31 Mayıs 2008 Cumartesi

Yakuza tipi faşizm ya da demokrasi ✱

Lord Acton demokrasi üzerine şöyle der: “Gerçek demokratik ilke, hiç kimsenin halkın üzerinde bir güce sahip olmaması demektir.” Başka bir yerde de, “Demokrasinin kötü olan bir yönü çoğunluğun tiranlığına dönüşmesidir” der. Bu örnekler çoğaltılabilir eğer “demokrasi” söz konusuysa. Birçok alıntıda yapılabilinir. Fakat en doğrusu bizce “demokrasi üzerine” doğru tespitte bulunabilmektir ve bunun için demokrasi kavramlarını doğru seçmemiz gerekliliğidir. Hangi demokrasi, hangimiz için?

Yargıtay’ın AKP’ye açmış olduğu kapatma davasından sonra, ortada bir “demokrasi mücadelesi verildiğinden” söz eden birçok siyasetçi, birçok köşe yazarı, birçok burjuva aydını var. Ve birçokta hukukçu.

Örneğin…
Atina demokrasisi
Çoğulcu demokrasi
Çoğunlukçu demokrasi
Doğrudan demokrasi
Liberal demokrasi
Marksist demokrasi
Oydaşmacı demokrasi
Parlamenter demokrasi
Plebisitçi demokrasi
Sosyal demokrasi
Temsili demokrasi
Demarşi

Bütün bu “demokrasi” modellerinden sonra, duygulara yol açan sebebin, hissizliğin nedenleri üzerine de durabiliriz. Ama önce “demokrasi” kavramları üzerinde durmalıyız. Örneğin wikipedia, yukarıda (özgür ansiklopediden) vermiş olduğumuz “demokrasi” sayısı tam anlamıyla toplam on iki (12)’dir. Bizim gibi ülkelerin savunduğu demokrasi biçimiyse, düpedüz “burjuva demokrasisi” olduğundan dolayı wikipedia’nın vermiş olduğu bu sayıyı artırabiliriz. Yani on iki (12) değil de, toplamında on üç (13) hatta “İslam demokrasisi”ni de eklersek bu sayı on üç (13)’ten, on dört (14)’e, “demokratik cumhuriyet” kavramını da eklersek bu sayıyı on beş (15)’te yapabiliriz.

Yine de wikipedia da “demokrasinin tanımı” tartışması günümüzde hala devam eden bir tartışmadır. Bunun sebepleri: ülkelerdeki bazı kurumların görüşlerini haklı çıkartmak adına demokrasi tanımını kullanmaları, demokratik olmayan devletlerin kendilerini demokratik olarak tanıtma çabaları ve aslında genel bir kavram olan demokrasinin tek başına kullanılması (anayasal demokrasi, sosyal demokrasi, liberal demokrasi vb.) gibi sebepler gösterilebilir.

Bütün bunlardan sonra işin aslı ortada bir demokrasi mücadelesi falan olmadığını düşünüyorum. Aslında bizim hikayemiz Aziz Nesin’in Zübük kitabında anlatılanlardır. Bin bir numara ve dalavereler çeviren hükümet, laikliğe aykırılıktan mahkemelik. Hükümeti kanlı-kansız tertiplerle alaşağı etmek isteyenler darbecilik ve çetecilikten karakolluk. Aslında hepsi derin devletini kurmuş (söz aramızda bu kavrama da inanmıyorum ki, devletin derini-merini olmaz, devlet devlettir ve Engels’in tabiriyle: “eli silahlı bir grup tarafından” korunmaktadır, devletin biçimi de misyonu da budur ve burada eli silahlı grup diye tarif edilense polis, yani devletin kolluk kuvvetleridir) bu yüzden kime minnet edeceğimiz belli olmayan belirsiz bir meçhulün içindeyiz.

Dolayısıyla AKP vb. partilerin kapatılması “burjuva demokrasisi” ele alındığında, normaldir. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin kutsalı olarak ta nitelendireceğimiz laik “burjuva hukuku” bu tip demokrasilerin dinamosudur. Yargının dokunulmazlığı, kutsallığı, her şeyin üstünde oluşu vb. gibi her şeydir.

Demokrasinin icabı
“Demokrasi” çoğunluğun yönetimi diye tabir edilir ama bizim gibi ülkelerde öyle değildir. Örneğin %47 oy alan bir parti, demokrasiden aldığı sandığı bir gücü kendine göre biçimlendiriyor ve yönlendiriyor, yorumluyor, anlam yüklüyor. Gerektiğinde “demokrasi”yi tarih boyunca Erdoğan gibi bir araç, gerektiğindeyse inilecek bir tren olarak görenler oldu-oluyor.

Başka bir örnek vermek gerekirse Hitler’de Erdoğan gibi “demokrasi” hakkında şöyle diyor II. Dünya Savaşı sonrası Almanya’da iktidara geldiğinde, “Bugünkü batı Avrupa’da demokrasi, Marksizm’in bir müjdesidir. Kanaatince Marksizm’i, demokrasiz tasavvur etmek imkansızdır. Bence demokrasi bu dünya vebası için bir çoğalma alanıdır."

Bu durumda demokratik kurumlar nasyonel sosyalist devletlerin hareket yeteneğini kısıtlar, bu nedenle de demokrasi, ırkçı devletlerin çalışmasını engelleyen bir siyasal düzenden başka bir şey değildir. Nasyonel-sosyalizm, ana kavramlarını faşizmden almıştır. Ama devlet konusunda temelde aynı görüşleri savunmalarına karşı kurumsal alanda iki ayrı biçimde devleti yorumlarlar. Faşizmde devlet her şeyin üzerinde bir kavram olarak amaç biçiminde ele alınırken, nasyonal-sosyalizmde devlet ırkın bekası için bir araç olarak ele alınıp değerlendirilmektedir. Hitler, nasyonel-sosyalist devlet anlayışını şu biçimde dile getiriyor: “Devlet, bir gayeye ulaşmanın vasıtasıdır. Gayesi gerek fizik ve gerek ahlak bakımından bir olan insanların gelişmesi ve bu gelişmenin devamlılığını sağlamaktadır.”

Alman nasyonel-sosyalizminin İtalyan faşizminden ayrıldığı nokta bu duruma göre yalnız ırkçılık konusunda kalmaktadır. Çünkü devlet kavramı üzerindeki kuramsal ayrılık gerçek anlamda bir ayrılık değildir. Devlet ve birey ilişkisi her ikisinde de kaba kuvvet felsefesine dayanmaktadır. Buna karşılık Alman nasyonel-sosyalizminin İtalyan faşizminden alıp daha ileri götürüp geliştirdiği önderlik (Führer) felsefesi vardır. Sanırım yakında da bir (Erdoğan) felsefesi oluşacak ve yaptıkları örnek olsun diye üniversiteler de okutulacak.

Çünkü Hitler, Almanya’da iktidara geldiğinde 1932 yılının Nisan ayında Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı. Bu seçimlerde Hindenburg 19.4 milyon oy alarak cumhurbaşkanı oldu. En büyük siyasi parti olduğunu gösterdi. Fakat Hitler’de 19 milyon oy alarak en büyük ikinci parti olduğunu kanıtladı. İç siyasette hakim olan Hitler faaliyetlerini arttırdı. Kasım ayında yenilenen seçimde Hitler iki milyon oy kaybetmesine karşın birinci parti konumuna gelmişti. 1933’te Hindenburg, Hitleri Başbakan, Fon Papen’i Hitleri dizginler diye başbakan yardımcısı olarak atadı.

Hitleri ilk tanıyan Avrupa oldu, çünkü seçimlerle iktidara gelmişti, şirin görünüyorlardı ve yasalardı. Daha sonrasını biliyoruz. İlk Polonya işgalinden sonra Hitler, Avrupa’nın birçok ülkesini işgal etti. Avrupa’da dahil çoğunluğu Yahudi olan birçok insanı, insanlık dışı uygulamalarla öldürdü. Bence Hitlerin bu katliamlarının ortağı bir nebze de olsa Avrupa’dır. Öyle ki, Hindenburg, Fon Papen’i, Hitleri dizginler diye başbakan yardımcısı olarak atadı ama bırakın Hitlerin dizginlemeyi kendini dizginleyemeyerek, Ağustos 1980’li yıllarda Türkeş’in girişimiyle kurulan ilk Ülkücü Komando Kamplarında eğitim verilmek üzere eski bir Nazi subayı olarak Türkiye’ye getirildi. Bununda sonrasını biliyoruz.

Merak insanı devrimci kılar
Bu sistem her yaşadığı krizi nasıl olsa aşacakmış gibi bir yanılsama yaratma konusunda da epey başarılı(dır.) Fakat iki yüz yıl insanlığın bu gezegendeki macerası için de kısa sayılacak bir süre söz konusu. Daha önce yaşanan kapitalist kıyametlerin muhaliflerce yeterince değerlendirilememiş olması bu durumun böyle devam edeceği izlenimini pekiştirmiş olabilir.

Bu gezegenin dört yanında “yeniden devrim”in nasıl olacağını şiddetle merak eden devrimciler yaşamaktadırlar. Üstelik Ekim devrimini yapmış olan dedelerinin, ninelerinin anlattıkları devrim hikayeleri daha zihinlerde tazedir. Devrimi, yeni bir dünyayı merak ediyorlar. Merak kışkırtıcı bir duygudur, insanı devrimci kılar. Çünkü merak bilginin de kaynağıdır. Bugün işçiler, yoksul halk kesimi, emekçiler aldıkları her darbe ile sendeleşmişlerse de aynı zamanda öfke de biriktirmişlerdir.

Son söz: hayvanlar kobay olarak değil, halkı aşağılayan, istismar eden faşistler kullanılsın. Nazlanırlarsa onları ikna etmek için elimizden geleni yapmaktan kaçınmayalım.
✱ Yakuza: Japon mafyası. Polisle işbirliği içinde çalışır. Sokaklarda ve suç dünyasında düzeni sağlama ve denetim dışı işleri önleme karşılığında her türlü suçu işleme ayrıcalığına sahiptir. Üyelerini şoven milliyetçi, aşırı sağcı gençlerden devşirir.

