27 Haziran 2008 Cuma

4 Formül

Gündemimiz “futbol”dan kurtulur kurtulmaz ve Türk Milli Takımı elenince Euro 2008’den, hoca efendi diye tanımladıkları dönecek mi dönmeyecek mi tartışmaları gündemin baş sayfasına oturdu nihayet. İşin açıkçası iyi de oldu. Futbolla yatıp kalkan güzel yurdum insanı, % 22’lik “otomatik” elektrik zammı ve benzin zammıyla uyandı ertesi sabah.

Emperyalizmin 3 F formüllü (futbol, fiesta, festival) her zaman ki gibi başarılı oldu bizim gibi üçüncü dünya ülkelerinde. Bilinir ki, bizim gibi üçüncü dünya ülkeleri ve sömürülen halklar genelde bu tür şeylerle oyalanır ve meşgul edilir. Futbol holiganlığımız, fiesta ve festival şenliklerimiz bitmez. Fethullah'ı da eklersek formül dörtte denk geliyor: Fethullah, futbol, fiesta, festival!

Efendim dost sayfalara yorum yazarken de bunu kast ediyordum. Belki de bazıları içinden ordu yanlısı-postal yalayıcısı ve ya Kemalist’tir olmadı “darbeci”dir bunu yazan diye düşünenlerde olmuştur. Bilemiyorum son günlerin moda kavramı “Ergenekoncu”da olabilirim bu mantıkla hareket edersek. Normaldir, özgürlüğü başörtüsüne indirgeyince her şey olursunuz. Unutmayın burası Türkiye!

Sanki TC’de ki bütün “darbe”, cunta girişimleri Amerika’dan bağımsız yapılıyormuş gibi bir görüngüye sahip birçoğumuz. Ama Avrupa’nın ya da Amerika’nın hiçbir müdahalesini de ilginçtir “darbe” olarak nitelemeyiz. Sanırım bu da bizim ülkemiz insanına özgüdür. Doğaldır. Ne de olsa söz konusu bağımsızlıktır ve bizim gibi üçüncü dünya (çöp) ülkelerinde olmasındadır sorun. Neyse sanırım kimse ciddiye almadı. Bu yüzden kötü mü oldu iyi mi valla bilemiyorum. Sanırım biraz da hak ettik bunları.

İçimiz rahat mı etmeli bilemiyorum. Evet, Türkiye’de Humeyni yok, öyle de olmalıdır zaten. Taraftarları, destekleyicileri, benimseyenleri de olacaktır bu normaldir. Normal olmayansa Fatih Altaylı’nın Teke Tek programına çıkıp Humeyni’yi seviyorum diyen başörtülü kızın muğlaklığıdır, (ki sevmek gibi bir zorunluluğu da yoktur zaten) fakat buradaki muğlaklıksa maalesef benimsediği (üstelik Sunni mezhebinden olmasına rağmen -bu da zorunluluk değildir- ama Şii bir lider olan Humeyni’yi sevmesi ve rejimini benimsemesiydi) insanların aklına gelen sorulardan birkaçıydı ve ne olursa olsun İran’da eğitimini tamamlayacağına kendini tutamayıp Kanada’da bulmuş olmasıydı. Hem de 3 gün içinde vatandaşlığını kazanmış olmasıydı o ülkenin?

Öyle ki tarih bilgisiyse tam anlamıyla insanı dumura uğratıyordu. Sözüm ona Sütçü İmam’ın gerçek anlamda halkı örgütlediğini ve asal olarak ta “bağımsızlık mücadelesi”nin, “İmam”lardan başladığı yargısıydı. Oysa Sütçü İmam işgalci askeri vururken bu savaş başlamamış, Anadolu’da halkın içten içe örgütlendiği gerçeğini ve en önemlisi de Sütçü İmam’ın “İmamlık” gibi bir görevi olmadığını ve bunun bir ad (sıfat) taşımasından kaynaklı olduğunu unutmuş olmasıydı. Ya da bilmiyordu. Zaten bilmediği de ortada açıkça sırıtıyordu.

Neyse. Unuttum bu gündem de değildi çoktan bağnazlaştı. Konumuz aslında hoca efendi diye tabir ettikleri sümüklü birinin döner mi dönmez mi sorunuydu. Acaba hoca efendileri dönerse ne olur? Valla birçoğu hiçbir bok olmaz diyor. Birçoğu da Türkiye karışır diyor. Humeyni ABD ve yandaşları sayesinde iktidara oturdu. Oturur oturmaz da özgürlükleri savunacağını söyleyip koltuğa oturdu. Destek aldı, sonrada kendini destekleyen birçok ilerici akım mensubunu kurşuna dizdirdi. Kendine yaraşanı mı yaptı yoksa tabir yerindeyse “takkiye mi yaptı”, ya da bütün mollalar gibi düsturuna uygun davranıp Tanrı katında yüceldi mi? Bence Humeyni iyi bir takkiyeciydi ve de bütün söylediklerimize daha uygun bu söylediklerimiz sanırım. İş biraz sakal ve sarıktan ibaret gibi görünüyor ama öyle değil sanırım. Çünkü bütün karşı çıktıkları ne varsa “Din”i anlamda hepsini bu tip adamlar uygulamakta. Faiz derseniz faiz vb. vb. listeyi uzatmak kolay ama Türban deyince akan sular duruyor, sırası değil biliyorum bu yüzden burada bu konuya nokta koyuyorum.

Gerçi CIA yazıp çiziyor, demek ki adamlar bir şey biliyor da yazıp çiziyorlar. Örneğin benim de aklıma birden Pakistan’a 10 yıl sonra dönüş yapan ve kırmızı halılarda yürüyen Bennazir Buto geldi. Ne olmuştu gerçekten Buto’ya? Neden öldürüldü? Bilen varsa lütfen burada yazsın. Ama benim bildiğim İslami bir örgüte ihale edilmiş olmasıydı bu suikastın. Bu da biraz ipucu veriyor ama üzerinde durmayacağım. İşin içinde emperyalizm varsa asıl suçlunun kim ve kimler olduğu aşikardır ve bu da yeterlidir. Tanrı korusun ya Fethullah’ta ayağının tozuyla çok sevdiği ülkesine ayak basar basmaz Buto gibi hazin bir sonla yaşamını noktalarsa, ne yaparız?

Belki de ve de bu yüzden, biz bu tip adamlar yüzünden çok ülkeye benzetiliriz: Malezya’ya, Cezayir’e, Irak’a ve İran’a?!

Bu benzetmeler oldum olası baş ağrıtmıştır zaten... Bir siyasi cinayet işlenir, “Mollalar İran'a" sloganını duyarsınız, ya da “Post”ta ya da “Tribune”de “derin analiz” adı altında “Türkiye neyleşiyor mu” sorusuna yanıt aranır...

Gerçekten biz neyleşiyoruz, bilen var mı?

21 Haziran 2008 Cumartesi

Şirinlenmek (!)

Şirinler
, Belçikalı (aslen İngilizmiş) çizer Peyo'nun ünlü eseri. 1958'de Pierre Culliford tarafından çizgi roman olarak ortaya çıkmış. 1981'de televizyonda gösterilen Şirinler büyük ilgi görüyor. Orijinal ismi "Schtroumpfs" (İngilizce'de "Smurf"muş) karakterlerin yaratıcısına göre orijinal isim, bir dil sürçmesi eseri tesadüfen ortaya çıkıyor. Biliniyor ki yıllarca Türkiye'de de gösterilen ve beğeni ile izlenen çizgi film, başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere birçok ülkede, yüksek izlenme oranlarına rağmen gösterimden kaldırılmıştır.

Bu yüzden Şirinler hakkındaki bir iddia uzun zamandır tartışma yaratıyor. Bu iddiaya göre Şirinler'in İngilizce adı olan "Smurf", "kızıl bayrak altında yaşayan küçük adamlar" veya "kızıl şapka altındaki sosyalist adamlar" cümlelerinin kelime baş harflerinden türetildi. Şirin babanın kırmızı şapkası, Şirin Köy'de hiçbir mabet veya tapınağın olmayışı, tüm şirinlerin komünal bir yaşam sürmeleri, her şeyin el birliği ile yapılışı ve hiç para (kapital) kullanmayışları bu iddiaları tetikliyor. Ayrıca baş kötü Gargamel'in paraya karşı olan hırsının da, komünal toplumun düşmanı olan kapitalizmi sembolize ettiği iddia ediliyor. Ayrıca kötü adam Gargamel'in, papaz cübbesi giyerek dini sembolize ettiği, para düşkünü olduğu ve Şirinleri sürekli yemek istediği için Amerika'ya benzetildiği ortaya atılmış. İngilizce ismi Azrail olan, Gargamel'in kedisi Azman’ın Amerika'nın peşinden koşan küçük insanları sembolize ettiği de sanılıyor.

Yıllardır bu konu özellikle üzerinde çeşitli platformlarda tartışmalar yapılmakta (…) Ayrıca bu konu pek çok iletişim fakültesinde “medya ve kültür”, “kültürel emperyalizm” gibi derslerde ders konusu olarak işleniyor, tıpkı pek çok çizgi film, dizi ve sinema filmleri ile birlikte olduğu gibi. Bugünlerde Hollywood, Şirinleri sinemaya taşıyor aslında biraz da bundan Şirinler'i gündeme getirme gereksinimi hissediyorum. Çünkü biz halen “Şirinler'in komünist olup, olmama ihtimali üzerindeyiz.”

Peki, gerçekten Şirinler komünist midir yoksa son yılar da İtalyan araştırmacı Antonio Soro’nın belirttiği gibi mason mu? Kafanız karışmasın! Komünizmle masonluk arasında elbette ki derin farklar var. “Nasıl yani yıllarca tek kanalda izlediğimiz ve hala bu gün izlemekte olduğumuz masum şeyler yani Şirinler azılı birer komünist mi?” Masonluk olgusunu bir kenara bırakırsak vahşi kapitalizmin tavan yaptığı çağımızda Şirinlerin komünist olarak anılması oldukça şirin duruyor bence.

Neyse…

Öncelikle Şirinleri çözümlerken hangi yöntem üzerinden gideceğimiz belirleyelim. Çözümlemede kullanacağımız yöntem metin okuma olacak. Zannedilenin aksine alt metin okuma yapacağız. Yani Şirinlerin yaşayışı, davranışı, kişilikleri, aslında neleri temsil ediyor olduğuna yani buna bakacağız. Bu konuda bir örnekle başlayalım konunun anlaşıla bilirliğini arttırmak açısından II. Dünya Savaşı’nda Hitler hem radyoyu hem de sinemayı kendi istediği mesajlarla süsleyerek Alman haklını uyuşturuyordu. II. Dünya Savaşı dönemin (Hitler dönemi) Almanya'sının sinemasına bakıldığında o dönem çekilen tüm filmlerde aktör ve aktrisler sarışın ve mavi gözlüdür. Burada amaç saf Alman ırkını temsil etmek, izleyicinin kafasında Alman imajını oluşturarak beyin yıkamaktır.

Şirinlerin temel noktaları para olmadan komünal bir yaşam sürmeleri Şirin babanın Karl Marx'a benzemesi ve kızıl şapka giymesidir. Herkes kendi işini yapıyordur ve mutludur. Herkes aynı şeyi giyiyordur. Seçimlerle iş başına gelen de yoktur. Çizgi filmdeki Şirinlerin düşmanı Gargamel papaz cübbesi giyer ve dini sembolize eder, altın ve para düşkünüdür (kapitalizm) onları elde edip para kazanmak ya da onları yakalayıp yok etmek istiyor. Bu yüzden Gargamel şuna kızabilir: “Köprü yapan Şirinle, aşçı Şirin aynı payı alıyor, Şirin babaya da aynı pay düşüyor. Kendine pay ayırmıyor. Aile kavramı yok, herkes kardeş...” Bu yüzden hiçbir şey nedenselleştirmez... Kan bağının hiçbir önemi yok.

