci bir örgüte ilk defa rastlıyoruz doğrusu.

Hanefi Avcı neci peki? Bildiğimiz, 12 Eylül’ün işkencelerinden birinci derecede sorumlu olduğu, 28 Şubat sonrasında yıldızının Fethullahçılar tarafından parladığı, çocuklarını Fethullah okullarında okuttuğu, adeta teşkilata tamamen hakim olmuş Pol-Bir kendi içinde kapışıyor, Hüseyin Kocadağ gibi Pol-Der’lileri de kendine benzetiyor (bu da bir fantezi sayılabilir tabii), Türkiye’deki “değişim”in sadece “askeri vesayet”le, “yüksek yargı”yla sınırlı kalmaması, Emniyet teşkilatının da bütünüyle -hem Avcı hem de karşıtlarıyla- sorgulanması, polisin rejimle ve gündelik hayatımızla ilişkisinin yeniden düşünülmesi gerekiyor.

İşin içinde RED Dergisi’nin, Bilim ve Gelecek Dergisi’nin nasıl karıştırıldığını anlayan varsa da beri gelsin, (ama bu arada, Ergenekon’la başlayan “Ulusalcı güçler” KCK operasyonuyla devam eden “Kürt muhalefet” belki ilgili belki ilgisiz), bir açıklama da ana akım 4. kuvvet dediğimiz medyada asla yer bulmayan baskın ve davalar için geçiyor (saklanıyor): Marksis Tutum dergisinden, Kızıl Barak’a, İşçi-Köylü’den, Yürüyüş dergisine ve irili ufaklı dergiler hakkında yürütülen yaygın bir operasyon mu var diye sorası geliyor insanın kendisine?!

Hiç yorum yok: