31 Ekim 2009 Cumartesi

Ne yapmalı?

“Ne yapmalı” bilindiği gibi Lenin’in ve Rus sosyal-demokrasisinin tarihi bir özetini taşır, orada bildiğimize göre; birinci dönem, ikinci ve üçüncü dönemler bölümler olarak sunulur ve yine ayırmak kaydıyla sosyal-demokrasinin teori ve programını anlatır. Belirleyici bir kitaptır, tabii ki John Reed’in “Dünyayı sarsan on gün” adlı bu yapıtıyla birlikte bu daha da anlamlı olmaktadır. Yani Çarlık Rusyası’ndan SSCB’ye kadar akan bir süreci anlatır (anlatmak istediğim SSCB’yi ya da sosyalistler hakkında her konuşan kendini bilmezlerin izlemesi gereken bir yapıttan söz etmekteyim.)

Sarsıcı bir dönemdir elbet o dönemler ama günümüz dünyasına hele hele Türkiyesi’ni anlatırken biraz daha kendi konjoktörümüze yatmamız gerekiyor, bunu da kabul ediyorum. Sırtımızı dayayacağımız yer sonuçta burası.

Özetle orada aydın tabaka narodizme karşı mücadele etme ve işçilerin arasına gitme genel çabası içindedir ve işçiler de grev hareketine katılma coşkusu içinde ve de o dönemlerde hemen hemen hepsi (bizim gibi), gençliklerinde terörist kahramanlara hayranlık duymuşlardır. O kahramanlık geleneklerinin büyüleyici etkisinden kurtulmak için bir mücadele gerektirmiştir ve bu mücadeleye girmelerini kaçınılmaz kılmıştır.

Bu aslında her yerde de böyledir, Küba dâhil Osmanlı’da da, Sovyetlerde de böyledir hatta Humeyni öncesi İran’da da böyledir bu.

Büyük bir mücadele tarihine sahiptir bu saydığımız coğrafyalar ve büyükte bir kültürü kendi içinde aynı zamanda barındırmaktadırlar.

O yüzden bakmayın siz kendine göre tarihi anlatan sözüm ona bu yeni TV tarihçilerine, herkesin kendi tarih anlatımı elbette değişkendir ve biçim değiştirebilir çağına göre.

Normaldir!

Bu var olma kaygısından ya kaynaklanmaktadır ya da iktidarlar üzerinden nemalanmak ve yer edinme meselesidir. Ama kıstası elbette bu değildir. Hani derler ya, eğri oturup doğru konuşmak gerekir. Siz Halil Berktay gibi bir devşirmeyi ve Murat Bardakçı gibilerini ne kadar tarihçi diye algılarsanız sizin tarihinizde onlarla sınırlıdır.

Sonuçta tarih bilgisini onlardan almaktasınız ve tarih bilinciniz ona göre şekil almaktadır. Tabii saydıklarımız her ne kadar tarih bilgileri olsa da (özellikle de Bardakçı gibilerinin Osmanlıyı ya da Arapvari tarihi bilgileri düşünülecek olursa) o tarihi ve bilgileri başkalarının düşünce sistemine göre ve onların hizmetine vermiş olsa da, ortada bir emek bulunmaktadır, bu tartışılır ama bari o bilgiler için bir emek vermiştir ve bunu hak etmelidirler. Yoksa bırakın tarihçi olarak anılmayı ileride şaklaban ve şarlatanların saray soytarılığı görevleri anlatılacaktır.

Bu yüzden dürüst olmak gerekiyor, çünkü tarihin savaş vermediğini biliyoruz, tarihi tarih yapan capcanlı insandır. Bize göre, bunun savaşımını insan verir ve her şeyden bir sonrası da malum olarak tarihi oluşturur. O yüzden ismini saydığımız sözüm ona bu tarihçiler kendilerini bu konuma düşürmüşlerdirler. Tıpkı bundan bir hafta önce yaşadığınız her neyse, o günün yitiminden sonrasını tarihin oluşturduğu gibi, bunun adı da tarihtir bilincini artık kafalarında yer edindirmek zorundadırlar.

Yoksa canım sıkıldı şu tarih üzerinde biraz değişiklik yapalım ve yeni bir tarih yazalım değildir tarih.

Örnekler
Bu bağlamda birçok kişi kendi durumunu yaşadığı döneme, yani var olan iktidara yamama biçimindedir. Bu özellikle de görsel ve yazılı basında şuan böyledir. Zaten varlıklarının sebebi de budur. Örneğin Mümtaz'er Türköne, her konuşması her yazışı Osmanlıya özgüdür. Bilemiyoruz, ya içselleştirmiştir Osmanlıyı ya da içselleştirememiştir ama her konun başlangıcı ve bitimi bu adam için mutlaka Osmanlıyla bitmelidir. Bunu biliyoruz. Tıpkı bir zamanların Mehmet Barlasları konumundadır, durumu anlatırken onun gibi tespit yapmaktadır…

Örneğin Mehmet Barlas, adama bir şey sorma, konudan bağımsız bir şekilde anlatmaya başlar; biliyor musunuz aslında bu işi komünistler başlattı vb. vb. birçok zırvalık. Gerçi bugünlerde biraz değişken bir durumda ama yinede her zaman bu tür bir çıkış yapabileceğini ihtimaller arasına koymakta lazım. Sonuçta bu konuda sabıkası var adamın, hatta denemesi de bedava.

