28 Kasım 2012 Çarşamba
Muhteşem Hezeyanlar
Kanuni sanki kendi döneminin ilericisiymiş gibi pazarlanıyor, oysa tarih meselesi açısından bay Recep’in bahsettiği gibi durmuyor söz ettiği saray, Kanuni’nin katliamlarından, yolsuzluklarından verdiği rüşvetlerinden, o dönemin baskılarından söz edelim. Evet, doğrudur: Ecdatları mezbaha gibi çalışmıştır.
25 Kasım 2012 Pazar
Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi kurulmuş: Bu partideki anlatım bozukluğunu bulunuz?
İklim krizi başta olmak üzere barış, demokrasi ve
toplumsal cinsiyete ilişkin sorunlara karşı özgürlükçü ve radikal politikalar
geliştirmeyi amaçlayan “Evimiz yanıyor, bu yangını söndüreceğiz” diyerek
harekete geçen Yeşiller Partisi 25 Ekim
2012’de kendini feshederek, 12 Eylül 2010 referandumuna “Yetmez ama evet”
diyerek destek veren ve sol kamuoyunda büyük tepki toplayan Eşitlik ve
Demokrasi Partisi (EDP), soldan birçok siyasal hareketin solda yeni parti
arayışları içerisinde bir araya gelmesi sonucu 13 Mart 2010'da kurulduğunda, YSK
tarafından 12 Haziran 2011 seçimlerine girebilmeye hak kazanmış 27 partiden
biriydi.
Partinin yeni adı; “Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi” oldu.
Kurucular arasında Sevil Turan ve Arif Ali Cangı eşsözcülüğünde (başkanlığında); Ufuk Uras, Saruhan Oluç, Ahmet İnsel, Murat Belge, Aydın Engin, İlkay Akkaya, Yasemin Göksu, Banu Dalgıç Cangı, Akın Atauz, Esmeray Özadikti, Eylem Tuncaelli gibi isimlerin de yer aldığı 607 kişi tarafından kuruldu.
22 Kasım 2012 Perşembe
Delikanlım iyi bak yıldızlara
Deniz Gezmiş Nazım
Hikmet 'in “Delikanlım iyi bak yıldızlara” adlı şiirini çok sever ve Delikanlım
ile özleştirirdi. Bu yüzden Can Dündar belgeselinin ismini Delikanlım iyi bak yıldızlara
ismini koydu ve Delikanlı Deniz'i anlattı. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve
Hüseyin İnan 40 yıl önce 6 Mayıs'ta idam edildi. Belgesel 40. yılında onları ve
68 Hareketi'ni anlatıyor. Deniz Gezmiş'in hayatından çarpıcı kesitlere yer
veriliyor en insani yönlerini romantizmden ve esprilerinden söz ediyorr ve tabi
onun sarsılmaz devrimci duruşunu sergiliyor. Belgeselin şiirini ise Tuncel
Kurtiz seslendiriyor.
İyi seyirler…
İyi seyirler…
10 Kasım 2012 Cumartesi
6 Kasım 2012 Salı
Yalnızlık, diyalektik ve aşk üzerine
Bir yanım eksik, şimdi yazılanları okuyorum Bobby Sands biyografisinin yazarı Denis O'Hearn’ın
‘Açlık Grevleri’ ile ilgili bir makalesi(…) bu eksik
yanımla (okuduklarım arasında şiirlerde
var.) Bir arkadaşım şöyle bir şey demiş yazısının en sonunda “Bir damla su
dilenmeyeceğim ne buluttan, ne de senden!”
O yüzdendir ki, günümüzün gerçeği olan kapitalist üretim biçiminin egemenlerinin kültürü, kendine kitlelerle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir yöneliş ve bir işlev bulmuştur. Kitlelere ise kalitesiz romanlar, sıradan şarkılar, yani kültür düzeyi düşük yan ürünler bırakılmıştır.
Tanrı'nın eli
Bizler kendi kalabalıklarımızın içinde kendi yalnızlığımızı yaşıyoruz, her halükarda. Şimdilik yetiyor gibi bu. Ve içlerimizde ki her susuş aslında yalnızlığımızın dışa vurumudur bu yüzden… Bütün insanlar yaşamlarının en az bir döneminde kendilerini yapayalnız bir kişi gibi duyumsarlar, belki de bundan. Ve de gerçekten yalnızdırlar. Yaşamak, gizemli bir gelecekte varacağımız yere gitmek için geçmişte bulunduğumuz yerden yola koyulmak demektir.
Yalnızlık, insan duygusunun en derindeki gerçeğidir. Yalnız olduğunu bilen ve bir başkasını arayan tek varlık insandır. Doğası gereği insan, kendi varlığını bir başkasında gerçekleştirme özlemi içinde ve doğaya “hayır” diyerek yaşar (kendi kendini yaratan insanın bir “doğası”ndan söz etmemiz doğruysa eğer.) İnsan özlemdir, kavuşmak için bir aranıştır. Bu yüzden, kendi varlığını tanır tanımaz kişi, bir eş ya da arkadaştan yoksun olduğunu anlar, yalnızlığının bilincine varır. Hangimiz de olmamıştır ki bu.
Tıpkı, dünyaya gelmekle, bizi ana karnındaki o bilinçsiz yaşama bağlayan zincirden kopuş gibi. Ana karnındaki bebek, kendisini sarıp sarmalayan canlının bir parçasıdır, ilkel bir yaşamdır; kendi bilincinde bile değildir. Bilinçsiz yaşam diyorum, çünkü orada, istek ile doyum bir ve aynı şeydir. Doğumla gelen değişikliği, bir ayrılık, kopma ve yalnız bırakılma, yabancı ve düşmanca bir çevreye düşüş olarak algılarız. Sonraları, bu ilkel duyum yalnızlık duygusuna dönüşür; daha sonra bir bilinç oluşur: Gerçekte yazgımız yalnızlıktır ama bu yalnızlığı aşmak ve bizi geçmişe, cennetteki o mutlu yaşama bağlayan ilişkileri yeniden kurmak zorunda olduğumuz bilinci. Var gücümüzle, yalnızlığımızı aşıp yenmeye çalışırız.
Yalnızlıklar diyalektiktir
İşte bunları düşününce; çevremden ve yanı başımdan geçen insanları düşünüyorum ve hepsi içlerinden bir Dua’yı mırıldanıyormuş gibi: Hayat güzeldir… Hayat güzeldir diye… Peki, hayat güzel midir gerçekten diye sorası geliyor insanın (?) şu gök kubbe arasında ki akıp giden insanlara.
Gerçekten de öyle, evet dilenmemek gerekiyor bu günü
birlik ve nakarat gibi tekrar olan hayatta. İnsanın üretemediği yerde tüketim
vardır. Ben ve bizlerde tüketmemek için üretmeye çabalıyoru(z)m. Ne onlar?
Onlar, yarın ve bugün için ve bu bağlamda, artık egemen sınıflar için
oluşturulanlara karşı olmak gerektiği bizlerin bilincinde yer etmişse bunun
yükümlülüklerini yerine getirmeliyiz diye düşünüyorum… Bunu söylüyorum bunu
çoğaltıyorum. Tıpkı bilgi gibi… Öyle ya bilgi paylaştıkça çoğalır derler.
Bilgi paylaştıkça anlamlı kılınır. Bilgi paylaştıkça
çoğalır insan. Ama son günlerde burjuva ideologlarının ağızlarına doladığı şu
“Aşk” masalına geçmeden önce… Halkımızın tıpkı, Bali Adası'nda ki, bir
kapitalist ideolojiden henüz etkilenmemiş olan halkın, maddi ve manevi
sistemler arasında kendine bir denge kurmayı başarması gibidir. Her köy yılda
bir kez topluluk bireylerinin tek tek katılımıyla bir opera yaratır. Böyle bir
dengeye, herkesin geçimini sağlamak için çalıştığı, ama aynı zamanda
festivallere, dindışı şölenlere ya da dinsel yortulara katıldığı, dünyanın
başka yörelerinde de rastlayabiliriz. Bireyin katılımı, örneğin müziği
yaratması, dansı yapması, kıyafetleri, oturması, kalkması, ses tonu, sigara
içişi bile ve dekoru vb. oluşturması yoluyla gerçekleşir… Bu yüzden önce
sorumlu olduğumuz değerlere değinmem gerekiyor.
Sorumluyuz
Bize hep “halka” ise artıklarla yetinmek zorunda bırakılmışsız hissi veren bu sistemle cebeleşmek düşüyorsa payımıza onları yerine getirtmeliyiz. Oysa bizlerin-halkın özgün bir kültürü vardır. Ama bu kültür ne yazık ki zayıflamaktadır. Çünkü doymak bilmez egemen sınıflar, çıkarları uğruna halkın son “büyücü”lerine de el koymuştur. Kimdir o büyücüler? O büyücüler Latin Amerika kıtasında Che Guevaralar, o büyücüler onlara göre sefilce yaşamış olan Marx, Engels, Lenin’dir. Üstelik onları yorumlayan-açıklayan ve başkalarının daha yaşanılası bir dünyayı yakıştırmışlardır insanlığa. Ama onlar kan emicidir(?) onları savunanlar teröristtir.
Ve üstüne üstlük köyler giderek boşalmakta, köylüler duygularını dile getiremedikleri koca kentlere yığılmaktadırlar... Hepsini söylediler bize onlar. Köylerin yakılacağını, insanların sırf kendi egoları ve sırt üstü gelip yan yatmak adına rahatları için çıkardıkları paylaşım savaşlarını, bunların hepsini söylediler bize. Kapitalizm yokken Marx kapitalizmi yorumluyordu. Yoksa ne işi var kapitalizmin yoğun yaşandığı, bir su içmenin bile lüks olduğu şu metropolde. Ya da sizlerin, ailelerinizin? Benim ve bizim gibilerinin.
Sorumluyuz
Bize hep “halka” ise artıklarla yetinmek zorunda bırakılmışsız hissi veren bu sistemle cebeleşmek düşüyorsa payımıza onları yerine getirtmeliyiz. Oysa bizlerin-halkın özgün bir kültürü vardır. Ama bu kültür ne yazık ki zayıflamaktadır. Çünkü doymak bilmez egemen sınıflar, çıkarları uğruna halkın son “büyücü”lerine de el koymuştur. Kimdir o büyücüler? O büyücüler Latin Amerika kıtasında Che Guevaralar, o büyücüler onlara göre sefilce yaşamış olan Marx, Engels, Lenin’dir. Üstelik onları yorumlayan-açıklayan ve başkalarının daha yaşanılası bir dünyayı yakıştırmışlardır insanlığa. Ama onlar kan emicidir(?) onları savunanlar teröristtir.
Ve üstüne üstlük köyler giderek boşalmakta, köylüler duygularını dile getiremedikleri koca kentlere yığılmaktadırlar... Hepsini söylediler bize onlar. Köylerin yakılacağını, insanların sırf kendi egoları ve sırt üstü gelip yan yatmak adına rahatları için çıkardıkları paylaşım savaşlarını, bunların hepsini söylediler bize. Kapitalizm yokken Marx kapitalizmi yorumluyordu. Yoksa ne işi var kapitalizmin yoğun yaşandığı, bir su içmenin bile lüks olduğu şu metropolde. Ya da sizlerin, ailelerinizin? Benim ve bizim gibilerinin.
Öyle değil mi? Abidin Dino şöyle bir şey diyor: “Bir
tabut getirdiler önümüze Marksizm öldü diye. Açtık bir baktık ki tabut boş”.
Bizleri kandırıyorlar tarihten bu yana. Oysa tarihe sahiplenmek gerekiyor
eksisiyle-artısıyla. Ama takılıp kalmamakta gerekiyor.
O yüzdendir ki, günümüzün gerçeği olan kapitalist üretim biçiminin egemenlerinin kültürü, kendine kitlelerle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir yöneliş ve bir işlev bulmuştur. Kitlelere ise kalitesiz romanlar, sıradan şarkılar, yani kültür düzeyi düşük yan ürünler bırakılmıştır.
Senfoni konserlerine, tiyatrolara kimler gider?
Kimler kitap ya da müzik eserleri satın alır?
Resim ya da heykel sergilerini kimler gezer?
Tanımadığı biri için, kim üzülür?
Kim tanımadığı birine bir şeyler anlatır?
Özetle, ülkemizde yaklaşık olarak 70 milyonu bulan
nüfustan kaçta kaçı bu sanatsal etkinliklerden yararlanabilmektedir?
Belki beş yüz bin, belki bir milyon kişi. Bence bunun
çok altında(?) ya da %81’i ABD emperyalizmine karşı olan bir ülkede kim ne
kadar sorguluyor kapitalizmi-emperyalizmi?
Neden sokağa yansımıyor en basitinden bir savaş
karşıtı eylemlikte o %81?
Neden insanlar cezaevlerinde direnirken bir yandan da
linç edilmeye çalışılır?
Ya da büyük bir gururla “Ben bu ülkede bin tane
operasyon yürüttüm” diyen zaat kime güveniyor, gücü nerden geliyor?
Gazi’de, Maraş’ta, Tokat’ta, Erzincan’da, Sivas’ta kim
nereden alıyordu gücünü, hunharca katlederken kırmızıçizgilerde…
Kırmızıçizgiler kimin belirlediği çizgilerdir?
Bundan 12 yıl önce Dersim - Erzincan arasında
“kimyasal silah”larla öldürülen on yedi kişi, TC’nin hanesine işlenmiş yeni bir
cinayettir ama kendi tarihinde de ilk kez kullandığı silah biçimidir. İşte ben
bütün böyle şeyleri anlatmak-paylaşmak istediğim için yaşıyorum belki de sorun
bu?
Tanrı'nın eli
O yüzden bu nakaratlaştırılmış hayatta, bize hep “bu halka” ise artıklarla yetinmek
zorunda bırakılmışsız hissi veren bu sistemle cebeleşmek düşüyorsa herkes gibi
payıma onları yerine getiriyorum. Oysa bizlerin-halkın özgün bir kültürü var.
Ama bu kültür ne yazık ki zayıflamakta(dır).
Bizler kendi kalabalıklarımızın içinde kendi yalnızlığımızı yaşıyoruz, her halükarda. Şimdilik yetiyor gibi bu. Ve içlerimizde ki her susuş aslında yalnızlığımızın dışa vurumudur bu yüzden… Bütün insanlar yaşamlarının en az bir döneminde kendilerini yapayalnız bir kişi gibi duyumsarlar, belki de bundan. Ve de gerçekten yalnızdırlar. Yaşamak, gizemli bir gelecekte varacağımız yere gitmek için geçmişte bulunduğumuz yerden yola koyulmak demektir.
Yalnızlık, insan duygusunun en derindeki gerçeğidir. Yalnız olduğunu bilen ve bir başkasını arayan tek varlık insandır. Doğası gereği insan, kendi varlığını bir başkasında gerçekleştirme özlemi içinde ve doğaya “hayır” diyerek yaşar (kendi kendini yaratan insanın bir “doğası”ndan söz etmemiz doğruysa eğer.) İnsan özlemdir, kavuşmak için bir aranıştır. Bu yüzden, kendi varlığını tanır tanımaz kişi, bir eş ya da arkadaştan yoksun olduğunu anlar, yalnızlığının bilincine varır. Hangimiz de olmamıştır ki bu.
Tıpkı, dünyaya gelmekle, bizi ana karnındaki o bilinçsiz yaşama bağlayan zincirden kopuş gibi. Ana karnındaki bebek, kendisini sarıp sarmalayan canlının bir parçasıdır, ilkel bir yaşamdır; kendi bilincinde bile değildir. Bilinçsiz yaşam diyorum, çünkü orada, istek ile doyum bir ve aynı şeydir. Doğumla gelen değişikliği, bir ayrılık, kopma ve yalnız bırakılma, yabancı ve düşmanca bir çevreye düşüş olarak algılarız. Sonraları, bu ilkel duyum yalnızlık duygusuna dönüşür; daha sonra bir bilinç oluşur: Gerçekte yazgımız yalnızlıktır ama bu yalnızlığı aşmak ve bizi geçmişe, cennetteki o mutlu yaşama bağlayan ilişkileri yeniden kurmak zorunda olduğumuz bilinci. Var gücümüzle, yalnızlığımızı aşıp yenmeye çalışırız.
