29 Eylül 2009 Salı

TDH üzerine…

Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ün başlatmış olduğu Türkiye Değişim Hareketi (TDH), Sarıgül’ün ağzından geçenlerde kamuoyuna deklere edildi ve aynı anda da TV’lerde de boy göstermeye başlandı. Zengin adam sonuçta, (hakkında birçok iddia var; bunlardan biri ABD'li finans spekülatörü ve liberal George Soros’un kendisini desteklediği, diğeriyse Sarıgül’ün failli meçhul suçlar dizisi, ki bunun üzerine de yanılmıyorsam bir kitap bulunmakta) bundan sonra bol bol TV’lerde göreceğimiz bay Sarıgül, yine her zamanki lümpen tarzıyla siyasi açıklamalarda bulundu. Bu arada TDH şuan bir “hareket” olarak karşımızda sanırım ileriki dönemlerde parti adını, programını ve tüzüğünü açıklayacak.

Beni de en çok kaygılandıran bu aslında.

Hani Erdoğan’ı biliyoruz, o da seviyesiz ve biraz da dengesiz ama en azından görüşlerini açıkça deklere ediyor. Sarıgül’ün bence böyle meziyeti yok ve buda kaygı duymamız için bir argüman. Amerika’dan icazet almakta üstüne düşeni gayet iyi beceren Türkiyeli burjuva siyasetçilerimizin arasında katılan ve Amerika’yı ziyaret edenlerden biride sözünü ettiğimiz Sarıgül olunca, ister istemez bizlerinde aklına sorular geliyor.

Örneğin…

Yakın bir zaman sonra yapılacak olan Cumhurbaşbakanlığı seçimlerinde Erdoğan, Türkiye’nin 12. Cumhurbaşkanı ve Sarıgül’de bu ülkenin yeni Başbakan’ı olabilir mi?

Ne de olsa hazır değişim moda olmuşken, Amerika’nın değişimi Türkiye’nin değişimi, Türkiye’nin değişimi de Amerika’nın eseri olduğuna göre fazlada söyleyecek bir söz yok aslında. Bunların hepsinin birer kurgumu yoksa birer realite mi olduğunu bekleyip hep birlikte göreceğiz.

25 Eylül 2009 Cuma

Şakaa...

Bazı düşünürlerin temel argümanları vardır, bazı düşünürlerin ise temel sorunları; argümanlara sorular sormadan ulaşılmaz elbette, ama bazı argümanlar kendisini doğuran sorunların üzerini kapatır ve sanki soru sorulmadan ulaşılmış gibi dolaşıma girerler.

Şaka gibi bir durum bizimkisi bu yüzden… Çünkü şaka gibi bir ülkede yaşıyoruz. Yöneticilerinin her biride şaka yapmayı bırakmış ve birer şaklaban durumuna geçmiş durumunda ve bütün bu asal yöneticilerinin -iktidarlarının- yerine pisliklerini örtbas etmek için gece gündüz her kanalda şov programlarıyla bizi oyalıyorlar. Bütün argümanları ortadan kaldırmak için topyekun bir savaşımın içindeler. Çok lüks yerlerde yaşıyorlar, aynı zamanda da malları ve pek pahalı sermayeleri var. Simgeleri; zenginlik!

Bir dükkân sahibi olma derdinde değiller, çünkü bütün dükkanlar yerini onların dev marketlerine yerini bırakmak zorunda kaldı ve artık dev dükkanları var. Şimdi geriye düpedüz bin beş yüz tefecinin ülkeyi yönetmesine bıraktı her şey. Yöneti(li)yorlar!

Sosyalizmi mi, o kötü bir şeydir onların gözünde. Sonuçta onların malları sergilenirken, yakışıklı tezgâhtarları ve kumaşı seçen genç güzel bir hanım vardır. Sadece işletmelerde çalışan ve makineyi iyi kullanan ucuz bir işçiyse şimdilik emeğin metafiziği içinde yer almaktadır ve sosyalizm bütün mülkiyete göz dikmiştir onların -kara- propagandalarında.

Şuan mevcut hayata direnmeye çalışıyorlar. İyi de yapıyorlar.