Başta da belirttiğimiz gibi Şirinler tamamen komünal bir yaşam savunuyorlar ve bu açıdan bakıldığında anarşizmle karıştırılması muhtemeldir. Ama karakterlerin genel özellikleri gerekli ayrımı yapmamıza yardımcı olabiliyor. Artık biliyoruz ki Şirinlerin temsil ettiği çok farklı unsurlar da vardır.

Şirinler, mason locasının ürünü mü? İtalyan araştırmacı Antonio Soro karakterlerin ve hikayenin arkasında bir mason locası olduğunu söylüyor. Soro, "Şirinler, gerçek bilgi ve masonluk" adlı kitabında her bir mavi Şirinler yaratığının gnostik (Tanrı’nın sırrını bilgi temelinde arayan felsefik akım) karakterinde en gizli mason localarından birini sakladığını açıkladı. Şirin baba karakteri de bu mason locasının “büyük üstadı.”

Şirinlerin “mason” ya da “komünist” olduğu o kadar da umurumda değil işin açıkçası. Altı üstü bir çizgi dizi ama Hollywood bunu iyi kullanıyor, yani sinema sektörünü... Her senaryoyu yapım aşamasına getirmeden önce beş adet senaryoyla birlikte birini mutlaka Pentagon'a gönderip, çıkması gereken sahneye bile müdahale edebilen “özgür” bir sinema sektörü Amerikan sineması.

Hollywood ve Pentagon bu kadar korkuyorsa paylaşımdan - paylaşmaktan bir sorun vardır orada da diye düşünüyorum. Bu yüzden Şirinler çizgi karakter olarak kalsa da, paylaşmayı bize hatırlatıyor. Ve/ya da en azından şunu yaptılar: “Bizi düşündürdüler, hem de paylaşmanın ne kadar kutsal ve güzel bir olgu olduğunu anımsattılar.”

Amerika döneminde Şirinleri yasakladı, (bir çizgi filmi yasaklayabilen, sözüm ona özgürlüklerin kalesi bir ülkeden söz ediyoruz) şimdiyse yayım hakkını alarak sinema filmini çekmeye yelteniyor. Ama arada sorunlar var: “Ya Amerikalı çocuklar, paylaşmayı öğrenirse?” diye de ütopik bir his taşımıyor değilim şu son zamanlar. Ne dersiniz?

14 Haziran 2008 Cumartesi

Köleliği halen beyinlerinden kaldıramamışların hanesine yazılmalıdır kölelik

"Aldandın sen Lumumba aldandım ben, aldattılar aklı ve özgürlüğü. Bilmem gerekliydi ya, bunu ben kurtuluş savaşı çocuğu tanımalıydım bu eski yüzü İzmir'den Ankara'ya yangınlar alazında çocukların çığlığından, anaların acısından.

... Güçlüdürler, güçlü onlar: Kongo zengin, ezilmişlikle yoksulluk her yerde dilsizdir, dilsizdir fakir beyazlar ve zenci milyonlar aldanıyoruz durmadan, elimizde ne var? Asya'da, Afrika'da, Güney Amerika'da, Perulu kızlar, Vietnamlı oğullar ve sen Lumumba bedeni delik deşik zenci baba!" (Ceyhun Atıf Kansu)

Lumumba'nın yıkılmış olan heykeli ki, yarın yeniden yükselecektir, dünya devriminin bu şehidinin trajik öyküsü bize şunu hatırlatıyor, kesin olarak "emperyalizme hiç bir şekilde güven olmaz", hiçbir şekilde, zerre kadar.

7 Haziran 2008 Cumartesi

“Bizim Taraf”dan olmak

Memleketin dört bir yanını sardı, “Anayasa Mahkemesi”nin “Türban iptali” kararı, herkes tutuştu (sözüm ona gerçek bir demokrasi varmış gibi) “Demokrasi” elden gidiyor, "Cübbeliler darbe” yaptı diye. Şimdilik kimse üstüne almıyor. Efendim biz şu koca harflerle yazılan “Demokrasi”den yanaydıklarla geçiştirilenlerden sonrada, aslında kabullenmeseler de Anayasa Mahkemesi’nin “Türban’ı iptal kararı” o gün için “Üniversitelerde türbana serbestlik vereceğini sanan saf diller, sonradan rotayı değiştirip deyim yerindeyse, “Görüyor musunuz şu yaşananları, bu bir yargı darbesidir" bazıları da ahkam keserek "Bizde birer soğuk duş etkisi yaratmadı bütün bunlar, kaldı ki biz böyle olacağını biliyorduk” söylevleriyle günü kurtarmaya çalışıyorlar.

İşin açıkçası sabit fikir yürütenler üzerinde kimse durmadı. Bunlardan biri Anayasa Başkanının görüşünü "İptal" kararından önce tarafını ve tavrını belirlemesinin (deyim yerindeyse kullanacağı oyu acıkça karşı "red" vereceğinin) üzerinde kimse durmadı ya da durmak istemedi. Ve/ya da çok normal bir şeymiş gibi görünüp "Demokrasi" diye algılandı bütün bunlar.

Sanki bu duygu patlamasını yaşayanlar neredeyse kendini tutamayıp ağlayacaklar ve AKP’nin kapatılmasını bununla engelleyecekler sanırsınız ve daha dün ateşli bir şekilde AKP’nin savunuculuğunu yapmadılar sanki? Oysa başından beridir, AKP’nin kapatılma olasılığının kapatılmama olasılığından daha yüksek olacağı gün gibi ortadayken. Yargıtay’ın açmış olduğu kapatma davasının Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)’nden bağımsız olmadığını da dillendirmemize rağmen, bu yasanın “Burjuva demokrasisi”ne dayandığını, bunun asal gücünün de “Laiklik ilkesinin” hukuk ve yasalardan aldığı bir güçle olduğuna vurgu yaptık. (Blog'u inceleyebilir meraklı arkadaşlar, kaldı ki, fikir paylaştığımız birçok arkadaşla, hem onların kendi sayfalarında hem de kendi yorum sayfalarımızda görüş belirttik.)

Papatya falı
AKP ya kapatılmayacak, ya da kapatılacak! Yani ya AKP ya TSK!

Kaldı ki Kemalist ideolojinin temel kuralı, muhalifini her türlü entrikayla bertaraf etmektir. Bunu şimdi AKP’de deniyor. Örnek mi Fikri Sağlar’ın, BirGün Gazetesi’nde kaleme aldığı yazısında ki iddialar. Bütün bu süreçlerden sonra gizli sevinenler olduğu kadar açıktan sevinenler de olacak. Düşünmek bile istemiyorum ama düşünsenize bir Genelkurmay Başkanı atanmış ve (onların deyimiyle) dini bütün biri var TSK'nın başında ve şu AKP'nin İslam'i açılımları ele alındığında, ona buna özgürlük diyenlerin yüzlerini görmek isterdim. Şimdilik böyle bir şey yok. Ama ya olsaydı?

Fakat AKP kapatılmasa da, kapatılsa da sevineceğim. Bu her iki olgu da Türkiye'nin gerçek anlamda demokratikleşme sürecini hızlandıracaktır diye düşünmemden kaynaklanmakta. Dolayısıyla bu hesaplaşma (ya da iç çatışmada) işin açıkçası ben gizli sevinenlerden değilim, hiçbir zamanda olmadım, doğama da aykırı zaten gerici bir zihniyete alkış tutmak, aksine açıktan sevinen ve hatta bunun için büyük puntolarla yeniden ve yine yazıp - çizen “Sevinenlerdenim!” Şükürler olsun!