Yalnızlıklar diyalektiktir
Öyleyse, yalnızlık duygusunun iki ayrı anlamı var: Bir anlamda yalnızlık
“kendini bil”mektir; öteki anlamdaysa, kendimizden (yalnızlığımızdan) kaçıp kurtulma özlemidir. Yaşamın temel koşulu
olan yalnızlık, kaygıdan ve kararsızlıktan kurtulacağımız bir sınav ve
arınmadır. Bu yüzden, yalnızlık dolambacının çıkış kapısında, mutluluğa, tüm
dünya ile yeniden denge durumuna erişeceğimizi umarız. Yani yalnızlık derken
başka bir “yalnızlıktan” başka bir “duygudan” söz etmeye çalışıyorum ki, onları
açığa sermek için devam ediyorum…
Yalnızlıkla acıyı özdeşleyen halk dili işte bu ikilemi yansıtır. Aşk acısı yalnızlığın sancısıdır. Birlikte yalnızlık hem karşıt hem bütünleyici duygulardır. Yalnızlığın kurtarıcı gücü, içimizdeki o gizli suçluluk duygusunu açıklığa kavuşturur; yalnız insan “Tanrı elinin itelediği” kişidir. Yalnızlık duygusu hem bir ceza hem bir arınmadır, bir sürgün cezası olduğu kadar sanki o sürgünden artık kurtulacağımızı duyuran bir durumdur. İnsan yaşamının tümü bu diyalektiğin etkisi altındadır.
Aşktan beklediğimiz de birazcık gerçek yaşam, birazcık gerçek ölüm değil mi? Aşkı mutluluk için değil, olsa olsa, karşıtlıkların duyumsamayacağı, yaşamın ölümle, zamanın sonrasızlıkla bir ve birlik olabileceği o gizemli an için isteriz. Derinden derine sezeriz ki yaşamla ölüm aslında tek bir gerçekliğin (karşıt ama bütünleyici) iki yüzüdür. Aşk eyleminde, yaratma ile yıkma birleşir; çok kısa bir an içinde olsa, insan yetkin bir durumu sanki yakalayıp yaşamış gibi olur.
Bu yüzden olgun bir insan, üretici ve yaratıcı çağları boyunca da yalnızlıktan kurtulamıyorsa hasta bir kişi sayılır. Çağımızda bu türden yalnızların sayısının çoğalması, sorunlarımızın ağırlığını da yansıtır. Çağımızın tek Tanrısı olan iş güç (kazanç tutkusu) artık yaratıcılığını bugün için sürdürebilir ama yarın bu yitirilmiş olacaktır.
Güvenceler vardır, ama topluluk kargaşaya karşı henüz yeterince bağışıklık kazanmış değildir. Ölüm ve doğum, insanın yalnız başına yaşadığı deneyimlerdir. Yalnız başımıza doğar yalnız başımıza ölürüz. Anamızdan kopup dünyaya geldikten sonra ölümle bitecek olan o sancılı yolculuğa çıkarız. İşin sonunda yine yalnızsızızdır.
Yalnızlığımız da bir karşı koyuştur hayat içinde, kadında Hıristiyanlıkta ve Kur-an’a bakacak olursak İslamiyet’tin doğuşundan bu yana (ilahiyatta da halen mal görüşü egemen kılınıyor) hep mal olarak görülmüş ama O’da bir karşı koyuşla ayakta durmasını hep becermiş direnmiş, karşı koymuştur, aşk’ta öyle.. Âdem ile Havva’yı hatırlatmakta fayda var sanırım ne kadar mistik olsa da…
Yalnızlıkla acıyı özdeşleyen halk dili işte bu ikilemi yansıtır. Aşk acısı yalnızlığın sancısıdır. Birlikte yalnızlık hem karşıt hem bütünleyici duygulardır. Yalnızlığın kurtarıcı gücü, içimizdeki o gizli suçluluk duygusunu açıklığa kavuşturur; yalnız insan “Tanrı elinin itelediği” kişidir. Yalnızlık duygusu hem bir ceza hem bir arınmadır, bir sürgün cezası olduğu kadar sanki o sürgünden artık kurtulacağımızı duyuran bir durumdur. İnsan yaşamının tümü bu diyalektiğin etkisi altındadır.
Aşktan beklediğimiz de birazcık gerçek yaşam, birazcık gerçek ölüm değil mi? Aşkı mutluluk için değil, olsa olsa, karşıtlıkların duyumsamayacağı, yaşamın ölümle, zamanın sonrasızlıkla bir ve birlik olabileceği o gizemli an için isteriz. Derinden derine sezeriz ki yaşamla ölüm aslında tek bir gerçekliğin (karşıt ama bütünleyici) iki yüzüdür. Aşk eyleminde, yaratma ile yıkma birleşir; çok kısa bir an içinde olsa, insan yetkin bir durumu sanki yakalayıp yaşamış gibi olur.