25 Mayıs 2008 Pazar

Sol'u kim kurtaracak?

İstim üzerinde olduğumu belirteyim, takip ediyorum. Gazetelerde yazılanları okuyorum, yorumlara tebessümle bakıyorum. Yarı hayranlıkla yarı hayretle takip ediyorum. Kendimi görevli hissediyorum. Sorumluklarımız var ne de olsa sokaktaki insana, tanımadığımız yanı başımızda durana ya da ben yanlış biliyorum ve kandırılmışım diye de düşünüyorum bu son zamanlar. Ya da böyle bir şey olmayabilir. Canım ne sorumluluğu diye didişip duruyorum kendimle. Bu yüzden herkes gibi konumuz Yargıtay’ın bildirisi (!) mühim bir konu, daha da önemlisi bir olay. Sıkı sıkıya üzerinde durmak lazım. Ona göre de yazmak.

27 Mayıs sonrası ve sol
27 Mayıs’ın yıl dönümü (ya da anması bazılarına göre) yaklaşıyor, hani şu “27 Mayıs ihtilali” sonrasında dönemin “Cumhurbaşkanı Celal Bayar, başbakan Adnan Menderes, hükümet üyeleri ve aralarında Milli Mücadele'nin dönemin önemli komutanlarından Ali Fuat Cebesoy'un da olduğu Demokrat Parti milletvekilleri yakalanarak Yassıada'da yargı önüne çıkarılması gibi. Dava, eski Menderes'in 17 Eylül 1961 günü saat 2.31’de; eski dışişleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve eski maliye bakanı Hasan Polatkan'ın ise İmralı adasında 16 Eylül 1961 günü "Anayasayı ihlal" suçundan idam edilmeleri ile sonuçlanmıştı. O dönemde 27 Mayıs 1960 sabahı erken saatlerde radyolardan Milli Birlik Komitesi üyesi dönemin Albayı Alparslan Türkeş tarafından okunan bildiri vardı.” Tarih öyle tekerrür ediyor ki sanki zaman makinesiyle o döneme gitmiş gibisiniz, o tarihi okuyup bugünü yaşadığınızda.

Muhalefet eden gazeteciler gözaltına alınıyor, eleştirenler zorla baskı ve baskına uğruyormuş tarihin anlattığına göre. Süreç 2008’in 27 Mayısından çıkıp ışık hızıyla sanki “27 Mayıs İhtilaline” çarpıyor gibi karşımızda diye düşünmekten de alamıyor insan kendini. O gün DP’liler İnönü’ye Uşak’ta taşlı saldırıda bulunuyor ve İnönü, Menderes’i kastederek şu sözü söylüyordu: “Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam.” Kemalizm her yerde muhakkak ağırlığını gösterecektir. Gösteriyor. Ve yine muhakkak onunda doğası gereği, gerektiği yerde SOL'a, gerektirdiğinde de SAĞ'a vuracaktır. Ama şu değişmez bir gerçektir ki Kemalizm, bir ideoloji var ki en çok onu düşman bellemiştir ve en çok onunla uğraşmıştır. Sosyalistler her daim amansız düşman kesilmiştir.

Gerektiğinde Moskof uşağı görülmüş, gerektiğindeyse komünistlerle mücadele için anti-komünist dernekleri kurdurulmuş, gerektiğindeyse en yakın laikliğin teminatı - garantisi - dinamosu da olmuştur SOL!

Hem de hepsinden çoook, ne sosyal demokratlar buna bu kadar maruz kalmış, ne de sağcı milliyetçiler. Biz bu olguların argümanıyızdır. Bu yüzden de en çok SOL’dan biçmiştir sistem. Kaldırmış mıyız? Kaldırmışız ama bir türlüde toplanamamışız / toparlanamamışızdır. Ve belki bu yüzden ikinci adam İnönü hem “İhanetçi” damgası yerken DP’lilerden ve DP yüzde 47’lerde AKP’den aldığı oy fazlasıyla Menderes hükümeti Erdoğan’la aynı mesafededir gibi görünmektedir, ama aslında çok öndedir. Ama Erdoğan, uşaklık ve işbirlikçilikte de dudak ısırtmıştır. Zaten o İnönü bile kurtaramadı Menderes’i. Bu yüzden AKP'yi kurtaracak etkeni merak ederken aklıma Mendereslerin idamları geldi.