Bu yüzden sınıf mınıf hak getire, düşünün bir altmışlı yılların sonunda bütün dünyayla birlikte şu süper güç Amerika, devrimci enerjiyle coşmuş. Daha öncesinde de 1 Mayıs gibi “İşçi sınıfının mücadele günü”ne tarihi bir imza atmış; “.. 1800’ler, ABD’de bir uçtan zenginliğin, diğer uçta sefaletin hızlandığı yıllardı. İşçi sınıfı bu vahşi sömürüye karşı büyük kitleler halinde grev silahına sarıldı. 1875’de, 8 hafta boyunca 15 bin tekstil işçisinin grevi Amerika’ya yayıldı. Aynı yıl Pannsylvania maden işçilerinin 7 ay süren grevi gerçekleşti. Git gide 8 saatlik iş günü talebi için mücadele öne çıkıyordu.” (Bkz: 1 Mayıs’ın tarihçesi, Devrimci Halkın Birliği)

İşçi sınıfının mücadele günü böyle tarihe geçmişti ama Türkiye gibi üçüncü dünya ülkesi konumunda ki nükleer çöplük ülkeler vb.'leri(...), bunların maalesef çok gerisinde. Yine maalesef ki, halen 8 saat yerine, bir çok özel işletmede 12 saat çalışan, sosyal haklardan yoksun bir halk topluluğu kendi gerçeğinden uzak çalışıyor..

Kocaman bir şaka durumundayız işte bu yüzden. 1 Mayıs; dünya emekçiler gününün tarihçesi ve bu tarih Amerika’da yazılırken üstümüzdeki kara bulut başımızın üzerinde halen dolaşıyor. Amerika Birleşik Devletleri, SSCB dağıtılırken; dünyanın jandarması ve emperyal bir güç olu verdi. Yani süper bir güç. Türkiyeyse Menderesli, Demirelli ve Özallı yılları geride bıraktı. Şimdi Tayyipli dönemleri yaşıyor’uz ve topyekûn 21. y. yıldayız.

Din, iman hak getire.

Kim kime yalanı gerçek diye ne kadar geçirdiyse. Bu asker korkusuyla darbe olur, bu ne bileyim din üzerinden yürütülen siyaset olur, bu komünizm üzerinden oy avcılığı olur, bu şeriat korkusuyla laiklik olur ama her ne olursa olsun korkularımızın bize birer kültür olarak yansıtılması gerçeğini değiştirmez bunlar.

Örneğin: Ramazanlar da oruç tutturulursunuz, Kur’an size “Musaf” olarak sunulur, Osman’ın ve Ömer’in adaletinden ve eşitliğinden söz etmiyorum. Onlardan söz etsem her halde çıkamayız bu işin içinden.

Ama ben yinede size bir ipucu vereyim: Hz. Ayşe’yle Emine Erdoğan’ı düşünün ve empati yapın lütfen onlar yerine.

Hz. Ayşe bugün AKP iktidarında yaşasaydı ve först lady olsaydı ve Filistin için Nazım Hikmet’ten şiir okuyor olsa ve Emine Erdoğan’da 1400 yıl önce Hz. Ali’nin halifeliğine karşı, Camel (Deve) savaşında bir devenin sırtında olsaydı, ne derdiniz?

Ben biliyorum ne diyeceğinizi!

Bunların hepsi birer şaka!

Evet, aynen öyle: bunların hepsi birer şaka… Ne Amerika süper -emperyalist- bir güç, ne AKP demokrasi palavralarıyla onu-bunu yandaş etmiş, ne de özel sektörlerde çalıştırılıp on iki saat sömürülüp bütün haklarımızdan yoksun kalıyoruz. Ne de İslami faşizme doğru yol almışız.

Ne de üniversitelere girmek için har(a)ç ödüyoruz, ne sağlık sökterinden insanca bir muamele görüp ücretsiz tedavi görüyoruz bütün asgari ücretliler, ne de açlık ve yoksulluk sınırının altında bu ülkede yaşıyoruz hepimiz.

Ne de sömürülüyoruz!

Neyse..

Şuan sizde şimdi yepyeni bir hayatın dehşetli bir şekilde örüldüğünü görmüyor musunuz?