Örneğin magazin dendiğinde, cevabı büyük ihtimalle gördünüz mü bunun tarihi komünistlerle başlamıştır der bay Barlas. Oysa bir kişinin kendini komünist olarak tanımlaması ayrı bi’şey, komünist bir sistem için vardı demek ayrı ve de çok farklı şeylerdir. Bu yüzden komünist bir ülkeden söz eden birisini gördüğüm zaman, cidden tebessüm ediyorum.

Çünkü dünya üzerinde hiçbir ülke komünist bir sistemle yönetilmemiştir. Aksine SSCB hem Gorbacov sayesinde hem de bunun paralelinde emperyalların saldırısıyla bu saldırıya mahkûm edilmiştir ve dağıtılmıştır. Yani SSCB hiçbir zaman komünist sisteme geçmemiştir - geçememiştir.

Fakat yine bugün var olmamış bir ülkeyi ve sistemi yani SSCB’yi komünistlikle suçlayabilirler. Zaten yapıyorlar da. Sonuçta 65 yıldır bunlarla uğraşmaktayız ve işin açıkçası çokta görmüyorum aslında bunları.

Birçok örnek yine vermek mümkün, yeterli midir bilmiyorum ama bunların hepsini her zaman söylediğim gibi düzeltmek imkânsız gibi durmaktadır. Hangisini düzelteceksin ki?

Bu yüzden belki birçok kişi sistemi eleştirirken asimile olmaktan söz eder ama bunun kökeni bugün için, şüphesiz aydın diye tabir ettiğimiz zümreden başlamaktadır. Etkileyen, buna biçim veren sonuçta bu tür güçlerdir ve asıl asimileye uğrayan da bütün bu pislikleri yaparken yine bunlardır.

Tıpkı İstanbul için aydınların, entelektüellerin ve demokratların mekânı Taksim’dir diyenler gibi, oysa İstanbul’un en gerici yeri aksine burasıdır. Hatta feodal ilişkilerin yoğun olduğu bir ilçedir de diyebilirim, aydınların, çizerlerin, demokratların ya da entelektüellerin buraya takılması ve birer bira yudumlaması bunun kıstası değildir.

Zira Mümtaz'er Türköne’nin o Osmanlısı yeni bir sistemi öngörmemektedir belki de Taksim’de bira yudumlayanlar gibi, onun Osmanlısı olsa olsa yeni bir hegemonyan, otoriter bir yapıyı kendi içinde taşımasında yatmaktadır. Çünkü savunduğu iktidar, bilmesine rağmen ve her ne türden bir bok olsa da, taşıdığı pislik yine ne olursa olsun, onun için bir nefer olmak geçici de olsa onurdur bu saatten sonra. Zaten fiziksel olarak ve var olmayan soyut karakterini sadece bu şekilde ifade edebilir.

Beslenme kaynağı sadece ve sadece burasıdır. Yani beynini yakan kör bir cahil gibi davranmaktadırlar ve bu düşünemeyeceğiniz kadar derindedir.

Biçimleniş
Dolayısıyladır ki, Türkiye’de uzun bir zamandır bir taraf olma, bir biçimlenme söz konusu. Herkes bir şekilde şekillenmektedir ve buna göre de konumlanmaktadır.

Bunun sebebi var olan iktidar yani hükümettir. Onlar kendini belirledikçe karşısında ki de, şekillenmek zorundadır. Bu diyalektiktir. Örneğin birçok gazetenin köşe yazarı, AKP, TSK belirlemiştir, bütün hukuk ve guguk işler kendine bir şekilde biçim vermiştir de. O yüzden bugün sahipsiz Anadolu toprakları kendini bir boşluk içerisinde hem emperyal güçlerin hem de Huntington’ın yeni Osmanlısının narasıyla bulmuştur.

Ve maalesef bu naranın içinde Marksizm’in çok aşağısında bulunan Abdullah Öcalan’da dâhil olmak üzere, yeni Osmancıların kendini kaybetmiş naraları, köşe kapma derdinde olan liberallerin çığırtkanlığı, NATO’nun ıslah olmaz çocuğu TSK bulunmaktadır.

“Ne yapmalı”ya gelince, böyle bir sistemde ve devlet biçiminde yaşama zorunluluğumuz yok… Kendi sistemimiz de insanı ön plana çıkaran kendi devlet biçimimizi oluşturabiliriz.

Son söz olarak
Dişleriyle korkuyu sıkıca kavramış, iktidar ve liderleri kendi penceresinden diğerleriyle birlikte uluyor, normale dönüşse kaçınılmazdır çünkü aptalların şöleni sona ermek üzeredir.

Hiç yorum yok: