26 Ocak 2012 Perşembe

Toplumsal zorunluluklar ve TKP


“Onbeş kasap çengelinde sallanan / onbeş kesik baş…
onbeş arkadaş / yoldaş / bunların sen isimlerini aklında tutma fakat. 28 Kânunisânî’yi unutma!
(Nâzım Hikmet)

İşin aslına bakarsanız birkaç gün önce rastlantı üzerine nette gezerken (bana göre gerici ve burjuva basına karşın alternatif medya diye nitelendirdiğim bütün devrimci yapıların web sitelerini hemen hemen her gün ziyaret ederim, konuya oradan vakıfım fakat bazen işte gerici zihniyete ait siteler denk gelebiliyor insan) okudum.

Efendim konu Aksiyon dergisinde geçiyor.

Şöyle ki, konu var olan TKP dışında ikinci bir TKP’nin kurulma aşaması. Ürün Dergisi böylesi bir oluşum içerisinde şuanda. Aksiyon dergisi de kara kutu diye geçmiş haberi, yazının giriş bölümünde de şu cümle var: "Geleneksel TKP çevreleri partinin ulusalcılıkla özdeş hâle gelmesinden rahatsız. Bu yüzden Türkiye Komünist Partisi’ni yeniden kurmaya karar verdiler. Program ve tüzük çalışmaları son aşamaya geldi. Parti kurulursa nur topu gibi iki adet TKP’miz olacak" demiş Aksiyon dergisinden Erkan Acar imzalı yazıda, dergi anladığım kadarıyla Suphi’den Bilen’e Gelenek Yaşıyor Girişimi (SBGYG) sözcüsü Onur Balcı’nın dertlerini de dinlemiş, gerçekten böyleyse içler açısı bi’durumla karşı karşıyayız kanımca, röportaj verecek başka dergi mi kalmadı diye sorarlar ya(?) neyse.

Aksiyoncuların (özellikle de burada referansımız Zaman gazetesi olmalıdır, yalan ve iftira habercilik dalında ödülle layık görülmeleri gerekir ki) sonuçta bu dergi tatmin olmak için mutluluğunu yazıya yansıtmış ve pek sevinmiş(ler). Ne de olsa Türkiye’de gerçek anlamda güçlü bir sol muhalefet yok, bırakın solu – sağda da yok hepsini bir potada erittiler liboşlarla birlikte ve sosyalist-solu temsil eden bir ‘Sol’da ikinci bir TKP’nin mevcut olmasıyla kafa karışıklığının daha da artırılmasından ve bölünmesinden dolayı büyük bir mutluluk var. Analarına söv ama bu cenaha kesinlikle “Komünist” kelimesinden söz etme, öcü gibi bi’şey komünizm ya da komünistlik. Zaten Nabi Yağcı denen zat Taraf gazetesinde iradesini beyan ediyor, üstelik Türkiye Komünist Partisi’nin bütün değerlerini ayaklar altına almayı amaçlayan bir rezalet yaşarcasına yapıyor bunu.

Aksiyon dergisi de adı gibi aksiyona düşkün, tıpkı hoca efendileri gibi onlarda aksiyon yaratıyor kendilerince, tıpkı hıyar ve tuz misalinde de olduğu gibi, kim bilebilir ağlamak ve direktif vermek dışında belki de vakit bulup Pensilvanya’da oturduğu yerde bol bol Hollywood filmi de izliyordur. Netice de 10 yılı aşkın bir süredir oradadır ve eminim İngilizcesi Suudi Arapistan’a girmesi yasak olan hoca efendinin Arapçasını da geçmiştir. Hakikaten Arapça biliyor mudur diye de şuan sorular soruyorum(!) kendime?
           
Öyle ya olasılılıklar arasındadır, müritleri de hoca efendilerinin aksiyonu çok sevdiğini bildiği için işte böyle haberler yapıyor olamaz mı? Bence olabilir, 12 Eylül darbesinden ta şu güne sergilemiş oldukları politikalarına ve pratikliliklerine bakın derim, her ayak var ve her bokta inanın beklenir bunlardan. Ben bunlara “Siyasi orospu çocukları” diyorum, dini kullanırlar ve liberalizm maşalarıdır, özetle şikâyet ettiği her ne halt varsa onu kullanırlar, bu bir gün elit kesim olur diğer gün burjuvazi, diğer gün futbol, bugün ise solun devrimci geleneğidir. İşlerine geldiği ve çıkarlarına uygun her halt yiyeni “Hazretleri” yaparlar. Yani siyasetin inciğini cinciğini bilirler, her taşın altından çıkmaya müsaitlerdir ve ona göre de şekil alırlar, bu cenabı Allah’ın kendilerine bir mükâfatıdır kanımca.

Allah bi’bunları sever, dünya bunlar üzerine kuruludur izlenimi verirler. Duayla başlar, duayla bitirirler sözlerini: Euzibillahi şeytanirracim… Bismillahirrrahmaniarrahim!