Sisteme kapılmak
Acıdır ama gerçektir. Tıpkı Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Arslan’ın idam edilişi gibi. Şimdi diyeceksiniz ki Denizlerle ne ilgisi var. Oysa en büyük olayı ve bağlantıyı bu olay bize / düşüncemize yüklemektedir. Tıpkı AKP'nin medya ayağı atv’de yayımlanan Hatırla Sevgili dizisinde de kafamıza vura vura ve yanlışla doğruların karıştırılmasında da olduğu gibi. O dönem çoban Sülo vardı ve siyasetteydi. Ve Mendereslerin idamlarına karşılık -birer rövanş gibi görülüp- sonra deyim yerindeyse Denizlerin ilk idam sehpasına da vuran konumundadır çoban Sülo. Bugün aynı adam Demirel siyasetin arkasından sosyal demokratlara - sağcı milliyetçi cenaha vb. oluşumlara kucak acıyor, akıl veriyor, yol gösteriyor.

Eh bu bizim solun doğası gereğidir, bir adım atmanız yeterlidir. Yobaz demiş, gerici demiş hiç bir anlam ifade etmez. Hemen koşar, sarılır. Şu “Hümanistliğinden olsa gerek”, hiç beklemeye gerek yoktur bu yüzden, SOL ummadığınız hırçın ve çılgın bir hızla gelecektir size. Gelmiştir de! Uzlaşmamayı temel alır ama en uzlaşıcı da onlardır, yani içinde ki liberal, revizyonist kliklerle. Bu yüzden bizim memleket SOL da durduğunu gösterir ama SOL’dan değil, SAĞ’dan vurur. Ve bu dalgaya / köpürmeye kapılanlar, yiyiciler yalağından yediği kadarını yer. Olmadı diğer bir gün pişkince yine gelir (çoğu doğrucu olsa bile) eski tüfektir. Çünkü eskitilip döneğin üst aşaması olan devşirilmeye geçirtilmiştir. (Örneğin H. Uluengin ve tıpkı Filistin kampında yastığının altında hep bir silah bulunduran ve “yoldaşlarım beni vuracak” diyen C. Çandar vb. gibiler) daha sonradan geçmişlerine küfür edecek kadar işi uzatıp abartmışlardır. Bu duygular bir köpeğin sindirimini izafe etmektedir, tıpkı bir köpek gibi sindirmişlerdir. Hele sindirmemeye gör bak neler oluyor.

Türkiye; küçük Amerika mı, büyük Amerika mı?
Bu yüzden tıpkı Hollywood’da olduğu gibi Pentagon’un izniyle hazırlanan beş (5) adet senaryo Pentagon'a gittikten ve onay aldıktan sonra çekilmeye başlanır. TC’de artık senaryolar MİT vb. gibi kurumların onayından geçmektedir, sakıncalı bir sahne varsa müdahale edilmektedir, sözler değiştirilmektedir. Yerine yeni cümleler bile eklenir. Dolayısıyla Kurtlar Vadisi gibi vb. dizilerden tutunda, Hatırla Sevgili’ye kadar hepsi takip edilir. Zaten o filmin finaline gidildiğinde göreceğiz ki, Adnan Menderes ve arkadaşlarını aklama gayretindedir ve bu yüzden de belki övgü almaktadır.

SOL, hele özgürlükler söz konusu olduğunda hiçbir yerde duramaz. Muhalefet bayraklarını açar can siper hane bekler. Eleştirdiğini düşünerek eleştiri kategorisini karşısındakinin kafasına fırlatır. Bu yüzden olsa gerek ve doğası gereği SOL, özgürlüklerin alanını açacağını düşündüğünden, kendisini kısır bir döngüye hapseder ve geçmişin özeleştirisini yapar.

Örneğin İran Halkın Fedaileri Gerillaları’nın yaşadıkları gibi. “Mücadeleleriyle harekete geçen İran işçilerini ve emekçi sınıfları, Şah bağımlı rejimini devirmek ve İran’daki emperyalist tahakkümü kaldırmak için anti-emperyalist ve demokratik bir hareket oluşturmuşlardır. Ancak devrimci mücadele süreç içinde yoğunlaştıkça, emperyalist efendileri Şah rejimini sürdürmenin imkansız olduğunu düşünmeye başlamışlar, kitlelerin hareketine karşı koymak üzere emperyalist güçler eski Sovyetler Birliği’ni bir yeşil kuşakla çevreleme siyasetlerinin uzantısında, Guadeloupe Zirvesi’nde Şah rejiminin yerine İslami bir akımın geçmesini kararlaştırmışlardır. O günlerde, Humeyni’nin otoritesi altındaki bu İslami akım bir örgüte bile sahip değildi, ancak emperyalistlerin siyasal ve maddi destekleriyle, bu klik hızla yükselişe geçti ve bir devrimci önderliğin yokluğu koşullarında (bizim hareketimizin o dönemde yediği ağır darbeler göz önünde bulundurulursa), emperyalistler için “alternatif vakum” rolünü oynamıştır.” 
Bu yazının devamını okumak için daha önceden derlenen yazı: İslami bağnazlık, emperyalizmin aracı
Bu yaşanmışlıkların ardından Humeyni tarafından Şeriat’ı uygulamak üzere göreve getirilen Ayetullah Khalkali’nın adamları tarafından Fedai gerillalarının kurşuna dizilmesinden sonra İran Halkın Fedaileri Gerillaları artık tövbekar olmuşlardır. Özeleştiri üzerine özeleştiri vermişlerdir.

