30 Ocak 2020 Perşembe

Ser, sır, Kaypakkaya

Eğer insanlık, gelecekte bir komünizm panteonu kurarsa, hiç kuşku yok ki, bu panteonun eskiden adına Türkiye denilen kesiminde genç ve ateşli bir komünist önderin bir inanç ve direniş sembolünün defne çelengi içindeki başına, ışıklandırılmış kasketli başına yer verecektir. 
Türkiye proletaryasının önderi ve coğrafyamızda Mustafa Suphi’den sonra komünist hareketi ikinci kez ayakları üzerine diken İbrahim Kaypakkaya Diyarbakır işkencehanelerinde hunharca katledildi. Dünden bu yana çok şeyler aktı gitti ama unutulmayan komünistlerin ve emekçi halkların bilincinde ve mücadelesinde yer eden ve orada duran Kaypakkaya oldu. 

O'nu yalnızca işkencede “Ser verip, sır vermemenin” timsali olarak göremeyiz. O’nu yalnızca bu yanıyla anmak hata olacaktır. O’nun 3,5 ay süren en ağır işkenceler de direnmeye iten savunmuş olduğu ML düşünceler ve düşmana karşı her koşulda milyonları temsil etme düşüdür. TC devletince düşünceleri çok tehlikeli görülmesi nedeniyle 18 Mayıs 1973 yılında Diyarbakır işkence hanelerinde parça parça yaparak bedenini kurşunlayarak katletti faşist diktatörlük O’nu.

Onun içindir ki, Kaypakkaya komünist bir yol açıcı önder ve TKP-ML Hareketi’nin kurucusu ve tabuların yıkıcısı ve Türkiye gerçeğine uygun olarak anılmalı, onu anlamalı ve de aşmayı hedeflemeliyiz. Aksi halde Kaypakkaya’nın bıraktıkları ve yarattıkları değeri donmuş bir kalıp olarak görmek olur ki, bu da O’na karşı yapılmış en büyük saygısızlık olacaktır.

Gerçekten de Kaypakkaya yaşadığı dünya kadar, günümüzdekinden farklı bir dünyayı hayal etmekte zordur. Dünyada dengelerin değişim gösterdiği, devrim rüzgârlarının estiği bir süreç… Ve gençliğin başkaldırışı aynı zamanda umutların ve ütopyaların da dönemidir bu. Ama düşleri gerçekçidir. Che gibi romantik bir maceracı değildir belki, ama O’na yönelmek içgüdüseldir tıpkı Demirci Kawa gibi bir Alman komünistle aynı anlamda Spartaküs’dür O...

Ve on üçüncü yüzyılda Şeyh Bedreddin gibi bir isyanda, bir eylemdedir, Marksist bir Saint-Just ve yıkıcılığın kor yığınını alevlendiren yeryüzünün lanetlilerinin baldırı çıplakların Cid Campeador’udur... 

Başkaldırı, içine sindirememe, düzene öfke, sisteme uyumsuzluk, uygunsuzluk ve diğer şeyler yol arkadaşlarıyla birlikte artık bir hayal adasının gerçek dünyaya armağanı kasketli semboller fotoğrafının namlı yüzlerinden birine, tıpkı Che gibi O’na da temas ettirilmeli kafası karışık gençliğin. Düşlediğimiz budur ama amacımız gölgeler altından çıkarmaktır O’nu. Sosyal adaletsizliklerden rahatsızdırlar ama aileleriyle birlikte üç öğün yemekler yemeye, aile yataklarında uyumaya, aile evine geç kalmamaya, küpün dışına asla taşmamaya devam edenlere uyarı ve bundan kurtuluş çağrısıdır aynı zamanda Kaypakkaya. Gidip bir yerlerde içmesine, bir efkar dağıtmak kadar hadım bir faaliyet yoktur. Üç odalı aile evlerinin, cadde arası sokaklara yayılmış barların, meyhanelerin, hiç olmadı üstüne üstelik burjuvazinin gök kubbeleri arasında intiharların, isyankarları olmak ağırdır sanırız!