TKP’li olma kültürü
Kabul ediyorum TKP beni her zaman zorlamıştır, bu ne Aksiyoncuların anladığı anlamda ne de TKP’yi yabanıl görmekle alakalı, aksine günümüzde aydınlanmanın unsuru olmasından dolayıdır bu, zaten daha önce Devrimci Halkın Birliği dergisinde yayımlanan Menşevikliğin hızlı kokusu ve TKP’de Menşevikliğin hortlaması” başlıklı yazım içinde geçerli bu, 27 Kasım 2011 tarihinde katıldığım TKP’nin 90. yıl gecesi için yazdığım "Suni dengeyi bozmak için" de.

Bildim bileli eski adı Sosyalist İktidar Partisi (SİP) iken de, bugün legal alanda faaliyet yürüten Türkiye Komünist Partisi (TKP) adıyla da TKP’yi parti yerine koyanlara karşı “Aydınlanma Hareketi” olarak TKP’yi görmemden kaynaklıdır. Kaldı ki, TKP üyesi olmayan biri olarak, son 4-5 yıldır bu “Aydınlanma Hareketi” artık partileşme sürecine girmiştir ve artık TKP, (elbette bu tartışmaya açık bir konudur) bir “Parti” övgüsünü hak etmektedir.

Tartışmadan kastım son birkaç yıldır TKP adıyla birkaç bileşen ortaya çıktı, hepside Mustafa Suphi yoldaşın geleneğini savunuyor ve O’nun mirasçısı olduğunu iddia ediyor. Şuan ki legal TKP ve SBGYG dışında bildiğim kadarıyla iki (2) TKP girişimi daha var. Bu arada 1920 TKP’sini dergi çevresi olarak mirasını savunan ve bir ara İstanbul’dayken bürolarını tıpkı Ürün Dergisi gibi arada bir ziyaret ettiğim Savaş Yolu Dergisi vardı, onlarda TKP’nin şanlı geleneğini savunuyor.

Zira legal ve/ya da illegal Türkiye Devrimci Hareketi’nin bütün ilerici unsurları kendilerine 1920 TKP Geleneği’ni ve Mustafa Suphi önderliğini zaten rehber görür ve bu kültüre değer olarak sahip çıkar.

Gelecek kızıl
Malum Sovyetler Birliği (SB) artık yok, SB olsa da olmasa da anti-komünizm bütün dünyaya artık derinden kanat germiş durumda, örneğin emperyalist bir savaş aygıtı olan NATO halen lağvedilmedi, emperyalistler ve Amerikan çıkarları doğrultusunda aktif rol oynuyor. Öyle ki, ulus devlet sınırları bağlamında biçimler ve tanımlar değişiyor artık. Durumun zorluğu ortada artık, emperyalizm ve emperyalist saldırının temelleri sınırsız sömürüye dayanıyor ve buna bağlı. Elindeki fazla ürünlerin satılmasından, ucuz ham madde ve iş gücü elde edilmesi gerekliliğine kadar pek çok konuda sistemin ürettiği bir sonuca bağlanıyor. Yani kendi ülkesi ve sınırları dışında sorunsuz tüketime endeksli, yani bunu gerçekleştirmek için elindeki bütün imkânları kullanıyor. Çizgileri çiziyor, sınırları değiştiriyor, isimler veriyor, ülke adlarını değiştiriyor ve haritalara bölüyor.

Bugün sınıf savaşı, yani siyasi savaş bizim isteklerimiz doğrultusunda yürümüyor. Örneğin uzaklara 16-17 Haziran işçi eylemlerine, Zonguldak madden işçilerinin şanlı direnişine gitmek gerekmiyor, bakın TEKEL Direnişi, kabul etmek gerekir TEKEL Direnişi’ne ivme kazandırmıştır Türkiye’nin sosyalist solcuları ama gerisi yoktur. Belki de tıpkı yukarıda örnek verdiğim direnişler gibi 10 yıl sonra TEKEL işçileri için tekrardan övgüler dizilecek ve kitaplar yazılacak. Yazılmalıdır da.

Yarın toplumsal zorunluluklar karşısında çıkacak olan bir kriz karşısında elbette ne bugünün ne de yarın kapitalist ağa babaları ve patronlar duracaktır, duramazlarda. Kapitalizm zaten başlı başına bir krizdir, buna ne AKP’nin orta çağ din demokrasisi karşı koyabilir ne de diğer emperyal güç odakları.

İşte öncesinde ya da sonrasında ve/ya da kriz anlarında Marksist-Leninist görüş çizgisi temelinde bir ülkede bir tek “Komünist Partisi” olur, fazlası olmaz. Bir ülke de iki ya da daha fazla “Komünist Parti”nin varlığı ancak ve ancak proleter sınıfın çıkarlarını ve kazanımlarını burjuvaziye teslim etmek olur.

O yüzden ikinci bir “Parti” TKP’lilerin görevi olmamalıdır, kaldı ki hiçbir heyecanı da yoktur. Zira böylesi bir süreci önemsememe rağmen heyecan vermiyor bu tür girişimler. Suni dengeyi bozmak için işçi sınıfının öncü kollunu, ilerici ve devrimci güçlerini örgütlemek ve birleştirmek daha zorunlu, önemlidir ve hayatidir.