Hiçbir programı olmayan, stratejisini ve taktiğini belirleyememiş, pratiği sadece söylevlerde yazılı kalan “Mücadele edin”den öteye gitmeyen ve kavram kargaşası yaşayan dostları görünce net bir duruşun ve de nitelikli bir söylevin, pratiğin ve teorinin anlamını bugün insan daha iyi anlıyor. Ne de olsa köşe başlarını tutmuş seviyeli döneklerden oluşturulmuş bir sol furya var.

Bir de dönekliğini ideolojik seviyede tutmak isteyenler var. Onların çoğu bildiğim kadarıyla Bay Fetullah Gülen’in gazetelerinde bilemediniz eklerinde yazıyorlar. Birkaç yaramazlık yaptıktan sonra yuvalarına dönüyorlar. Bir de seviyesiz dönekler var. Onlar kendilerini ispatlama derdindedirler. Oturabilecekleri tek koltuk var oda sistemin koltuğu. Orası çok sıcaktır. Ne de olsa sistemin kucağıdır. Bunlar dün düşman ilan ettikleri hâkim kuvvetlere kendilerini affettirme ruh hali içinde kendilerinden beklenenin çok ötesinde bir gayretkeşlik yarışına girerek dillerini efendileri için kullanırlar.

Oportünizme kapılmış, parti ve partizanlığı karıştıran bir silsileden söz ediyorum. Kömür dağıtıp, kömürü dağıttığını gurur ve şerefle dillendiren daha sonra da inkâr edenlerden söz ediyorum! Kaldı ki, dün aymaz bir şekilde demokrasinin gereğiymiş gibi duruş ve tavır şekliyle Erdoğan kadar bile olamayanları görünce Erdoğan’ı anlıyor insan. Sürüler psikolojisine kapılmış, bir demokrasi havariliğiyle “Özgürlük”lerden dem vurmanın adı budur sanırım. Zaten onlarla da bunlar yapılır. Beklenende budur..

Emeğinde aşkında yarısı kadındır
Kadını özgürleştireceğini sanan “şekilcilik”le ve “simge”lerle dolu görüngülerle (tabii bir de ‘kadını takip et’ kuralı vardır, ancak bu erkek egemen bakış bize yakışmaz) siyasetin en ama en evrensel değeri neyse onu yerine getirdiğini düşünen oysa aslında bu (tür) siyasetin de evrensel kuralıdır. Görevini yerine getirir ki, konu laiklikle, Kürtlükle sınırlı olsa iş kolay alıştığımız ve yabancısı olmadığımız bir konu. Ama işin içine “din” girdiğinde gevezeliğinden ödün vermeyenler korkularından olsa gerek susmayı yeğlerler. İşin içinde biraz da mevki, kariyer, para da varsa söz konusu bile olamaz bu. Tıpkı Tv kanalarının son gözdesi olan “desti izdivaç” programlarının, başı açık ve evlenme meraklısı, yaşı geçkin gezmeye meraklı kadıncıkların çağdaşlığını da bir yere kadar elden bırakmayan ama 8 trilyonluk kocayı duyunca artık bir saatten sonra “Örtünmemin zamanı geldi, mümkünse Hac’a gidebilirim sizinle" diyenleri anımsatıyor şu yaşananlar.

İşte bütün kapitalist alemde olduğu gibi, bizim memlekette de paranın yönünü takip ettiğimizi de göz önüne alırsak ve her daim benimseyin, benimsemeyin her defasında sistemin ve o büyük sermayenin ve onun o kademedeki siyasi işbirlikçilerine, uşaklarına, yakın korumalarına, tetikçilerine (bade bıyıklı kodaman devlet yöneticilerine) ulaşırsınız.