Bir sömürü aracı "din"
Bundan dolayı biliyoruz ki, din söz konusu olduğunda susarız, konuşmayız. Korkularımız gün ışığına çıkar. Ya yanlış bir şey söylersek diye, kendimizi sustururuz. Din bu ülkede sömürünün en baş aracıdır bir ezelden bu yana. İşin özeti bizim memleket de bu konuya, tanıklık edenler bir haylidir ve geçmiş dönemleri İran’ı belleklerinde tutmaktadırlar. Sıtkı Demirkıran’ın Kasaba Notları’nda ki gibi doğrucu değillerdir, nedeniyse bunu dillendirmezler.

Bu topraklarda SOL’a eğik ekilen hiçbir fidenin tutmayışında belki de bu ayakların yere basmayışı etkendir. İstisnai birkaç ismi dikkate almazsak, kendini solcuyum diye ortaya atan ağabeylerimizin yaşam çizgileri, “Hocanın dediğini yap, yaptığından uzak dur” eğrisine değiyor. Gerçi bu malullük bu topraklardaki her inanç sivrileni için geçerli, şimdi yok yere de günah almayalım da, takdiri diğer iman müdafileri bizim sorumluluğumuz altında değil, onun endişesi Kasımpaşalılara kalsın. Bizi ilgilendiren kısım aklımızın metronom misali artı - eksi arasında gidip gelmesine sebebiyet veren sol mememiz altındaki cevahirin kararıp, ağarması. Kendimizi bildik bileli ne İsa’nın yemek masasında, ne de Musa’nın deniz yaran asasında bulduk. “Eski tüfek, yeni Revolver, az kullanılmış Piştov” nitelemeleriyle değerlendirdiler. Sıtkı Demirkıran böyle diyor, çokta haklıdır.

İnönü Menderes’e “Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam” demişti, 27 Mayıs sürecini biliyoruz. AKP’yi ve Erdoğan’ı kimin kurtaracağı muğlaklığını korurken, bir öngörü ve varsayımla bizim SOL, ABD ve AB’li siyasetçiler güçlü bir ittifak kurabilirler. Kırk yıl düşünseniz bile böyle bir ittifak hayal edemezdiniz ama olma olasılılığı son ihtimaller arasında. Bir yandan da “Emekçiler, işçiler bunu hesabını soracak” demektedirler ki, onlar dağıtılan Kömür Torbalarını, torpille verilen işleri, arkasına “Satılamaz” yazan çeyrek altınları unutmaktadırlar.

Ve yine onlar işçiye söveni, kafasında coplar yemişliğini, hardal gazlarına boğulduğunu, ekonomik alanda nefessiz kalmışlığını, çiftçisiyle birlikte "Ananı da al lan, git"leri unutmuştur. Demokrasinin araçlar kavramına sığdırıldığını, İslamiyet’in de "Ilımlı"laştırıldığını unutmuştur. Öfkenin bir hitabet biçimi olduğu vurgusu yapılmış, kafamıza vurula vurula düşünme yetimiz elimizden alınmış, özetle her türlü "Sosyal hakları" elinden alınmış, yok sayılmışız. Ama hiçbir zaman "Siyasetçiler" gibi nankörleşmemişiz. .

Dünyanın en kısa süreli ve at tarafından hayaları tekmelenmiş rodeocusu yüzünden bu memleketin prize fiş takarken besmele çekme alışkanlığını yok mu sayacağız, ya da kendi insanımıza yaban göründüğümüz de bu sefer “Komünist” lafını küfür gibi sarf edenleri nereye koyacağız diyordu Sıtkı Demirkıran yazısının sonunda. Bir diğeri salya – sümük vaazlarıyla Amerikan piyesinde başrol kapmışken, Türkiye şubesi ve çok istikrarlı Erdoğan kliği de nemalandıkça nemalanmış, hocasından aldığı feyizle beddua aldığı vatandaşlar topluluğuna vaaz verip dururken, mazlum rolleriyle misyonunu yerine getirsin..

Amerika'nın hizmetkarları
Hayatında gerçekleştiremediklerini (örneğin Karacaahmet Derneği’ni Büyükşehir Bld. Başkanlığı döneminde yıktıramadığı için, Başbakan seçildikten sonra “Orayı yıktıramamam içimde bir uhdedir.” Kaynak: Medya) dışa vursun, kendine özgü “Müslümanlık” anlayışıyla günah çıkartsın… Bunun adı inançlara özgürlük olsun!

DPT’nin kapatılması davası sürecinde Yargıtay’a övgüler düzülsün, kendi partisi söz konusu olduğun da “Demokrasiye darbe” yaygaraları ayyuka çıksın. İşin aslı elbette Erdoğan kliği gibi “Demokrasiyi bir araç ya da inilmesi gereken bir durak” olarak görmüyorum. Çünkü demokrasiye inanmıyorum. Nedeniyse hepsi kendi çıkarları uyuştuğu sürece özgürlüklerin / demokrasinin yanında… Ve kendi kanunsuz yollarını meşrulaştırma derdindedirler.