Konuşmak serbesttir ama ya eylem? Eylem yok. Eylemlilik hallerinden söz ediyor insanlar, kitaplar, dergiler. Ama eylem vakti er meydanı tenhalaşıyor. İnsanın içindeki meydanda bile kimse kalmıyor. Tüm kapılar kapanıyor adeta. Herkes kendi kalabalıklarından, kendi yalnızlığına dönüyor. İşte Kaypakkaya tüm bu olumsuzluklara kendi cephesinde tavır alışın ve “Eylem insanı temizler ve geliştirir” sözünün pratikçisidir. Bir avuç yoldaşıyla kocaman dünyayı sırtlama yürekliliğidir aynı zamanda Kaypakkaya. O’nun komünist yaşamını ve kavgasını genç kuşaklara ve emekçilere yeniden yeniden anlatmalıyız,
uzlaşmazlığın ve enginleri fethetmenin timsali bir önder olarak.


Marksizm-Leninizm kurtuluşun anahtarıdır

Charles Darwin, “Türlerin Kökeni” adlı kitabıyla yeryüzündeki hayvan ve bitkilerin çok uzun süreçlerden ve değişimlerden geçerek (evrim) var olduğunu kanıtlar. “İnsanın atası maymun olamaz”, “Neden, maymunlar bu gün evrim geçirmiyor” sözleri halen kulakları / bellekleri sarıyor. Oysa Darwin maymundan geldik dememiş, aksine insanların ve maymunların ortak atasından söz etmiş ve %2’lik küçük bir farka dikkat çekmiştir ya %2 onlar ya da %2 biz öndeyiz der (!) ama gelin görün ki anlamayan, sorgulamayan her konuyu kişiselleştirenler ve şairin “Maymun halkasında da halen insanım” demesi kadar net ve yalın değildir hiçbir söylem. Evet! İnsanlıkta diretmek! Evrim bir süreçtir: ve değişkenlik dünya dönmeye devam ettikçe dünya değişmez değildire karşı tam tersine sürekli bir değişim sürecinde olacaktır.

Evrenin evriminde insan soyunun doğru ve evrenle birlikte korunabildiği yerde, daha önemlisi insana ve emeğe özgürce yaşayabileceği bir ortam sağlamak, ne kutsala dayandırılan bir kader ve iktidar sorunudur, ne de “Nasılsa bugünü atladık, sonrasını sonrakiler düşünsün” denecek kadar düz çizgiler vardır. Geçmişi asırlara dayanan Siyah Direniş Hareketi’ndeki eğilim gibidir; sahibi hastalandığında “Neyin var efendi, hasta mıyız?” diye soran “Ev kölesi” tavrının tipik bir örneği ve sahibi yatağına düştüğünde, efendisi bir an önce ölsün diye dua eden “Tarla kölesi” tavrını benimseyen Malcolm X’in çizgisinde somutlanan derin direniş hareketi. İşte, günümüz insanlığını geçmiş zamanlardan ayıran temel tehdit ve yıkım, neoliberalizmdir, küreselleşmedir. Ne olmuş yani, insanlık ne belalar gördü, her durum ve her döneme uygun şeytanlarımız olmadı mı (?) o halde niye dert edelim de diyebiliriz. Ya da bir burjuva gazete de tipik bir küçük-burjuvanın kaleme aldığı “600 yıl sonra biz yaşamayacağız ki, o yüzyılda yaşayanlar düşünsün, buzulların erimesini ve dünyanın 3’te 1’inin sularla gömüleceği bizi telaşa vermesin, siz şimdiyi yaşayın” diyen ve başkaları adına insanın insan olmaktan utandığı ama bu utanca rağmen anormalleşmiş bu yaşamlarda normalmiş gibi yaşayanlara karşıda diretmek payesini de eksik etmemek gerekiyor bilinçlerimizden.


Ne demiştik, evrim, doğayla ilgili? Doğa, birdir, hakikat birdir. Zıtlar vardır ama zıtlık yoktur. Doğaya tam itaatte zorlanma yoktur. Evren matematiksel yapıdadır. Doğa ve kitaplar onu görebilen gözlere aittir. Bilimselliğin yanında olmak ve buna göre hareket etmek, matematiğe sahip çıkmak. İşte bütün bunların toplamı: Marksizm-Leninizm’dir! Çünkü Marksizm-Leninizm işçi ve emekçilerin kurtuluşunun anahtarı ve hakikattir. İşte O’da buna sadık kalmıştır, evrimi gözlemlemiştir. Rehberi diyalektik materyalizm olmuştur. Goethe’nin, Kalinin, Politzer’in, Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in, Mao’nun, Dimitrov’ların birikimi ve dünya görüşü içinde bulmuştur kendisini.