Görmüyorsunuz değil mi?

Hepsi zaten birer şakaydı… Şakaa!

19 Eylül 2009 Cumartesi

Kemal Özer'e: "Şiir sonsuzdur!"

“Herkes unutmuş olsa bile
… sen tutuyorsun ya aklında
… yıllar geçti diye aradan
… susacak değilsin ya.”

Kemal Özer

13 Eylül 2009 Pazar

Acele edin ve defolup gidin

Oturumunuzu sonlandırmaya geldim.
Meclisi yaptığınız her icraat ile kirletmenize ve şerefsizleştirmenize artık kalıcı bir son vermeye geldim. Siz ki fitneci, fesatçı, meclis üyeleri, siz ki iyi bir hükümet olmak dışındaki her şey!! Kiralık sefil yaratıklar, zavallılar, ülkenizi en küçük şahsi çıkar adına satılığa çıkaranlar, birkaç kuruş için Tanrı'ya ihanet edenler, içinizde bir parça da olsun erdem kalmadı mı? Bir parça vicdan da mı yok? Atım kadar bile dindar değilsiniz! Altın sizin yeni Tanrınız olmuş! Satılığa çıkarmadığınız bir değer de kalmadı.. Ulusunuz adına iyi bir şey düşünemez misiniz? Sizi çıkarcı sürüsü, bulunduğunuz bu kutsal meclisi, o varlığınızla kirletiyorsunuz! Tanrının kutsadığı bu meclisi, ahlak yoksunu davranışlarınızla hırsızların ini haline çevirdiniz! Halkın size verdiği yetkiyi kötüye kullandınız. Siz ki, halkın umutsuz dertlerine çare olmalıydınız. Kendiniz halka en büyük dert kaynağı oldunuz! Ama ülkeniz beni asırlardan beri temizlenmemiş bu ahırı temizlemeye çağırdı! Ve bu gücü de bana Tanrı verdi. Bu şeytan ocağını yönetmeye geldim. Vay halinize! Şimdi derhal defolun!!! Acele edin rüşvetin köleleri! Acele edin, gidin! Süslü saltanat eşyalarınızı alın ve defolup gidin!..

Oliver Cromwell - 20 Nisan 1653 Meclis Konuşması

10 Eylül 2009 Perşembe

Türkiye: Faşist veletlerin yürüyüşü

Uçurumun aşağısı yukarısı olur mu, olabiliyormuş… Türkiye şuan bu eşikte, bütün çirkinliğiyle karşımızda.

Bu çirkinlik yargısıyla, devlet katmanlarında ki, burjuva komprador güçlerin belli merkezlere yine belli güçlerce yerleştirilmesiyle ayyuka çıkarılmış durumda (buna son sekiz yıldır yaratılmış olan Erdoğan ekonomisi de dahil), bütün bürokrasisi ve bürokratsızı bu işin içinde, kolluk kuvvetlerinin (bir kısım) askerler yerine bu kez polis ve kendisine sadık ve de kandırılmış bir halk kesiminin belli zümreleriyle topyekun devriyeler kurmasına da ramak kalmış durumda. 75 milyonluk bir nüfusu tek başına dinleyen Erdoğan’dan söz etmiyorum ya da (Kent Bilgi ve Güvenlik Sistemi) adıyla anılan Mobese’lerle gözetlenen bir ülkeden hiç mi hiç söz etmiyorum.

Şekilsel ve örgütsel özellikleriyle devlet içinde yer alan “faşizm”den yani yanında başka bir devlet olan silahlı gizli servisin merkezi önemiyle ortaya “gizlice” çıkan ve bundandır ki; burjuva komprador güçlerle kendi taraftarlarının gözetim altında tutulması anlamında olan “faşizm”in toplumun sürekli kışkırtılması, devrimci ilan edilen konular lehine zorunlu coşkunluklar üzerinden dar ve ekonomik kıyafetler giydirilerek, din üzerinden yürütülmeye çalışılmasından söz etmekteyim.

Evet, biliniyor ki, Türkiye’de hiçbir dönemde doğrudan faşist ya da nasyonal sosyalist olduğunu ileri süren önemli bir siyasi hareket olmamıştır. Fakat bununla birlikte Türkiye’de bir hareketin ya da iktidarın faşist olduğu genellikle iki bağlam içinde ve sıklıkla da Türkiye solu tarafından ifade edilmiştir.

Filen ve fiilsiz
Örneğin bunlardan ilki 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 tarihlerinde gerçekleşen askeri darbe dönemleridir. Gizliden ve açıktan yüzünü göstermiştir. Özellikle 12 Eylül rejimi kuvvetli anti-komünist vurgusu ve şiddete dayalı yöntemleriyle Şili’deki Pinochet iktidarına benzer bir takım özellikler göstermektedir ve İtalyan-Alman faşizmlerinden büyük oranda da ayrılabilir, fakat tanım yerli yerinde durmaktadır. Ayrıca bütün bunlar, Pinochet rejiminden farklı olarak 12 Eylül rejimi darbenin başında bulunan Kenan Evren’in cumhurbaşkanı olmasına karşın, siyasi partilerin yeniden kurulmasına ve parlamentonun yeniden faaliyete geçmesine olanakta vermiştir.

Faşizmi kendi zindanlarında mahkum eden Georgi Dimitrov’un Komintern’in 7. Kongresi’nde resmi olarak kabul edilen tarifinde de faşizm: “finans kapitalin en gerici, en şovenist, en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğü” olarak tanımlanır.

Faşizmi ele alan diğer Marksist yazarlardan Troçki’de: faşizmi geç dönem kapitalizmin yapısal bunalımıyla ilişkilendirir ve tekelci sermayenin toplumun bütününü totaliter bir tarzda örgütleme çabasına dayandırır. Ona göre “faşist kitle hareketleri toplumsal temellerini küçük burjuvazide ve orta sınıflarda” bulunur. Şimdi de okuyucu hesaplasın AKP iktidarının son 8 yıllık seceresinin muhasebesini.

Komplo pratiği
Komplo pratiğimiz yok, ama “sömürge değiliz” gibi düpedüz çıplak bir slogan da üretemeyeceğim. Aksine düpedüz, şeffaf bir gerçekliğimiz var; biz “yarı sömürge” bir ülke olmaktan çıkıp “tam sömürge” olmuş bir ülkeyiz. Bir ülke ve o ülkeyi yöneteni düşünün, bırakın sömürge olmayı sömürgenin “S”si için yıllarını versin. Düşünmek, hissetmek, savrulmak bu olsa gerek.

Bundandır ki, Türkiye’nin kamburu devlet olarak geçmişin İtalya'sından arta kalır yanı yok. O da birliğini kuramamış bahtsız bir millettir Mussolini gibi.

Roma üzerine faşist veletlerin yürüyüşünü, hoşsohbet İtalyanlar şu fıkrayla anlatırlar: Mussolini avenesiyle Quirinale sarayının önüne gelir. Herkes işinde gücünde. “Kral Emmanuele Terzo ile görüşmek istiyorum” der. Savoie hanedanının en haciz insanı Kral da, onun bu isteğini kabul eder. Mussolini heyecanlıdır, gıcık tutar, hapşırır, yüzü gözü salya sümük. Kral onun bu haline acır, temizlensin diye beyaz mendilini uzatır. Mussolini, günün hatırası olarak mendili muhafaza etmek ister, Kral da kabul eder. Olup bitenleri mabeynin anahtar deliğinden Macar asıllı Kraliçe seyretmektedir. Mussolini gittikten sonra içeri girer, “Zavallı adam” der kocasına “burnunu sokacak bir mendilin kalmıştı onu da Mussolini’ye kaptırdın.”

İşte size rastlantı… Eski Romalılar İtalya'yı bir sömürge olarak kullanırlardı. Günümüzde Venedik, İtalyan olduğunu hatırlamaz bile. Milano, Güney İtalya'nın can düşmanıdır. Bu yüzden tarihe en geç doğmuş bir ülke daha var Avrupa’da: Rusya... Yapısal eksiklerine dokunmaya dili varmaz insanın. Kaldı ki hem emekçi halkın egemenliğine yönelik pırıl – pırıl bir devrimi başarmış, hem de milletlerarası faşizmi nihai olarak tepelemiştir. Bu olaydaki gürültülü sessizliği tarihin akışında çok insancıl endişelerle izlemekten başka çare yoktur.