Son söz
Görüldüğü kadarıyla Türkiye’de dahil dünya üzerinde demokrasiyle yönetilen ülkelerin olmayışıdır. Bundan dolayı 1945’lerin ağ ve sol partileri de dahil, siyaset arenasında ki hiçbir oluşumun ayakları maalesef Türkiye üzerine basmamaktadır. Bugün için yurtseverlik elbette ki, vatanla nitelendirilebilinecek kadar basit bir olgu değildir. Yurtseverlerin yolu “Vatan olgusu” ya da “Bağımsızlık ön plana çıktığı zaman” vatandan geçmez. Onlar zaten vatanın içindedir. Tıpkı dünya üzerinde ki yurtseverlerin bu olguya “Enternasyonal” gözle baktıkları gibi. Bu yüzdendir ki, bu SOL’culuğu ve SOL’u değil, ezilen halk kitlelerini ayrıştırmadan birleştirecek, yüzünü kendi halkına dönebilecek bir SOL’dan söz etmekteyim! Yani kendi doğası gereği emperyalizme karşı duran bir SOL’dan söz ediyorum.

Gerçekten kim kurtaracak SOL’u?

16 Mayıs 2008 Cuma

İçi öfkeyle dolu olanlara

Che’nin yüzünün her yerde karşımıza çıkmasının nedeni, yalnız yüzünün değil, uğruna savaşıp hayatını verdiği ideallerin de şimdi her zamankinden daha “moda” olmasında yatıyor. Bu yüzden “Enternasyonalizmin” daha çarpıcı bir sembolünü hayal etmek çok güç, peki ya Kaypakkaya?


Kasketli fotoğraf
Kaypakkaya’ya ait meşhur bir fotoğraf var. Meşhurluğu başka fotoğrafı olmamasından vs. değil. Pekâlâ, başka fotoğrafları var. Dahası, politik bir figür ile daha bir örtüşen fotoğrafları var. Birinde bir toplantıda konuşma yaparken, bir diğerinde, savcı karşısında umursamaz bir eda ile kollarını bağdaş yapmışken misal. Fakat meşhur olan fotoğraf, şu kasketli fotoğrafı işte. Zihinde kalacak politik bir sembol söz konusu olduğunda, bir hayli ilginç de ondan. Politik semboller, kitlelerin usuna muhakkak politik bir mesaj verecek fotoğraflar ile girerler. Bu zaten propagandanın da bir parçasıdır. Kitlelere mal olmuş politik kişiler, kişilikleri ve eylemleri ile örtüşen, ama muhakkak bakışlarına sirayet etmiş fotoğrafları ile saklanır, anılırlar. İbrahim Kaypakkaya’nın o meşhur fotoğrafı ise, pek bu geleneğe uygun bir portre değil. Son iliklerine kadar düğmelenmiş ve fotoğrafa özel bir “mütevazılık” veren o gömlek ve hafifçe sağa yatırılmış o köylü kasketi arasındaki ifadeye bakınca, koca bir devletin, üzerine bilmem kaç bölük kolluk gücünü seferber ettiği bir yüze hiç mi hiç benzemiyor. İfade, masum ve hatta garip bir şekilde biraz muzip ve aslında bununla çelişecek şekilde dingin, rahatlatıcı çünkü. Dahası, o meşhur ifadenin Mona Lisa paradoksunu andırdığı dahi söylenebilir. Öyle ki gülümsüyor mu, acı mı çekiyor, bir şey mi istiyor, yoksa bir hınzırlık mı planlıyor, anlamak güç. Ama bir şey var ki, o da, benzer konumdaki politik simgelerin toplumsal belleğe yerleşmiş ifadeleri ile ilgisi yok bu ifadenin. Hatta radikal bir politik kahramanın, taraftarlarının belleğine benzer bir yüz ifadesi ile girdiği başka bir örnek var mıdır, bilmiyorum. Bu konuda ezici bir çoğunlukla “sert” ifadeler tercih edilir çünkü.

Che, “Eğer her haksızlık karşısında öfkeyle ürperiyorsan, yoldaşımsın” der. Evet! Che bugün birçok kişiye yoldaşlık ediyor, çünkü içi böyle bir öfkeyle dolan çok insan var. Faşizmin uyguladıklarından içiniz ürperiyorsa Kaypakkaya’ya da bakın. Tıpkı Che’ye bakar gibi.

» Benzer yazılar: Sırrını vermeyen 

11 Mayıs 2008 Pazar

İhlal yaşamın yasasıdır

Caddeler tıklım tıklım insan.. Yaşlısı, genci orta yaştakiler sanki aynı anda sokağa çıkmak için sözleşmişler gibi. Yüzlerce insan, yüzlerce değişik sima.. Her an yeni sima ve yüzler yaşamı ihlal etmek için bekliyor gibi çarpıyor hayata. Sendikalarda çalışan işçiler doğruluğuna emin oldukları yeni ve güzel bir dünya ve bir ülkenin idealizmine uygun bir sistem içerisinde [gıcıkta olsalar] işlerini yapıyorlar. Geçen dönemlerden kalan bir siyasi dergi, “Der Spiegel” kapağında Marks’ın ihlali! Marks ve Marksizm’e olan sempatisinden dolayı değil, bu [tehlikeyi] gördüğü için “Marksizm hayaleti”ni başlığa taşıma ihtiyacı duyuyor Der Spiegel. Marksizm’in propagandanı yapmıyor, korkuyor. Nedeni ortada bir “ihlal” bulunmakta! Ama aslında anladıkları “ihlal” bir “tehlike”dir.