Söylemek istediğim işçi sınıfının iktidarını ve sosyalizmi kurmak, hedeflemek ama onun yedeğine düşmemek gerekiyor. Yani işleri karıştıran bir parti değil, ülke çapında 1920 yılından itibaren TKP’den TİP’e kadar uzanan tarihsel politik çizgide anti-komünist çizgide mücadele edenlere karşı birleşik bir mücadeleyi örgütlemek olmalıdır. Sol içinde bu kadar çok ayrışmalardan sonra en azından benim temennim bu.

Sosyalizm kazanacak!

Not: Bakın kaç tane TKP var, belki ne demek istediğimi anlarsınız ve hak verirsiniz?

TKP
TKP 1920
TKP Atılım
TKP.Net
t-k-p.net

23 Ocak 2012 Pazartesi

Susturulamayanlara...

Uğur Mumcu 1974 yılında şöyle diyor "Suçlular ve Güçlüler" başlıklı yapıtında: ''Siz hiç 'fikir suçu' sanığı AP'li, DP'li, CGP'li, MHP'li gördünüz mü? 'Fikir suçu' işlemek için insanda bir parça 'fikir' olması gerekmez mi? Boşuna mı kitap düşmanlığı yapar bunlar!” (um:ag vakfı yay, 1996)

Bu listeye birde günümüzün en kaba fikir düşmanı AKP’yi de eklemek lazım…

Bu arada “Uğur Mumcu neden bu kadar seviliyor? O bir Kemalist değil miydi” (?) diye serzenişler var. Şöyle diyelim: Kemalist olması önemli midir, ahlaklı ve niteliği olan biri sonuçta, hele ki günümüzde köşelerinden birbirini ihbar eden, iktidara şirinlik olsun diye neredeyse kıç yalayıcısı liberal ve dönekler varken, bu ülkenin hakikaten Uğurlara ihtiyacı yok mu sizce?

15 Ocak 2012 Pazar

Soruyoruz?

"Neden önemli?" 2007'de, 27 Nisan e-muhtırasından bir hafta sonra Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve muhtırayı veren isim yani dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt Dolmabahçe’deki Başbakanlık çalışma ofisinde 135 dakika süren bir görüşme gerçekleştirmişti. Görüşmede "anlaşma" yapıldığı iddiaları bulunuyordu. Başbakan da Büyükanıt da 5 yıl geçmesine rağmen görüşmeyle ilgili her hangi bir açıklama yapmadı.

Savcılık eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın da aralarında bulunduğu bazı isimlerle ilgili delilleri incelemeye aldı. Soruyoruz: "Büyükanıt'a Dolmabahçe'yi de sorabilecek misiniz?"

12 Ocak 2012 Perşembe

Terörist yazı...

Bugünün seçilmişleri adeta kutsal ve dokunulmaz noktasına taşındılar. Evet, seçilmişler kabul ediyorum ama tanımıyorum. Zaten kabul etmekte tanıma anlamına gelmez bana göre. Öyle ya Hitler’i de Avrupa kabul etmişti ama o günün sosyalistleri tıpkı bugünün sosyalistleri gibi tanımadı. Evet, günümüz iktidarını da % 50’lilik bir seçmen seçmiş olabilir, neticesinde seçmesine seçti de bunun belirleyicisi, kıstasları ve unsurları görüngüleriyle birlikte yok muydu? Vardır elbette, örneğin büyük müttefik Amerika ve kendine bi’türlü çeki düzen vermeyen demokrasinin 4. kuvveti olan şu ne i-düğü belirsiz medya!

Fakat bu ülkede bilinir ki, 50’nin üzerinde irili-ufaklı parti var ama biz nedense hep sermaye partileri arasında gidip geliyoruz, geçmişte de bu böyleydi şimdi de. Bugünkü partilerden biri CHP, diğeri AKP!

Ne demokrasiymiş...

Öyle ya muhalefette hep seçilmiş oluyor, iktidarda... Kazananlar ve kaybedenler de belli.

Örneğin AKP! Tayyip ve şürekası birer papağan gibi ezber bir şekilde iktidara geldiği günden bugüne bunun propagandasını yapıyor, ‘Milli iradeye saygı’ teraneleri eşliğinde.

Şöyle ki, şu burjuva medyanın liberal unsurları ve yine AKP’nin gücünden dolayı tuz deme her şeye hemen hıyar misali gibi ortalığa atlayan cemaatçi ve gerici sözde basın yok mu? Hni geçmiş dönem belki hatırlamaya bilirsiniz, savcılar AKP hakkında dava açmış ve ‘Laikliğe karşı faaliyetlerin odağı’ olmakla mı suçlamıştı, yine aynı tepkiyi sunmuştu medyamız. Yargı CHP’nin arka bahçesi gibi mi davranıyordu? Bu gazetelerde hep bir ağızdan aynı başlıklar, aynı puntolar kocaman birer bir ‘Evettt.’ Bunlar hiç mi düşün(e)mez, yargı nasıl olur da yüzde bilmem kaç oy almış bir parti hakkında bu türden girişimlerde bulunabilirdi değil mi?

Kılıçdaroğlu yargıya müdahale ediyormuş, hemen hakkında bir fezleke. İlker Başbuğ mu alındı, Tayyip efendi açıklama yapıyor: ‘Mesai arkadaşımdı, tutuksuz yargılanması arzumuzdur’, Yaşar Büyükanıt neyindi peki (?), Dolmabahçe’de hangi sıfatla gizli konuştun diye sorulması gerekirken, bizimkisi mesai arkadaşlığından söz ediyor… Ve bu yargıya müdahale olmuyor… Seçilmişlerin demokrasisi böyle bir şey sanırım. 
***
Nazlı Ilıcak’tan neyim eksik o da Oda TV davası konusunda kehanette bulunmuş ve tarih bile vermiş: 23 Ocak’ta önemli tahliyeler olacakmış. Müyesser Yıldız, Ahmet Şık ve Nedim Şener'in de olduğu gazeteciler, (pardon teröristler) özgürlüklerine kavuşacakmış.

Bak sen, Samanyolu’na rakip çıkıyor.
 ***
Maalesef ki şimdi yaşamın her alanında Nazlı Ilıcak gibileri var artık, siz yeter ki yandaş basını okuyup yandaş televizyonları veya piyasadan parsa kapmak isteyen (!) merkez medyayı izleyin!

Hepsinde bir ermişlik mevcut, örneğin Samanyolu gibi televizyonları izlerken (ki yaşadığım alanda Tv kanalında, bu vb. kanalları sileli oluyor bir üç dört yıl) Ergenekon, Balyoz, Oda TV davalarında kimin tutuklanıp, kimin tutuklanmayacağını, kimin tahliye olacağını, kimin tutukluluk hallerinin devam edeceğini, kimin serbest kalacağına kadar her türlü ayrıntıyı biliyorlar.

Sanırım bir İşçi Partisi lideri Doğu Perinçek’i es geçmişler, görülmekte olan ‘Ergenekon davası’nda, savunma yaptığı için 5 ayrı davadan dolayı, toplam 16 yıl, 7 ay, 28 gün hapis cezası verilmiş… Yine aynı nedenlerle açılan ve devam etmekte olan diğer 6 davadan da 14 yıldan 26 yıla kadar hapis cezası daha isteniyormuş. Yani, savunma yapmanın bedeli, şimdilik 40 yıl hapis! İleride bunun kaç yıla çıkacağı belli değil. Dur hele değil mi, adamı Ergenekon’un 2. numaralısı olarak almışsın, oradan vereceğin cezalar var, onları yaşı 70’ine gelmiş adamın hangi ömrüne sığdıracaksın, değil mi?

Sanırım yukarıda bi'yerlerde öngörüden söz etmiştim, şimdi Tayyip mesai arkadaşı için fantezisinden ‘Arzusu’ndan söz ediyor, alın işte Başbuğ’da yırttı mı, o da dışarıda demektir. İddia ediyorum o da çıkacak, hatta kamuoyunun tepkisini dindirmek için Büyükanıt’ı da alacaklar, alsınlar.

Kıçı milyon Tayyip’in hediye ettiği $’lık Audi dışında biraz da nezaret görsün.

Sonra şu Cumhur-u Reis, o da bir problem… Geri kalmayacak ya hemen atlıyor o da ‘Başbakanın söylediklerini destekliyorum’ daha o söylemeden hazır bir şekilde başbakanın her söylediğine atlıyorsan sen kimsin, niye oradasın diye sormazlar mı adama, elbette burada adamdan söz ediyoruz. Fakat seçilmiş ya bu baylar, demokrasi tıkırında hele ekonomi büyük bir büyüme içerisinde. Biber ve domatesin pazar fiyatıyla ekonomiyi dizginliyorlar. Öyle bir büyüme ki 3. köprü ihalesine Türkiye’ye ve AKP iktidarına güvenmediği için kimse ihaleye bile giremiyor, girenlerde teklif vermeden çekiliyor. Tayyip’te sözde büyüyen ekonomiyi kapatmak için, bana para bulun diye çemkiriyor danışmanlarına.

Ne diyelim ki artık Yiğit Bulut ekonomiden sorumlu başdanışman da olacakmış kendisine, bu görevi de hak etmişti(r). Ee, dili aşındı ya yalamaktan, ses etmeyin deyip tepki gösterenlere, hakkıdır o makam diyorum. Ayrıca bence Yiğit Bulut dil bilim konusunda da danışman olmalıdır. Dili kuvvetli çünkü kim bilir, belki işe yarar!
***
Sonra şu demokrasi meselesi, ulan ne demokrasiymiş Seda Sayan’ın ve Hülya Avşar’ın etek altını gözetleyip frikik verdiğinden söz eden ve sanki bir haber değeri varmış gibi bunu yazanlar yukarıdaki Perinçek haberini görmezlikten gelebiliyor.

Hani söyleseler ya ‘İleri demokrasi’nin geldiği saçma sapan kaydettiği aşamayı. ‘İleri demokrasi’nin Ergenekon’dan sonra Devrimci Karargah ve KCK davaları üzerinden yürüttüğü demokrasinin tasfiye aramalarından… Fakat hayır, o dil başka bir şey için lazım…
***
Bir kez daha dillendirelim: umutluyuz.

Onlar iyi gidiyorlar, bizde öyle. Öyle de olmak zorunda, işte umudumuz burada saklı.