“Rastlantı tezine” gelince; iyi ama rastlantı bir kere eyleme bağlı, sonra da bilinmeyen sebeplere, burada iş çatallaşır. “İşkembe kazanından atlas parçası çıkmaz” der bir halk tekerlemesi. Devlet, ulusun müstesna değerine ilişkin tezler üreten her kişi, ister istemez, karşısında Anadolu halklarının birliğini bulur, tıpkı Fransız tarihinde olduğu gibi. Anadolu halkları, oldum olası Osmanlı devletini sevmemiştir. Bedreddin isyanları, Celali isyanları, Karaman beyliğinin direnişleri, Pir Sultan Abdal’ın ayaklanış dizeleri, vakıf teşkilatı -örgütü- gösteriyor ki, bu halk kendini her zaman bir yayılmacının zulmünde olarak hissetmiş ve böyle kronik bir ızdırapla olgunlaşmıştır.

85 yıllık cumhuriyet ve öncesinde “Sol”a vurmaya çalışan her bedhah, 50 senedir havlamakta, çalıp çırpmakta devam ediyor(lar.)

Sosyal ihtilalini yapamamış her devletin hiyerarşik yapısını bir piramide benzetebiliriz. Bu piramidin tepesinde bir kral, bir devlet reisi, bir cumhurbaşkanı oturur, aşağıya seslenir: “Senin yararına hüküm sürüyorum.” Altta keşiş, haham, hacı, hoca: “Sizin için dua ediyorum” diye seslenir halka. Daha altta asker gelir, “Sizi koruyorum ama kıpırdarsanız üzerinize ateş ederim” diye homurdanır.

Biraz daha altta kapitalist, burjuva takımı gelir: “Çarkı döndürüyor, size bakıyorum ama bize karşı birleşirseniz yukarıya haber veririm, canınızı okurlar” diye böbürlenirler. En alttaki sanayi ve kırsal kesim emekçileri ve de ücretli kapı kulları, bu cehennem mahkumları: “Yeter, artık ağırlığınıza tahammül edemiyoruz, biz yaratıyoruz siz yutuyorsunuz” diye sızlanır.

Bu arada gazeteci takımı geleneksel yağdanlıklarını Tartuf’e* taş çıkartırcasına kullanmakta devam eder.

Ne euro, ne silah üstünlüğü, ne dolar, ne sözüm ona ırk üstünlüğü masalları bu güne kadar milli birliğini kurmaya, pazarın devlete hakimiyetini yıkmaya yetmemiş, Hitler rezaletine sahne olmasını önleyememiş… Gariptir ki, bugün Türkiye’de bin bir acı tecrübeye rağmen bu amorfe yığınlara gönül bağlayan kimseler az sayıda değildir. Ne Goethe, ne Hegel, ne Heinrich Heine ne de Marks, sosyal yönden geri kalmış bu ülkeyi anımsamazken, bizim Alman (ve son çeyrek yıldır Amerikan emperyalizminin) dostları son Osmanlı trimvirasi Enver, Talat, Cemaller, Menderesler kadar gaflet ve delalet içindedirler. Kaldı ki, günümüz torunları Erdoğanlar da bu duruma düşmesin.
* 1664'te sahnelenen Moliere'in Le Tartuffe, ou l'Imposteur (Türkçe tercümelerinin isimleri: Tartuf, 1876; Riyanın Encamı, 1881; Tartuffe, 1944) adlı tiyatro oyunu, aynı yazarın daha önce beğeni kazanan Kadınlar Mektebi oyunundan da büyük bir gürültünün kopmasına yol açtı. Oyun kilisenin ve dindarlar grubu "Compagnie du Saint Sacrement"in baskısıyla yasaklandı ancak 1669'da yeniden oynanma olanağı buldu. Tartuffe, bir tür danışmanlık ve eğitmenlik rolüyle bir burjuvanın evine kapağı atmış, dindar görünüşlü bir sahtekârın serüvenleri üzerine kuruludur.