Kaypakkaya başkaldırının adıdır

Kuşkusuz insan her şeyden önce kendini yaratandır. Gelecek kuşaklara devrolandır.

Ama yine de herkes her çağda kendi Tanrı’larını yaratıp ona yalvarıyor mu? Oysa Komünist Manifesto da, Marx ve Engels: “Bizleri kurtaracak olan kendi kollarımızdır!” diyor ve adını koyuyor… Sonuçta burjuvalar ve işçiler aynı yağmurun altında buluşuyor. Yani kendini yaratanın, var edenin kendisi olduğuna vurgu yapıyor. Bu yüzden şimdiye ve geleceğe barbarlık yerine umudu ve mücadeleyi sunmalıyız. Tanrısal değil de insanın bulduğu ve yıkıp tekrardan inşa ettiği bir başkaldırı gibi… Karşı cinse duyulan bir sevgi, kitaba duyulan bir sevgi, doğaya, özgürlüğe duyulan bir sevgi ve insanın insanca yaşayabileceği bir dünyaya duyulan tutkuyla sevgi. Umut etmek ve umuda duyulan sevgidir. Devrime ve sosyalizme duyulan başlılıktır. Kaypakkaya’ya işte bunun adıdır. Sevginin, tutkunun ve geleceği kazanmanın adıdır. İbrahim Kaypakkaya egemenlere karşı ezilenler ve sömürülenler nezdinde halkların özgürlüğü için yola çıkmıştır.

İşte tam bu noktada çokta uzak olmayan bir tarihten söz edeceğiz, başlıktan da anlaşılacağı gibi İbrahim Kaypakkaya’dan söz edeceğiz. Oysa İbrahim Kaypakkaya yeni kuşaklara seslenen ve hala yanmaya devam eden bir atom çekirdeğidir o hep var ve var olacaktır. Yukarıda vurgu yaptığımız gibi, Tanrısal değil, peygamberleştirilmemeli ama idealist - teslimiyetçi - uzlaşmacı bayların cevap veremediğine bizlerin söylemesi için bir miras bırakmıştır. Zamanın içinde olmuştur, geleceğe dairliliğini korumaktadır görüşleri ve teorileriyle.

İbrahim Kaypakkaya 17 - 18 Mayıs 1973’de katledildi. Katledildiği sırada 68 kuşağıyla anılan ve Türkiye özelinde 1971’de yeni devrimci bir tipe ulaşan ve sürekli gelişen sol kadroların arınma, düşünme ve irade alanındaki gücünü ve azmini temsil etmektedir.


İbrahim Kaypakkaya’nın ele geçmesini, sorgulanmasını, işkence görmesini ve öldürülmesini bir süreç olarak baktığımızda, 24 Ocak 1973’de Mirik Mezrası’nda yaralandıktan sonra yakalandığını, ayaklarındaki donma haline karşın bin bir eziyet edilerek Gökçe Karakoluna getirildiğini ve sonra da Dersim’e ardından Elazığ’a ve nihayet Amed’e (Diyarbakır) götürüldüğünü görürüz.


Sorgu ve işkenceler

Faşist diktatörlüğün 3,5 ay süren en ağır işkence ve zulmüne rağmen Kaypakkaya geçilmez bir granit gibi direnmiştir. Ama faşist diktatörlük sonuç almak için hemen öldürmek istemez onu. Hastaneye kaldırırlar. İbrahim Kaypakkaya’nın başındaki yaralar ve ayaklarındaki kangrenler kesip biçilerek sağaltılır. O ki, sır vermemiştir, işkenceyi sürdürebilmek için iyileştirilmelidir.

Sonuç alamazlar, umutsuzluğa, hayranlığa ve sıkıntıya kapılırlar. Aylardan Mayıs’tır, artık işkenceyi durdururlar. Görevlilerin Ankara’ya gidip gelmeleri ve haberleşmeler vardır. 16 ile 18 Mayıs arasındaki kısa ve kritik bekleyişten sonra Kaypakkaya işkencede öldürülür.