Üretim ilişkileri kendi üniversitesini, kendi kültürünü, kendi iktidarını, kendi öğrencisini üretiyor. Bu sebeple, üretim ilişkisini değiştirmek için mücadele eden sosyalist / solcular hepsi için bir tehdit ve tehlike durumunda. En mutlu günlerini yaşayan liberal, mütedeyyin dindar gençler, liseli eşkıyalar, vakıf üniversitesi yönetim kurulu başkanları vb.leri…

Bu ülkede terörist olmak farzdır, olmadı örgütlü olmak caizdir. En büyük mutlulukta (legal-illegal) ‘Komünist’ bir partiye üye olmaktır.

6. Filo’nun işgalci Amerikan denizcilerini Deniz Gezmiş ve yoldaşları Dolmabahçe’de denize nasıl döktüyse, günümüz emperyalistler ve uşakları gibi, AKP’yi de yıkmak ve dökecek bir deniz bulmak boynumuzun borcudur.

Yıkılmalıdırlar, yıkacağız!
Okuyucunun bilgisine: Malum şuan yasal olarak bir TKP mevcut hatta takip edenlerde bilir ki, fakat Ürün Sosyalist dergisi bunu yetersiz bulmuş olacak ki, ‘TKP legal olamaz, illegal olmalıdır’ diyenlere inat birazda kendi söylevlerinden uzaklaşarak ‘Suphi'den Bilen'e gelenek yaşıyor girişimi’ olarak uzun süredir üzerinde çalıştığı birer sonuç bildirisi ve program tüzüğü oluşturmuş durumda. Hazır ‘Seçilmişler’den söz ederken geçte olsa bu bilgiyi paylaşmak istedim. Önemli buluyorum ama heyecanlanmıyorum.

10 Ocak 2012 Salı

‘Sol’un devrimci tarihten kopuşu ya da ‘demokratikleştiğimizi’ düşünen ahmak liberal solcular üzerine

Türkiye’de son 3 - 4 yıldır, okyanus ötesi planlanan uygulamalar gördük. Bunlardan ilki elbette ki Ergenekon, ikincisi de devrimcileri de içerisine alan Devrimci Karargah Örgütü davası ve son olarak Kürtlerin tasfiyesi anlamına gelen KCK davası. İşte Türkiye’nin siyasal gündemini büyük ölçüde belirlediği bu süreç sözde kendini sol veya sosyalist olarak tanımlayan kimi çevrelerin de ne kadar sol (turuncu sol anlamında) olduklarını ortaya çıkardı. Kuşkusuz bu bir ayraçtı, bu ayraç şimdi kendi döngüsünde hareket ediyor gibi. Fethullahçı güruh artık bütün sorunlarını ülke içinde hal etmiş ve nihayeyet elini artık irili ufaklı diğer cemaatlere uzatmıştır. O yüzden eski Karaköy çaycısı Cübbeli denen adam Metris Cezaevinde Aziz Yıldırım’a yakın bir koğuşa konulmuştur artık.

Fakat konumuz bu değil, aslında önemli olanın yani bir ayracın; Türkiye’nin aydınlarını, hukuk dışı suçlu ve yöntemlerle ‘teröristlik’ ve ‘darbecilik’ ile suçlanarak gözaltına alınıp tutuklanırken, bunu ‘oh olsun’, ‘onlar tepişsin biz seyredelim’ diyerek, o dillerinden hiç düşürmedikleri ‘insan hakları’ ve ‘demokrasi’ duyarlıklarını bir kenara atarak sadece seyretmekle yetinmişlerdir ve halende bununla tatmin olup, ‘ileri demokrasi’ teraneleriyle 'sivilleşitiğimizi' ve 'demokratikleştiğimizi' düşünmeleridir.

Türk devriminin (Türkiye Devrimci Hareketi (TDH) başta olmak üzere) tarihinin bütün karşıdevrimci geleneğinin mirasçısı AKP ve Fethullah Gülen çetesinin yanında saf tutan bir sol ile bütün Türkiye devrimci geleneğini (Jön Türk geleneği de buna dahildir), hatta 1960 hamlesi ve 68 Hareketi’nin ilerici ve devrimci birikimini karşı karşıya getirmiştir. Başka bir deyişle, emperyalizm güdümlü sol ile yurtsever-devrimci-sosyalist sol arasındaki bugünkü saflaşma, bütün güncel temel siyasi olaylarda emperyalizmin programı ve gündemine göre siyaset yapanlarla, Türkiye’nin gerçek bağlamda sorunlarıyla ve gündemine göre siyaset yapanlar arasındadır.

Öyle ki dünya çapındaki son 20 yıllık neoliberal dalganın Türkiye solundaki uzantısı olan ‘liberal sol’ diye tanımladığımız bazılarının kendini daha çok ‘demokratik sosyalist’, ‘yeni sol’ (neo-sol) olarak tanımlamayı arzu ettiği, Amerikan merkezli ‘küreselleşme’ damgalı bu kesimin başta Ergenekon davasıyla geldiği nokta, nasıl trajikomik bir konuma sürüklendiklerini görmek açısından önemlidir. İşte bu trajikomik konum ardından Devrimci Karargâh Örgütü ve KCK davasını peşi sıra ardından getirdi.