Fakat İhlal! İhlal yaşamın yasasıdır. Bu yasanın izini zamanın içinde mekânların en büyük ve eskisine evrene kadar sürebiliriz. Neden mi? Dünya maviliğiyle evrenin karanlığını ihlal eder. Dünyada yaşamın oluşumu dünyanın sessiz sertliğinin ihlalidir. Yaşayanların verili koşullara uyumunun ihlalidir tür olarak insan. İnsanın kadim tarihi içinde kırılmalar, başkalaşmalar, hep ihlalin çocuğudur.

Günümüz insanı, bu bilmeyi inanca dönüştürmeden, yaşamsal bir ihlal’e mecburdur. Sürekli, her yerde ihlal devrimciliğinin besmelesi olabilir. Zamanın ruhuna isyan, aşkı ve devrimi birleştirir. Devrim, baştan beri varlığın içinde bir imkânın yasasıdır. Bu yasa kopuş yasası olarak da adlandırılabilir. Kopuşun eylem olarak kendisi ve verili olan, yani kopulan, kopana eklenir. Varlığın içinde ihlalci hayat damarı vardır. Hayat, varlıkta ki Oidupus’tur. Tüketilmemiş imkânlar, yenilmiş olsalar da bize seslenmeye devam ediyor. Bu sesin işvesi ayartıcı ve yoldan çıkarıcıdır ve bizi hayatın dışında sürükleyen, sağduyuya yürünen bu yoldan, hayatın içine çekecek tek tahrik imkânıdır. Hayata düşmek, hataya düşmekten ve maruz kalmaktan koparır bizi. İktidarın ürünü olan özne, iktidarın amaçlarını aşma imkânına sahiptir. Bu imkân ayartılmaya hazırlıyor kendini. Zamanın ruhu isyanı, aşkı ve devrimi birleştirir.

Bir soru (?) “Bir Amerikan Investerbanker neden, "Marks kapitalizm üzerine en iyi değerlendirmeye sahipti" der [ve Wall Street’de ne kadar uzun kalırsa] o kadar ‘Marks’ın haklı olduğuna yönelik inanç güçlenmektedir (?) sorusunu sorar durur.

Evet, yukarıdaki bir soruydu. Nedenini araştırırın (!) aklınıza bir de yolda yürürken onurlu bir işçi gelirse bilin ki, “O işçi yaşamı ihlal ediyor!” Kapitalizm, sömürü, işçi sınıfı ve ihlalin bir mücadele feneri: Karl Marks... 

Zamanın ruhuna isyan, aşkı ve devrimi birleştirir. Önümüzdeki sıcak ve boğuntulu havalara kafanız rahat bir şekilde girin. Çünkü o işçinin taşıdığı “Onur” bir patikadır ve yürüdükçe yeni bir patika açmaktadır. Yola devam etmemiz için gerekli olan kendi emekçi coğrafyamızda düz ve net olan matematiğimize sahip çıkmamızdır. Zamanın ruhuna isyan, aşkı ve devrimi birleştirir. İhlal yaşamın yasasıdır. Hayatı “ihlal” edin. Bu bir gerçekliktir.

10 Mayıs 2008 Cumartesi

Küçük şeylerden korkun yine “Devrim” olacak

“Yeni bir dünyayı hayal etmekle yetinemeyiz. O dünyayı var olan dünyanın,
eski dünyanın somut, Bilimsel eleştirisi üzerine kurabiliriz.”
(F. Engels)

İnsanın üstüne çöken ve radikal bir kararla zamandan ve zamanın kırbacı altında kimliğinden yoksun durumunda, kendisini bile hayrete düşürecek bir sanma, inanma ve bunun yansıması altında başkalarının rüyasını gördüğümüzü fark etmemiz için kapatıldığımız parantezleri andıran savaşların ve her sözü ciddiye aldığını düşünenlerin arasından iltica etmemiz gerekiyor. Kapatıldığımız parantezden iltica edince ve paranteze alınca zannetmeleri yani devrimci bir kaçış çizgisi çizerek bütün mistifikasyonların cangılında adalet ve özgürlük solumak kadar yaşamasal bir ihtiyaç olarak dilde tahtına oturacaktır. Gerçekliğin ruhsal “tinsel” çekiminden kurtulmak için onun içine, makine dairesine inmek gerekiyor.