Kızıldere’de Mahir Çayanları öldürmenin kılıfı askeri operasyonlardır. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın öldürülmesinin kılıfı Mahkeme ve Büyük Millet Meclisi heyetlerinin yasaya dayanan idam açgözlülüğüdür. İbrahim Kaypakkaya’nın öldürülmesi ise doğrudan ve de çıplaktır. Çünkü Türkiye’nin başına bela olabilecek bir önder daha baştan katledilmeliydi. İşte Kaypakkaya’nın işkencede katledilmesi bununla bağlıdır.


Sinan Cemgillerin öldürülmesi de dahil, bu öldürmelerin (katletmelerin) hepsi devrimci harekete karşı yapılmıştır. Tür olarak ilktir. “Liderleşeni yok et” ve halka “İbret olsun” diyen aynı zincirin halkalarıdır.


Farklılaşan bir önder: Kaypakkaya

Sömürü ve ezme esasına göre işleyen her düzen, düzenle çıkara dayalı ilişkiye girmeyen ve kendi tarzına dönüştüremeyeceği muhaliflerini hemen tanır. Öyle ki, böyle rejimlerin kahkaha atış sebebi bile dişlerinin ve dişlilerinin gıcırtısı sezilmesin diyedir.

Rejim içinde çözüm olma arasındaki fark, aslında kendi kaderini yaratıp yaratmamaktır. Geleceğe ve kendine sahip çıkmak, öncelikle zihni faaliyetlerde yanılsamayı aşmak ve bilinçle ilintilidir. Bir meydan okuma, bir tutum, tavır, uzlaşmamacılık, tercih ve irade gerektirir. Burada adres bellidir!


Yakın tarihteki bu hale uyan belirgin örneklere baktığımızda tehlikeli sayılan ve fikirlerinden dolayı 24 yaşındayken öldürülen İbrahim Kaypakkaya farkıyla karşılaşırız. Ki, bu farkın özgünlüğü, ne yazık ki doğal mecrasında akmamıştır. Kaynağından giderek uzaklaşan, farklılaşan ve artık biri diğeriyle bağdaşmayan iki ayrı tarihsel İbrahim Kaypakkaya’nın varlığından söz edebiliriz.


Birincisi, teorik ve siyasal metinlerine göre kamuoyuna daha geniş mal olanlar ve “Ser verip sır ver meme” de anlamını bulan, zamanla halka ait çeşitli inanç ve alt kültürlerden beslenerek mitleşen İbrahim Kaypakkaya’dır. Efsaneleştirme halkla sınırlı değildir. Birilerimizin “Köylüler, aslında toprak devrimi talep etmiyor” gerçekçi ama yetersiz önermesine, diğerlerimizin “Köylülerin toprak talebi vardır” soyut ama yine yetersiz iddiasıyla karşı çıkması gibi sığlıklarımız efsaneye sığınmayınca, bu durum daha da güçlendi.


İbrahim Kaypakkaya, devrimci pratik faaliyetin gizlilik koşullarında gereken ve şimdi kendisinden çok daha meşhur olan o “Ünlü vesikalık resmi” çektirirken beş köşeli “Kasketi” giydiği için ölümünden sonra ne tür yanılsamaya yol açacağını, o vesikalık görüntüde zamanın nasıl “Donabileceğini” büyük ihtimalle tahmin etmiyordu. Tıpkı ikonlaşan ve mitleştirilen Che Guevara önderliğindeki gibi.


Tuhaf ve gerçek olan: İbrahim Kaypakkaya’yı siyaset biliminde “Yok” sayarak ya da “Vardı ama çok gençti” diyerek ya da onun lider haline kâh faydacılıkla, kâh sempatiyle, kâh empatiyle yaklaşanların, O’nun özgün fikirlerini temel alarak fark edenler, değerlendirenlere, kavrayanlara göre sayıca kat kat daha fazla olmasıdır.


İbrahim Kaypakkaya bugünün adıdır

İbrahim Kaypakkaya’ya tarihsel olarak ilişkin ikinci algılama da Aralık 1971 - 72 arasında bizzat İbrahim Kaypakkaya tarafından kaleme alınan ama kamuoyuna sınırlı mal olmuş ve politik selinin de yanında pratikte de, program eleştirisi ve tarih ve devrimci teoriye ilişkin “Seçme Yazıları”ndan oluşan entelektüel halinden dolayımladır.