Artık onlara göre anti-emperyalist, bağımsızlıkçı aydınlar neo-faşisttir ve Ufuk Uras gibilerince bu olay ‘hayırlı bir gelişme’dir. Öyle ki bu davalarla birlikte faşizm soldan ayıklanmış ve ayrılmıştır. Kendini sözde sol ya da sosyalist olarak tanımlayanların yüz seksen derece birbirine karşıt konumlara düştüğü, sözde pratik arasındaki ilişkinin böylesine koptuğu ve kavramların anlamsızlaştırıldığı bir dönemde öncelikle yapılması gereken şey, kuşkusuz temel kavramları gerçeklikle ve yaşanan sürecin dinamikleriyle uyumlu bir biçimde yeniden tanımlamaktır. Değilse halk sola, devrimcilere nasıl güvenecek (?) son 30 yıldır solla halkın arasında yaşanan sorunun esasına nasıl değinilecek sorusu akla gelmelidir?

Evet, sol nedir?

Son 40 yıldır binlerce örneğini yaşadığımız gibi öyle isteyen istediği gibi kendine solcu diyebilir mi ya da giydiği solcu şapkasını istediği zaman çıkarıp istediği zaman (CHP ya da Kılıçdaroğlu misali) giyebilir mi ya da içeriğini ve anlamını ve de tanımını istediği zaman değiştirebilir mi?

Peki, o zaman bilimselliği ve nesnelliği nereye koyacağız?

Öyle ya döneminde Özal başta olmak üzere, bugünde Tayyipgillerin çok kullandığı ‘değişim’, ‘yenileşme’ gibi kavramlar ve toplumların istikrar ve refahının artmasını, insanların eşitlik ve özgürlüğünde gerçek anlamda ilerleme ve bütün bunların sağlanmasında tayin edici olan bilim ve teknolojik gelişmeyi sağlama anlamında nesnel bir ilerlemeyi nereye, nasıl koyacağız?

Yoksa gerçekte insanlığın aleyhine bir avuç emperyalistin ve işbirlikçinin, kârına kâr kattığı, tarikatların fink attığı sistemin yağma ve hırsızlık operasyonlarını gizleyen sözüm ona modernleşme adı atlında burjuva liberal yazılı ve görsel basında gece gündüz aynı başlık ve resimlerle süslenmiş ritimleri bile aynı olan yalanları halka yutturmak adına sol söylevler dahil dini bile bu işe katanları yok mu sayacağız ve buna ‘sol’ mu diyeceğiz?

İşte bütün mesele bu tarihler boyunca din dâhil bütün ibneliklerin zenginler tarafından uydurulduğu masalında yatmaktadır. Örneğin Kanal 7, Samanyolu (ben Yalanyolu diyorum), Show, Haber Türk, Atv, Kanal D, NTv ve CNN Türk gibi özelikle Amerikancı diğer yarısıysa İngiliz merkezli ve dini dogmaları kendine referans eden kanallara bakın(!) derim. Kalp Gözü, Sırlar Dünyası ve Kurtlar Vadisi ve Kur-an’ın şifrelerini çözen işte sözde bilim adamları.

Oysa biliyoruz ki Marks’ın da belirttiği gibi bütün mesele ezen ve ezilen arasındaki temel çelişkide ve sınıflar mücadelesi tarihinde ki gerçekliktedir. Çok iyi bilinir (biliyoruz) ki, 1789 Büyük Fransız Devrimi’ndeki cumhuriyetçiler kralcılara karşı bir saflaşmaya giderken, feodalizmin tasfiyesi için cumhuriyetçiler ve onların en devrimci kanadı olan Jakobenler, parlamentonun sol tarafına oturduğu için solcu (solda) diye tanımlanırdı. Kralcı ve çürüyen feodal sistemin ağababaları (o günün pezevenk zengin kodamanları) ise, parlamento kürsüsünün sağ tarafında oturdukları için, sağcı olarak adlandırırlardı.

O yüzden 19. yüzyıl boyunca, 1870’lere kadar ki solculuğun tanımına bir bakın: eşitlik ve özgürlük ilkesi nasıl tanımlanıyormuş ya da emekçilerin ve bireylerin yaratmak istediği özgürlük ve de toplumsal demokratik kurumlar, hukuki yapının oluşturulması, bağımsız bir devleti kurmanın birincil hedefleri arasında bir yurttaşın ben solcuyum, devrimciyim diyebilmesi için pratik olarak mücadeleyi desteklemesinin gereklerini ve sol / solculuk bağlamında, büyük bir strateji ve çok kapsamlı bir mücadele ve stratejinin adının temel niteliklerini din, dil, ırk ayrımının yapılmadığını öğrenmeleri gerekiyor. Demek ki başta Ufuk Urasçılar, DSİP’liler, (Yetmez ama evetçiler), Altan familyası ve diğer bilumum kendini solda zaneden züppeler bunu öğrenmelidirler.

Kural budur, doğası gereği anti-emperyalist politikayı kendine referans yapmak. Birincisi de arada bir sol etiketi hatırlanarak, anti-emperyalist söz sarf edenlerin Marksist laf ebeliğini yaparak ortaçağ kurumlarına alet olmamaları gerekiyor. Örneğin dün bu ‘Türbana özgürlük’tü, bugünse ‘Molla’ya ‘Mel’e’ destek vermek gibidir.