Bu yüzden olgun bir insan, üretici ve yaratıcı çağları boyunca da yalnızlıktan kurtulamıyorsa hasta bir kişi sayılır. Çağımızda bu türden yalnızların sayısının çoğalması, sorunlarımızın ağırlığını da yansıtır. Çağımızın tek Tanrısı olan iş güç (kazanç tutkusu) artık yaratıcılığını bugün için sürdürebilir ama yarın bu yitirilmiş olacaktır.
Güvenceler vardır, ama topluluk kargaşaya karşı henüz yeterince bağışıklık kazanmış değildir. Ölüm ve doğum, insanın yalnız başına yaşadığı deneyimlerdir. Yalnız başımıza doğar yalnız başımıza ölürüz. Anamızdan kopup dünyaya geldikten sonra ölümle bitecek olan o sancılı yolculuğa çıkarız. İşin sonunda yine yalnızsızızdır.
Yalnızlığımız da bir karşı koyuştur hayat içinde, kadında Hıristiyanlıkta ve Kur-an’a bakacak olursak İslamiyet’tin doğuşundan bu yana (ilahiyatta da halen mal görüşü egemen kılınıyor) hep mal olarak görülmüş ama O’da bir karşı koyuşla ayakta durmasını hep becermiş direnmiş, karşı koymuştur, aşk’ta öyle.. Âdem ile Havva’yı hatırlatmakta fayda var sanırım ne kadar mistik olsa da…
Âdem vurdumduymaz bir adam, Havva ise ilk başlarda
onun gibi davranmış ama kıskançlıktan olacak ki, Âdem’e kur yapmaya başlamış,
fesat bir kadın. Özetle ne Âdem ne de Havva aşkı becerememiş iki insan. Zorunlu
birliktelik desem daha doğru olur. Aşk bahis konusu olunca Âdem ile Havva örnek
verilir (komik gerçekten de) ama aşkı
yaratamayan iki kişi yüceltilir durulur hala. Uzatmayayım aşk insanın yarattığı
bulduğu bi’şey… Burada sadece vesaireler kalıyor geriye, o vesaireler içinde de
ben bu hayat hızlı akıp giderken en umursamaz bir karşı koyuş tavrıyla
direniyorum bu burjuva toplumda.
Kapitalist toplumda
Kapitalist toplumda
Louis Aragon’la noktayı koyayım, bakın ne diyor Aragon
“Mutlu Aşk Yoktur” adlı yapıtı için: "Kendimle uzlaşmak gibi bir arzum
yok, olmadı da hiç. George Brassens'in bestelediği ve yaygınlaştırdığı Mutlu
Aşk Yoktur, 1943'de yazdığım bir şiirin dizesidir. Söz konusu mutsuzluk, işgal
yıllarının mutsuzluğu. Fransa'nın içinde bulunduğu o acıklı durumda mutlu bir
aşk olabilir miydi? Ortak bir mutsuzlukta bireysel mutlulukların olamayacağı
teması, o zamanlar işlediğim bu tema, aslında, hemen yazdığım tüm yapıtlarda da
var. Gerçekten, bu şiirde ortaya çıkan sorun, mutlu aşkın olup olmayacağı
değil, mutlu çiftin olup olmayacağıdır. Kadın-erkek çiftini, erkeğin ve kadının
en yüce şekli olarak düşündüğümü söylemiştim. Umarım gelecek günler kadın-erkek
çiftine mutluluk taşır."
Evet, Aragon’a katılmamak mümkün değil ama öncelikle
bugün için bu 21. yüzyılda burjuvazinin gök kubbeleri arasında aşk ya da
mutluluktan söz etmek II. dünya savaşından da daha da çok kayıp
veren günümüz kapitalist çağında şuandaki insanlık. Ve bugün kalkıp aşk ya da
mutluluktan söz etmek karşımıza bir duvar gibidir. Emperyalizm içimizdedir ve kapitalizm emperyalizmdir şimdi.
İşte bunları düşününce; çevremden ve yanı başımdan geçen insanları düşünüyorum ve hepsi içlerinden bir Dua’yı mırıldanıyormuş gibi: Hayat güzeldir… Hayat güzeldir diye… Peki, hayat güzel midir gerçekten diye sorası geliyor insanın (?) şu gök kubbe arasında ki akıp giden insanlara.
(?)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)