İşçilere, emekçilere kimseden hayır yok, bunu anlamamız gerekli en azından bu sistemde. AKP, sermayenin partisi, afişleri Avrupalarda hazırlanan, BOP’un eş zamanlı “Ilımlı” partisi. Kendisi gibi düşünmeyene özgürlük tanıyacağı da yok. Kendi gibi “İbadet etmeyen”lere de “İnanç” hakkı ve “Saygı”sı yok. Kaldı ki bunu 800 yıl önce kanıtladılar. Referansları güçlü. Birincisi Camel (Deve) Savaşı, ikincisi de bir çoğunluğu kendini İslam dinini yadsımadan bu dinin içinde buldu ama bir mezhepten geliyordu, öylesine iktidar hırsı bürümüştü ki gözlerini, “Kerbela'da 'Ehl-i Beyt' soyundan Peygamer'in torunu olan İmam Hüseyin'i ve 72 yandaşını katlederek" gösterdiler. Bunun anlamı kim olursa olsun kendi iktidarı ve çıkarı söz konusu olduğu sürece Peygamber'in ailesi (evlatları) olsa bile gözdağı verilecekti.

Öyle yüzsüzleştiler ki Fetullah kliği İmam Hüseyin'in adaletli ve haksızlıklara karşı başkaldırdığını da bildiğinden: "Biz İmam Hasan'ın yolunu benimsiyoruz ama İmam Hüseyin'in yolunu benimsemiyoruz" diyordu yıllar önce. Örneğin kendine ait oluşturulmuş web sayfalarında Yezid'i vb. lerini salya sümük gözyaşlarıyla aklamaya çalışıyorlar tıpkı akPartileri gibi. İlk adını onlar koydular kendi mezheplerinin ve taraflarını seçtiler zenginler sofrasında. Ellerine aldıkları mızrakların uçlarına Kur’an yapraklarını takarak savaşa gittiler, karşısındakiler elini bile kaldırmadı ve öldürüldüler. Sonra da biz bunu Peygamberimiz ve dinimiz için yaptık dediler. Tarih bu anlatılarla dolu. Sayfalar daha dolacağa benziyor. Kuşkusuz bir de laikçiler var. Ancak onlardan da hayır yok.

Sistemin altı ya da üstü olabilmek
Son söz; türban iptali duyulur duyulmaz ne diyordu NTv’de Star Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Karaalioğlu: “Savaş başlamıştır…” Yine onlar belirlediler ve adını koydular. Siyasi ve toplumsal kavgalarda “kader, kısmet, alın yazısı” ve mücadelenin kendisi tayin ediyor, ideolojik, politik, örgütsel gücü ve bağımsızlığı olan kazanıyor. Yani halihazırda ilk önce Mustafa Karaalioğlu gibilerin ve tabii ki bizim gibilerin işi zor görünüyor. Belki inanmayacaksanız ama bu memleketi kadınıyla erkeğiyle işçi sınıfı kurtaracaktır. Özgürlükte onlarla gelecek.

Bu yüzden kuşkusuz bu yolda demokrasi ve laiklik mücadelesi şarttır, ama öyle dandik demokrasiye ve naylon laikliğe “Sahip çıkmak” veya fit olmak için değil, kendi usulünce bir demokrasiyi ve laikliği kurmak amacıyla. Üstelik kimsenin yedeğine takılmadan, kazanılması gerekenleri kazanarak, tüm ezilenleri ve yoksulları peşinden sürükleyerek, topluma önderlik ederek. Dine indirgemeyerek. Hem de öyle ekmek parası için değil, fırına el koymak amacıyla.

Bu yüzden ya sistemin altındasınızdır ya da üstünde. Ne demiştik daha önce: “Bu sistemin her dediğine inanmayın” ve “Mücadeleyi bırakmayın” ve ne diyordu Nazım “Burjuvazi bizi kavgaya davet etti", öyleyse "Davetleri kabulümüzdür.”