Belki de liberal solun, Türk devrimi geleneğinden koparak nasıl tarihin ve Türkiye’nin bugünkü devrimci gündeminden de koptuğunun ve tarihin dışında düştüğünün en önemli göstergesi Atatürk’ü, ya da Kemalizm’i sol olarak görmesidir. Fakat şu var ki, Ekim devrimi başta olmak üzere Kurtuluş Savaşı 20. yüzyılın tarihini belirleyen en önemli öncü devrimleri gerçeğinin üstünü ört(e)mez. Her iki devrimde ‘Batı’lı şablona karşı çıkmıştır. Her ne kadar Kemalist Devrim’i burjuva demokratik devrim olarak görsem de bu ilerici bir devrimdir ve bu olgu bugün daha da çok net olarak görülmektedir. Fakat liberal sol bunu reddederek tarihin dışına düşmek bir yana, bilimsel sosyalizmin özü olan materyalizmi de reddetmiş oluyor. Bunun ‘Ergenekon ve Sosyalistler’ kitabının hazırlayıcısı Merdan Yanardağ’a baktığımızda görebiliyoruz.

Merdan Yanardağ, fikirleriyle anti-emperyalist cephede yer alırken sosyalistliğin tanımını gayet iyi yapmaktadır. Bir de bu işin küsuratları vardır: onlarda Kürtçü cephede (Sırrı Süreyya Önder ve Hasip Kaplan gibi isimleri şuan bunun dışında tutuyorum) PKK’li Murat Karayılan, kendisini hiçbir zaman Marksist görmeyen ama arada bir liberalizmle – milli demokratik çizgisi arasında gidip gelen Abdullah Öcalan, BDP’li Sırrı Sakık ve Ertuğrul Kürkçü, Mahir Sayın, solculuktan istifa eden ‘Birikim’ci Ömer Laçiner, EMEP’li Levent Tüzel gibi davulun liberal tokmağı olanlardır. Görünüyor ki, birileri tarihin safrası ve niteliğini yitirerek Menşevikleşme yolunu seçmeye ya zorlanıyorlar ya da gönüllü olmak zorundadırlar.

O yüzden bence ‘liberal sol’ tanımını değiştirip ‘liberal muhafazakar’ deyimini kullanmak gerekmektedir bu tipler için. Ki, küreselleşmenin taktiği olan ‘eski sol söylemlere sahip çık, sağ söylemleri solun üstüne yık’ çarpıtmasının arkasında kuşkusuz demokrasi ve özgürlükçü silah kullanılmaktadır. Örnek mi (?) ‘Batı düşmanlığı faşistliktir’, ‘faşizm liberal demokrasi düşmanıdır’, ‘Amerika faşizme düşmandır’ gibi kavramlarla devrimciliği maniple eden, solculuk adına ahkam kesen ve ders verenleri eminim basından ya da onların TV’sinden görmüşsünüzdür…

Görülmeyen tek şey ise, eskiden (yine emperyalizmin o fenomen etkisiyle) orduya dayanarak yukarından yapılan darbelerin yerinin şimdi yine aynı fenomenin aşağıdan yapılan sivil darbelerin yerini alması olmasıdır. Ortadoğu’da Mısır’daki liberal ‘Müslüman Kardeşler’e, Kaddafi sonrası Libya Ulusal Geçiş Konseyi’ne bir bakın. Öyle ki, Amerikan emperyalizmi tarafından finanse edilen 'Arap Baharını selamlayan' yazıları görüp, alkış tutanlarımız bile var.

İşte bundandır ki, bütün köksüzlerin vatandan da çok kendine yabancılaştığını, Fethullah’ın potasında eriyen bir ‘sol’ görüyoruz. Cemaatin güdüleni Doğan Tarkançıların, Ufuk Urasçıların, Murat Belgelerin, Baskın Oran vb. gibi diğer turnusolcuların gerçek ‘sol’ içerisinde en zavallılarının, yani liberal solcuların olduğunu artık net görmemiz hakikaten önemlidir. Çünkü sosyalist solun anti-emperyalist temellere dayanan devrimci tarihi, işçilere - emekçi halklara ve tarihe karşı bir sorumluluk taşımaktadır. Solun ettiğinde bu aymazlık ve ikiyüzlülük yoktur.

Olmamalıdır, olmayacaktır da!

Bilinmelidir ki ceplerine tıkılan dolarların getirdiği hezeyanla ortalığa atlayıp sosyalist sola saldıran liberal solcuları, yani bay Recepist ve Amerikan sever Murat Belgeleri, Ufuk Urasçıları, Roni Margulliesleri, Doğan Tarkanları, Halil Berktayları, Oya Bardayları ve bilumum diğer liberal şarlatanların AKP iktidarına muhalif herkesi şarlatan olarak gören bu kadrolara en iyi cevabı elbette sosyalist sol verecektir. Tıpkı Hopa'daki despotizme direnenler gibi.