“Seçme Yazılar” altı metinden oluşur. Bunlardan biri “Türkiye’de Milli Mesele”dir, birinci yazımı Aralık 1971’dir. TİİKP ile ayrılıktan sonra söz konusu metni Kaypakkaya esasına sadık kalarak Haziran ‘72’de kaleme almıştır. Yirmi bir başlıktan oluşur ve yetmiş kitap sayfası civarında bir hacme sahiptir.


Bilindiği gibi İbrahim Kaypakkaya’nın aile kökeni Türk ve Alevi’dir. Kuşkusuz kendisi sınıfsız bir toplumu hedefliyordu. “Köylülük modern sanayi karşısında dağılan ve yok olmaya doğru giden bir sınıftır. Oysa proletarya, mülkiyetle bütün bağlarını koparmıştır. Özel mülkiyetin muhafazasını değil, kesinlikle ortadan kaldırılmasını ister. Birinin varlığı diğerini imkânsız kılar” diyen İbrahim Kaypakkaya, çeşitli milliyetlerin karşılıklı özgürleşme sorununda da analizler yapıp çözümler öneriyordu. Ezilen ve baskı uygulanan Kürtlerin geleceğini tayin etmesi ve haklarını kullanmasına ilişkin hem o gün hem de şimdi bile kimse On’un kadar ileri gitmemişti.


İbrahim Kaypakkaya’nın gücü nereden gelmektedir?

Evet, gencecikti! Ezen ulusun içinden geliyordu. Tabular döneminde “Milli Mesele”de Türk, Kürt, Ermeni demeden gerçeği ortaya koyuyordu. Zira İbrahim Kaypakkaya’nın “Türkiye’de Milli Mesele”si sayesinde milliyetçilik ve şovenizmden arınan ilk söz söylenmiştir.

“Türkiye’de Milli Mesele” gibi bundan 44 - 45 yıl önce yazılmış bir metnin: kavrayış ve çözümleme, kendinden sonraki tarihi etkileme, çıtayı yükseltme vb. gibi şeylere dair derinliğini nasıl olup halen koruduğunu ve temel önermelerde ki güncelliğini ve gücünü anlamak, oranlamak ve şaşırmamak için o günden zamanımıza dek oluşmuş değişimler üstünden şöyle bir gönderme yapabiliriz: O sıralarda şehirlerarası ve milletlerarası telefon haberleşmeleri, PTT’deki görevlilerin “Hat bağlaması” sayesinde gerçekleşebiliyordu. Şimdi ise dağdaki gerillanın da bardaki ağıt dinleyenin de cep telefonu var. Teknolojiyle birlikte internet cebimize girdi. Peki, söz konusu yukarıda ki, metnin gücü nereden gelmektedir?


İbrahim Kaypakkaya’nın zekâsından, Köy Enstitüleri geleneğinden gelmesinden ve konuya ilişkin Marksizm-Leninizm’i referans alarak tarih ve teoriden çıkarsamalar yapmasından. Yerel halkın anlatımlarını ve yaşanmışlıkları, bilimsel bilgi düzeyinde tasvip etmesinden.


Komüntern ve TKP gibi kurumların tarihsel değerlendirmelerine karşın akıma karşı yüzme cesaretinden, Marksizm ve Leninizm’in tarihsel diyalektik materyalizmden gelmektedir. Özetle gücüde cesareti de oradan gelmektedir...


En önemlisi, Kemalist Hareketi, Kemalist İktidarı, Kemalizm’i doğru değerlendirmesinden ve devrimcilikle Kemalizm arasına kalın ve kendinden sonraki yeni zamanlara ve kuşaklara da referans olacak bir hat çekmesindendir.


Siyasal oportünizm ya da Marksizm ve Leninizm

“Seçme Yazılar”ın diğer bir metni, “Şafak Revizyonizminin Kemalist Hareket, Kemalist İktidar Dönemi, II. Dünya (emperyalist paylaşım) Savaş Yılları, Savaş Sonrası ve 27 Mayıs Hakkındaki Tezleri” adını taşır. Üç bölüm ve on başlıktan oluşur. Yaklaşık seksen kitap sayfası bir hacme sahiptir, ilkyazımı Ocak 1972’dir. Ağustos 1972’de aslına sadık kalarak tekrardan İbrahim Kaypakkaya tarafından kaleme alınmıştır.