Görünür şehirler, görünür insanlar demektir. İnsanın göründüğünü sanması ve buna inanması sağlanır ve bu yeterlidir. Kaygan ve koordinatsız insanlar ve hayatlar, salt var oluşlarıyla katılmadıklarından, olmayan bir halkı çağırdıklarından, peygambersiz ve kahramansız, kölesiz efendiler olmayı arzu ettiklerinden ve bu arzu devrimci bir fısıltıyken daha, iktidar(ın)ların şizoit / paranoyak saldırılarına hedef olurlar ki: “küçük şeylerden korkun: yine devrim olacak!” tümcesi, egemenleri egemenliğin çarklarının dişlerini yağlama, cinayet provaları yapmaya zorlamıştır. Bu diyalektik zaman ve mekân tanımazlığıyla, işgalci züppe tavrıyla bize “uygun” bir “ben” dayatıyor. Bu saldırıya dönük ipuçları Paris’te göçmen siyahı ve Müslümanlara, Diyarbakır’da Kürtlere, Türkiye’de uygulanan “tecrit” politikalarının, 1 Mayıs’ta işçilere uygulanan ve meşru görülen orantısız zeka sahiplerince “şiddet”in insani değerlerle örtüşmediğini dillendirmek isteyen ve basın açıklaması yapmak isteyenlere daha dün üniversitelerde devrimci gençlik kesimine dönük çıplak şiddetin müstehcenliği olarak “sıcak” örnekleri teşkil ediyor. Biliyoruz ki, yenileri de yolda! Ve en önemlisi bunların hepsini küçük birer olaylar dizisi olarak görmemiz sağlanmakta bizdeki “ben”e.

Oysa kapatıldığımız parantezlerden yavaş yavaş çıkma belirtileridir bütün bunlar. Şimdilik “demokratik”, “hak” ve “yasaları”nın güya gereğiymiş gibi izin verilen “basın açıklama”larında linç edilmek istenenlerin (ve Yeni Terörle Mücadele Yasası adı altında çıkarılan gerici yasalarla planlanan da zaten temelde faşizmin diriltilmesidir ki, yine linç kültürü adı altında Tv’lerde programlar / diziler yapıp madalyonun diğer tarafına bakmayan idealist burjuva demagogları, savaşların meçhul askerleri gibi konuları kendi hükümet ve iktidarlarını ifşa etmemek için körlüklerine devam etsinler, bizler savaşların gizli kalmış yüzlerini ifşa etmeye devam edeceğiz) “bağımsız”, demokratik” ve “devrimci” savunma hakkı, ama faşist gerici, otoriter zihniyetten farklı patlamanın sancıları yaşanmamaktadır. Elbette gidişatta bu yöndedir ama farklıdır yöntemleri. Onlardan uzak ve mesafelidir. Temelinde meşrudur ama meşru görülmeyecektir.

Bumerang dönüşü yapan “şiddet” ve kaynağı hedefe dönüştüren bu olgular, sınıfsal bir karakter taşısa da sınıf kavramının kavrayamayacağı bir durumdan almaktadır enerjisini ve uzak atalarımızın kozmosun boşluğuna fırlattıkları çığlıklara kadar gider kökleri. Yoğunlaşmış parçalanmalar demek belki de daha doğru olacaktır, yaşanan / yoğunlaşmış parçalanmışlıklar yaşanan günümüzde “ben” ya da “özne” denen kişi, bunca savrulma / sürüklenmeye rağmen sıkıştırılmış, hareketsiz ve küçük bir azınlığın konforu ve arzusunun safrasına dönüşmektedir. “Su akar yatağını bulur” sözü, akmamak suyu boğduğu içindir ki ve bu doğaya aykırı olduğu içinde, suyun akış yönünü her ne kadar değiştirse de birileri o “su” ne yapıp edip kendi yatağına bulup akacaktır. Tek korkuları da budur! Birey kendini belirler, karşısındaki de bu belirlemeye göre şekillenir ve hayatın içinde böyle sürüp gider. Çünkü bu diyalektiktir. Yani “olma” isteği “olmama” hakkı kullandıkça uyanır uykusundan.

Günümüz insanı, kabuğunun altındaki can çekişen, olma potansiyeline yapacağı yolculukta ilk adımı Foucault’nun dediği gibi, “ne isek onu reddetmeliyiz” ile atacaktır. Artık uyanmanın zamanıdır. Birileri mermilerini sayarken, herkes dualarını okumaya başlamasın, her şey bir anda oldu ve III. dünya savaşı başladı dememek için ve bu vb. gibi cümleleri burada yazmak her ne kadar rahatsız edici olsa da bu reel gidişatı görmemek tam anlamıyla “saf”lık olur ki, sığınağı andıran “birileri mermilerini sayıyor, herkes dualarını okumaya başlıyor, her şey bir anda oluyor, III. dünya savaşı başlıyor” tümcesi takdir-i ilahide değildir. Bu sığınaktan çıkmak istiyorsak insan olduğumuzu hatırlamak olduğunu, gerçekliğin fiziki ve ruhsal çekiminden kurtulmak için onun içine, makine dairesine inmek gerektiğini bilmemiz gerekiyor.