7 Ocak 2012 Cumartesi

Kitap önerisi: İran’da Devrim ve Karşıdevrim

‘İran’da Devrim ve Karşıdevrim, Phil Marshall’ bu kitap elime nasıl geçti tam olarak hatırlamıyorum ama İran’da Devrim ve Karşıdevrim, Phil Marshall’ın Z Yayınları tarafından Türkiye’de ilk baskısı Ekim 1994’de yapılmış bu kitabını şehirlerarası bir yolculukta okuyup bitirdiğimi hatırlıyorum… 

Kitap tam anlamıyla İran devriminden bu yana hala pek çok sosyalist tarafından tartışılan olguya bir pencere açıyor diyebilirim. Malum Türkiye’yi Malezya’yla birlikte oraya buraya çok benzetiriz ama belki de en çok İran’a benzetiriz bununla ilgili birçok alıntı yapar, AKP iktidarından dolayı ‘Türkiye İran olacak’ derken bile İran’daki durumdan habersiz ve ezbere yorumlar yaparız.

O yüzden bazıları, İran’da ve dünyanın çeşitli yerlerinde, coşkuyla ‘İslami devrim’den, dini liderliğin ve bugünkü ‘ilerici’ hükümetlerin olumlu yönünden söz eder ve yine kimileri de, Humeyni rejiminin (getirdiği) uyguladığı baskılara bakarak, olayın bütünüyle bir felaketten ibaret olduğu sonucuna varır, oysa bu kitap bir anlamıyla Şah Pehlevi hanedanlığının despot uygulamalarına ve Humeyni’nin gerçekten bir anti-emperyalist mi yoksa eli kanlı bir cani mi olduğunun cevabını veriyor.

O gün paraşütle yeraltından çıkartılan ve herkese “özgürlük” nidalarıyla ortaya çıkan sürgün Humeyni’nin kendisini destekleyen İran devrimcilerinin durumunu bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Şöyle diyebilirim Troçkist bir yayın olan Z Yayınları’nın (Lev Troçki’nin Ekim devrimine kattığı kazanımlarını da yadsımadan, Troçkist olmadığımı belirteyim ayrıca bu yayınevinin bugün için olup olmadığından da fazla emin değilim fakat Türkiye’deki birkaç Troçkist dergi ve çevresi içerisinde ‘Sürekli devrim’ teziyle yollarına devam eden yayın evinin) yayınladığı özelikle Tony Cliff ve Phil Marshall çevirilerinin gerçekten de iyi olduğunu, ve bu bağlamda Phil Marshall’ın İran’da Devrim ve Karşıdevrim kitabının her türden gericiliği engellemesinin biricik yolunun işçi sınıfının mücadelesinden geçtiğini ve sosyalistlerin bu sınıfın bağımsız eylemini örgütlemesi için mücadele etmesi gerektiğini hatırlattığı için önemli bir kitap olarak görüyorum.

Özellikle de Pehlevi rejimine karşı 1971 yılında İran’da kurulmuş Marksist - Leninist iddialı örgütlerle birlikte, Şah iktidarı döneminin anti-emperyalist sloganları ardına gizlenen ve bir bağnazlığın gelişmesi üzerinden devrimci güçler arasındaki yanlış görüşleri dillendirmesi açısından da kayda değer. Kaldı ki, İranlı solcuların destek verdiği ve dillendirdiği “kahrolsun Şah” sloganları Humeyni tarafından kurşuna dizilmelerini ne açıdır ki, engelleyemiyordu, kitap bir nebze de olsa bunlara değiniyor. 135 sayfalık bir kitap olan Marshall’ın İran’da Devrim ve Karşıdevrim kitabı İran devrimi, burjuva iç kapışması ve dersleri açısından oldukça önemli. Bulabilirseniz kitaplık arşivinize ekleyin derim.

Okumanızda fayda var!

» İlgili yazılar: 
Not: Phil Marshall’ın İran’da Devrim ve Karşıdevrim adlı kitabını PDF okumak için başlığı tıklayın.

6 Ocak 2012 Cuma

Aferin Tayyip!

Kendisinin ve nerden bulmuşlarsa, kendisine şaşılacak derecede benzeyen, Mustafa Kemal’in resmi. Elinde belgeler; oraya buraya emir yağdıran generalleri, batının desteğiyle zaptu rapt altına aldıktan sonra, devletin derin sismik odalarından, çelik kasalarından çıkarttığı belgelerle, kendilerine ‘derin ve kozmik odalarını’ yaratırken, zor sezilen, rencide bir üslupla konuşmasına son on yıldır devam ediyor. Bazılarına göre, iyi konuşuyor. Bana göre de emperyalist ağalarından aldığı emirleri yerine iyi getiriyor Tayyip.

Aferin Tayyip!

2 Ocak 2012 Pazartesi

Doğrunun ölçüsü iktidar olmak değildir...

Hazır herkes birbiri hakkında görüş bildiriyor, bir başkası diğerine 'barbar' derken bir diğeri 'diktatör' deyip prim peşinde koşabiliyor. Ya da ömrü boyunca düşünse ‘ben onun ve cemaatinin yanına düşmem’ diyenler, F ve çetesinin en ateşli savunucusu bile olabiliyor, eminim ki F ve şürekâsı bile bir şaşkınlık içindedir. Her neyse: ben de hakiki bi'şey söyleyeyim bütün olan bitenler üzerine. Öyle ya ülkede ‘ileri demokrasi’ var, bu yüzden en içten, en samimi, en yalın ve de en net olan halimle söylemek istiyorum: "Başbakanı sevmiyorum!"