“Kemalistlerin ‘Tam Bağımsızlık’ ilkesi, ‘Yarı Sömürge’ yapıyı seve seve kabullenmek anlamına gelir” diyen Kaypakkaya, Kemalizm mirasçılığı konusunda “İngiliz, Fransız, Alman emperyalistleriyle ‘Sınıf Kardeşliği’ nişanesidir” der. Zaten emperyalizmle Kemalist Hareket arasındaki işbirliği iyice bilince çıkarılmadığından ve Cumhuriyet tarihi boyunca egemen sınıfların farklı kesimlerinin birbiriyle çekişmesinden medet umulduğundan dolayı günümüzde de “Tam Bağımsızlık” denen şeyin aslında bir çelik çomak oyunu olarak sürdürüldüğü fark edilmemektedir.


Komünist harekete sahip çıkmanın adı

İbrahim Kaypakkaya yoksul bir aile çocuğu olarak 1949 yılında Çorum Alaca’da doğdu. İlkokulu Karamahmut, Ortakışla ve Alacaköy'de okudu. 1961'de Hasanoğlan Öğretmen Okulu'nun sınavını kazandı ve öğrenimini burada sürdürdü. Devrimci düşünceyle Hasanoğlan Öğretmen Okulu'nda tanıştı. Bu okuldan mezun olduktan sonra Yüksek Öğretmen Okulu hazırlık sınıfına bir yıl devam etti ve İstanbul'da Çapa Öğretmen Okulu'na kaydoldu. Aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü öğrencisiydi. FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) Çapa Şubesi’nin kuruluşuna katıldı. 1968 yılında TİP (Türkiye İşçi Partisi) Eminönü ilçe teşkilatına üye oldu. Ant ve Türk Solu dergisi yazı kurulunda bulundu. İbrahim Kaypakkaya’nın devrimcileşmesi, bıyıklarının yeni yeni terlemesiyle başlamış, devrimciliğe ise altı sene sürmüştür. Hasanoğlan Enstitüsü’nden, İstanbul Çapa’ya gelir. Devrimcileşmesinde zamanın ODTÜ, İTÜ, Siyasal Bilgiler gibi mücadelede öne çıkan okullarıyla ve oralarda kurulan arkadaşlık çevreleriyle doğrudan ilişkisi sınırlıdır. Henüz FKF ve Dev-Genç’te öne çıkmamıştır.

Fabrikalara, köylere sonra Kürdistan’a gider gelir. 68 kuşağının 1980’li yılların başına kadar süren doğrudan ve dolaylı etkisi bakımından, üniversite çevreleri, akademisyenler, aydınlar kamuoyu ve basında da İbrahim Kaypakkaya zaten Mahir Çayanlara, Deniz Gezmişlere göre az kabul görür, bilinmezden gelir. Sonuçta 68 kuşağına göre sanki 1971’den sonraya ve 1980’den öncesine ait sayılmıştır. Üstelik aitmiş de değilmiş gibi, sessiz kabul görünen bir konsensüstür söz konusu olan. Bunun nedeni İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalizm ve Milli Mesele’ye dayanan ülkenin sorunlarına dair ortaya koymuş olduğu görüşleriyle, 68 ortalamasını aşması ve sosyalizmdeki geri dönüşü yakalamasıdır. Onun içindir ki, Kaypakkaya’ya dokunmak ateşe dokunmak anlamı taşımaktadır. Bunun içindir ki yıllardan beridir Kaypakkaya unutturulmaya ya da yok sayılmaya çalışılıyor.


Sinan Cemgilleri ihbar eden İnekli Köyü muhtarının cezalandırılmasından dolayı İbrahim Kaypakkaya arada sırada zaman çizgisinin öbür tarafına geçer. Kabul edilişi 68 Sol’uyla sorunluymuş gibi durur hep. Öte yandan kendi içinden “Dışarıdaki ötekinin” mahremine de bakmayı becerebilmeliyiz de vurgudur bu.


İbrahim Kaypakkaya Nisan 1972’e TİİKP’den ayrıldıktan sonra altı yoldaşı ile birlikte TKP-ML Hareketi’nin Koordinasyon Komitesini oluşturur. Birçok badire atlatsalar da komiteden geri kalanlar sağdır. Yıllar geçer. Oysa her şey dün gibidir. Sonuç olarak İbrahim Kaypakkaya, yaşayanların hem zorlukları hem de kolaylıklarıdır. Bugün söz konusu o Koordinasyon Komitesini ve o günkü yakın ilişkilerini tam mevcutlu toplamayı dilesek bile, ne yazık ki mümkün değildir. Çünkü özne olmayı sağlayan Kaypakkaya yoktur. Lider olmak, başka bir şeydir; iyi ve doğru insanlar olabilmek başka bir şey...


Yüreklerimize kulak vermenin zamanı...

“Demokratik halk diktatörlüğü sisteminde bütün milletlerin ve dillerin tam eşitliği garanti edilecektir. Hiçbir zorunlu dil tanınmayacak, halka bütün yerli dillerin öğretildiği okullar sağlanacaktır. Halk devletinin anayasası, herhangi bir milletin, herhangi bir imtiyaza sahip olmasını ve milli azınlığın haklarına herhangi bir tacizi kesinlikle yasaklanacaktır. Her ulusa kendi kaderini tayin etme hakkı tanınacaktır. Bütün bunların gerçekleşmesi için, özellikle yaygın bölgedeki özerklik ve tamamen demokratik yerel kendi kendini yönetim gereklidir. Bu özerk ve kendi kendini yöneten bölgelerin sınırları ekonomik ve sosyal şartlar, nüfusun milli bileşimi vb. temeli tarafından tayin edilecektir.” Bu İbrahim Kaypakkaya’ya aittir.

Burada işaret edilen aşağıdan ve alttan yapabilmektir. “Sürecin elverdiği” oranda karşılıklı üstten çözümler aranmakta ve alternatifler üretilerek çözümler üretmek, programınla sistemin üstünde olabilmektir. Belirttiğimiz gibi yukarıdaki sözler Kaypakkaya’ya aittir ve anlaşabileceği gibi de halen geçerliliğinin de yanında, gerçekleşmeyi bekliyor.


Bugün için açıklıkla söyleyebiliriz ki, 25 Temmuz 1968’de Vedat Demircioğlu’nun öldürülmesiyle Türkiye’de hızlanmaya başlayan siyasal linç ve cinayetler, görüşleri doğrultusunda “Tam Bağımsız Türkiye” diye haykıran Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslanların idam edilmeleri, dokuz yoldaşı ile Kızıldere’de katledilen Mahir Çayanların ve Nurhak’ta Sinan Cemgillerin öldürülmesi ve toparlayacak olursak İbrahim Kaypakkaya, Ali Haydar Yıldızlar ezilen ve sömürülen halklar nezdinde devrim / sosyalizm davası ve halk için yolla çıkmış ama özelinde birbirileri için ölmüşlerdir. Bunu iyi kavramak, sorgulamak gerekmektedir. Teoride ayrıdırlar ama pratikte yan yana düşmana karşı ortak savaşım içinde olmuşlar ve her biri birbirinin üzerine basmadan inandıkları düşünceler temelinde
mücadeleye sıkıca sarılmışlar ve bu uğurda net bir duruş sergilemişler.


İnsanın ayırıcı niteliklerinden biridir başkaldırı ve ML ideoloji ve bu temel gerçeklik üzerinde yükselir. Siyaset bu has duygunun gerçeğe uyulmasıdır ve bunun gereklerinin yerine getirilmesidir. An gelir o başkaldırı silkelenir, sırtındakini atar, önüne geleni ezer geçer. “İdeolojiler öldü” denen bir çağda yine an gelir başkaldırı bir isim, bir söz, bir resim, bir tebessüm ya da hınzır bir bakışta simgelenir. “Ateşi görüp ihaneti yaşadığı” halde vardır ve o ümidin de ta kendisidir. Anonimlerin sahibi yoktur dolayısıyla herkesindirler türkü sözleri gibi, Kaypakkaya hepimizindir, çünkü anonimdir ve “Öteki yüreğimizdir” diyoruz.

“Öteki yüreğimize” kulak vermenin zamanı geldi ve geçmedi mi?
Bu yazı daha önce E. Kalan imzasıyla Devrimci Halkın Birliği dergisinde yayımlandı.

Hiç yorum yok: